Osmanlılarda Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma

Doç. Dr. Tayyip DUMAN (*)

Eski çağlardan beri her toplumda dar gelirli, kazancı asgari tüketim harcamalarını karşılamakta yetersiz kalan, yaşlı, kimsesiz, bir kaza sonucu iş görebilme yeteneğini yitirmiş veya doğal afet, savaş gibi dış etkenler nedeniyle muhtaç duruma düşmüş kişiler hep var olagelmiştir. Yine her toplum ahlâkî, dinî ve hukukî etkenlerle bu kişileri asgari geçim imkânlarına kavuşturucu, adaleti ve toplumsal barışı sağlayıcı önlemler almayı ihmal etmemiştir. İnsan olmanın , toplum halinde yaşamanın ve toplumsal dayanışmanın bir gereği olarak, insanlık tarihinin akışı içerisinde dünden bugüne alınan bu tür önlemleri, bireysel - kollektif yardımlar, sosyal sigortalar ve devletce bakılma olarak adlandırmak mümkündür.

Türk toplumlarının hayatında gerek İslâmiyeti kabul öncesinde, gerekse sonrasında sosyal yardım ve güvenlik önemli bir yer tutar. Nitekim konunun uzmanları Türklerdeki sosyal güvenlik uygulamalarını, Orta Asya Dönemi, Anadolu Selçuklular Dönemi, Osmanlılar Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi olarak ele alırlar. Türk tarihinin ilk evreleri olan Orta Asya Döneminde görülen sosyal yardım anlayışı, diğer dönemlerde gelişerek ve zenginleşerek devrin ve toplumların şartlarına göre uygulamaya konur.

Göktürk İmparatorluğu’na ait Orhun Abidelerindeki ifadeler, Türk Hakanlarının toplumsal düzeydeki yardımlara verdikleri önemi açıkça göstermektedir. Orhun Yazıtlarından ve Kutadgu Bilig’den edinilen bilgiye göre, halkı yoksulluktan kurtarmak, tebayı aç ve çıplak bırakmamak Türk Hakanlarının başlıca görevlerindendi.

Eski Türklerin yılın belirli günlerinde ölü törenlerinde verdikleri şölenden herkes yararlanırdı. Çin kaynakları Hanların Kültüründen söz ederken her yılın başında tören yapıldığını, Tanrıya kurban kesildiğini ve bu kurbanların halka dağıtıldığını açıklamaktadır. Bu gelenek Türkler Anadolu’ya göçene dek süregelmiştir.

Eski Türklerin toplumsal hayatında önemli yeri olan bir diğer sosyal yardım anlayışı da Vakıf kurumunda kendini göstermektedir. Sosyal yardım konusunda Selçuklu ve Osmanlı dönemine damgasını vuracak olan Vakıflara, Uygur Türkleri büyük önem vermiştir. Türkler, İslâmiyetten çok önce iyilik, dayanışma ve yardım kurumu olan vakıf teşkilatına sahiptiler (1).

Türkler, Müslüman olmadan önce gösterdikleri toplumsal yardımlaşma ve dayanışmayı, İslâmiyeti kabulden sonra da fazlasıyla göstermişlerdir. Çünkü İslâm, sosyal adaletin tahakkuku için bir çok prensipler koymuş, zengine karşı fakiri korumuş, iktisadi ve sosyal hayat için çok adilane bir siyasetin sahibi olmuştur. İslâm dini, “insanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olanlardır “ diyerek, sosyal yardımlaşmaya ibadet ruhu kazandırmıştır.

Anadolu Selçukluları döneminde, yeni sosyal, iktisadi hayat ve İslâm dinînin de etkisiyle sosyal yardımlaşma ve dayanışma daha da zenginleşmiştir. Bilindiği üzere Anadolu Selçuklularında devlet, hanedan üyelerinin ortak malıdır. Toprak üzerinde kişisel mülkiyet yoktur. Tımar sistemi yürürlüktedir. Tüm topraklar devlet mülkiyetine (miri) geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlı toprak idaresi ve tarımsal ekonominin temelini oluşturan bu miri rejimi sayesinde yerli halkın topraklandırılması ve göçebelerin iskanı kolaylaşmış, tarımsal üretim emniyet altına alınmış ve Anadoluínun Türkleşmesi de mümkün olmuştur.Bu sistem sayesinde Türkiye’de ve Osmanlı ülkelerinde sağlam ve uyumlu bir toplum düzeni kurulmuş, başka ülkelerde olduğu gibi bir toprak aristokrasisi ile topraksız veya esir köylü sınıfların oluşmasına, toplumsal çatışmalara fırsat verilmemiş ve 19. Yüz yıla kadar bu temel noktalar varlığını sürdürebilmiştir (2).

Anadolu’nun İslâm olan Türkler tarafından fethi ile bu geniş toprak parçasını Arapların ticaret yaptıkları bölgeler arasına katmak, Selçukluların güttüğü iktisadi ve ticari siyaset olmuş, böylece, Anadolu Selçukluları döneminde ticari faaliyetler Anadolu’da oldukça yaygınlaşmıştır. II. Kılıçaslan , I. Gıyaseddin, Keyhüsrev ve I. Alaaddin Keykubat gibi bu devrin ileri görüşlü sultanları, bu şartların önemini kavrayarak, iktisadi ve ticari faaliyetleri arttırmak için türlü araçlara, bir çok koruyucu ve teşvik edici önlemlere baş vurmuşlardır. Onlar fetihlerini, ticaret yollarını emniyet altında bulundurmak, iktisadi gayeleri ilk plana almak suretiyle yapmış oldukları gibi, ticari mübadeleleri kolaylaştırmak ve geliştirmek için, belli yerlere büyük sermayeli tüccarlar yerleştirdiler, onlara her türlü yardımda bulundular, Türkiye’ye gelen yabancı tüccarlara ayrıcalıklar verdiler, en az bir gümrük tarifesi uyguladılar, yollarda her hangi bir biçimde zarar gören, soyguna uğrayan veya malları denizde batan tüccarın mallarını devlet hazinesinden karşıladılar. Bu uygulamalar, dünya ticareti tarihi için çok önemli olup, Selçuklu Devletinin Ceneviz ve Venediklilerden önce sigorta kurumunu uyguladıklarınınaçık bir kanıtıdır (3).

Selçuklular döneminde yaygınlaşan ve gelişen ticaret hayatının ortaya çıkardığı, araştırma konusuyla ilgili bir başka kurum ise Kervansaraylardır. Kervanların konak yerlerinde yapılan Kervansaraylar, yolcuların her türlü ihtiyaçlarını temin etmekteydi. Yolcuların kervansaraylarda hayvanları ile birlikte üç gün parasız kalmak ve vakfiyelerindeki tarifeye göre yemek hakkı vardı. Yine Selçuklu Türkiye’si zihniyetine uygun olarak kervansaraylara gelen müslüman, hristiyan, zengin, fakir, hür ve köle bütün konuklara aynı yemek verilmesi ve eşit davranılması vakıf kuralları arasındadır(4).

Büyük yollar üzerinde, genellikle sultanlar ve devlet adamları tarafından yapılan, hepsi de vakıf olan kervansaraylar, içlerinde yatakhaneleri, aşhaneleri, erzak ambarları, ticari eşyayı koyacak depoları, yolcuların hayvanlarını barındıracak ahırları, samanlıkları, yolcuların namaz kılmak için mescitleri, misafirlerin yıkanması için hamamları, şadırvanları, hastaneleri, hatta eczaneleri, ayakkabıcıları, nalbantları, gelir ve masrafları idare edecek divan (büro) ve memurları ile muazzam kuruluşlardı.

Selçuklularda kervansaraylardan başka, hepsi birer sosyal güvenlik kurumu olarak görev yapan pek çok cami, okul, medrese, zaviye ve hastane de bulunmaktaydı.

Osmanlılar Dönemi:

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, emeği ile hayatını kazanan kişilere ve bazı zümrelere yöneltilen sosyal güvenlik önlemlerini, meslek kuruluşlarının sağladığı yardımlar ve sosyal yardımlar olarak başlıca iki grup altında toplayabiliriz.

1. Meslek Kuruluşlarının Sağladığı Yardımlar:

Osmanlılar döneminde en önemli ve etkili meslek kuruluşu olarak Ahilik teşkilâtını görmekteyiz. Ahilik, Selçuklular döneminde ortaya çıkan, zaman içinde Anadolu’ya yayılan, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş ve gelişmesinde önemli katkılar sağlayan, dinî-ahlâkî, askerî, siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve eğitim amaçlı fonksiyonlar icra eden önemli bir kuruluştur (5).

Ahiler, icra ettikleri fonksiyonlara göre bir yayılış tarzı göstererek, şehirlerden kasabalara, köylere hatta dağ başlarına kadar uzanmışlardır. Ahiler, hizmet edebilecekleri her yere zaviyeler kurup, teşkilâtlarını en ücra köşelere kadar yaymışlardır. Orhan Gazi zamanında Osmanlı ve bazı öteki Türk Beylikleri ile, dünyanın en güzel memleketi dediği Anadolu’yu gezen ünlü Faslı gezgin İbni Batuta, ahiler hakkında çok önemli bilgiler verir ve der ki: “Ahiler , Anadolu’da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her vilayette, her şehirde, her köyde bulunmaktadırlar. Ülkelerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterirler, yiyecek, içecek ve tüm ihtiyaçlarını özenle sağlarlar. Ayrıca bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, bunlara katılan kötüleri ortadan kaldırırlar. İşte bu gibi hususlarda ahilerin eşi ve benzeri yoktur... Dünyada bunlardan daha güzel, daha yararlı iş yapan kimseler görmedim.” Ayrıca, İbni Batuta Ahilerin gündüz işlerinde çalıştığını, gece tekke ve zaviyelerde toplanarak reislerinin sohbetlerini dinlediklerini, zaviyelerin masraflarını karşılamak üzere vakıflar teşekkül ettirildiğini de bildirmektedir (6).

Ahilik, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu tamamlandıktan ve devlet müesseseleri oluşturulduktan sonra, bilhassa II. Murat ve Fatih dönemlerinden itibaren bazı fonksiyonlarını kısmen veya tamamen kaybederek bir esnaf teşkilâtına dönüşmüş, geleneklerini ve eğitimini bu kesimde devam ettirmiştir. Böylece Ahilik, küçük esnaf, usta, kalfa ve çırakları içine alan, onların dayanışmaları kadar, mesleklerini dürüstçe ve özenle yapmalarını, ayrıca eğitilmelerini amaçlayan bir lonca teşkilâtı olarak yararlı hizmetler vermiştir.

Askerî, ahlâkî, siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda birden çok fonksiyon icra eden Ahilik teşkilâtının her bir fonksiyonu ayrı bir makale konusu niteliğinde olup, burada özetle eğitim ve kültür hayatı ile sosyal yardımlaşmadaki fonksiyonu üzerinde durulacaktır.

Tarihi gelişim sürecinde Ahilik, bir eğitim kurumu olarak incelendiğinde askerî, dinî-ahlâkî ve meslekî alanlarda eğitim ve öğretim hizmeti verdiği, bu eğitimin amacının ise;

•İnsanı mükemmelleştirmek,

•Çocuğu hayata hazırlamak,

•Davranışlarında dengeli hareket etmesini bilen, çevresine uyum sağlayabilen ve başkalarının haklarına riayet eden insan yetiştirmek,

•Mensuplarını bir mesleğe sahip insanlar olarak yetiştirmek olduğu görülür (7).

Ahilik teşkilâtı tarih sahnesine çıkışının ilk yıllarının Selçuklular ve Anadolu Beylikleri döneminde ordu fetihle meşgul olurken, içerde emniyeti ve asayişi sağlamak gibi askerî nitelikte bir fonksiyon icra etmiştir. Bu fonksiyonun gereği Ahi birlikleri mensuplarına silâh kullanma, haberleşme, destek ve ikmal hizmetleri, açlığa ve susuzluğa dayanma, sır saklama gibi konularda askerî eğitim vermişlerdir. Fakat Ahilik teşkilâtı Osmanlı İmparatorluğu kuruluşunu tamamladıktan sonra bu görevini ve onun gerektirdiği askerî eğitimi terketmiştir.

Ahiliğin tarikat görünümünde bir teşkilât olması, birtakım ilkelerinin ve kendilerine has bir hayat tarzlarının olması bu kuruluşta ahlâkî eğitimi, meslekî bir kuruluş oluşu da meslekî eğitimi ön plâna çıkarmıştır.

Ahilik, tam bir ahlâk okuludur. Orada dinî bilgilerin yanında günlük yaşayışın gerektirdiği bütün görgü kuralları; yemek yemekten giyinmeye, yürümekten konuşmaya, evde, mahallede, pazarda, misafirlikte, hasta ziyaretinde nasıl davranılacağı öğretilirdi. Ahi birliklerinde verilen ahlâkî eğitimin başlıca ilkelerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak, işinde ve hayatında kin, hasetlik ve gıybetten kaçınmak, gözü, gönlü ve kalbi tok olmak, şefkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli, dürüst ve vefalı olmak, küçüklere sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmak, alçakgönüllü olmak, büyüklük ve gururdan kaçınmak, ayıp ve kusurları örtmek, gizlemek ve affetmek, hataları yüze vurmamak, tatlı sözlü, samimî, güleryüzlü ve güvenilir olmak, gelmeye gitmek, dost ve akrabayı ziyaret etmek, herkese iyilik yapmak, iyililer istemek, yapılan iyilik ve yardımı başa kakmamak, hakka, hukuka, hakkaniyete riayet etmek, yaradandan dolayı yaratıkları hoş görmek, hata ve kusurları daima kendi nefsinde aramak, iyilerle dost olup, kötülerde uzak durmak, hak için hakkı söylemek ve hakkı söylemekten korkmamak, maiyetindekileri korumak ve gözetmek, açıkta ve gizlide Allah’ın emir ve yasaklarına uymak, kötü söz ve hareketlerden sakınmak, içi dışı, özü sözü bir olmak, âlimlerle dost olup dostlara danışmak, örf, âdet ve törelere uymak ve aza kanaat, çoğa şükür ederek dağıtmak (8).

Ahiliğin bir meslek kuruluşu olması bu birliklerde doğruluk ve sadakate dayanan meslekî ahlâkı da önemli kılıyordu. Müşteriyi aldatmamak, malı överek yalan söylememek, hileli ölçüp tartmamak, karaborsacılık yapmamak, müşteriyi kızıştırmamak, alışverişte iyi muamelede bulunmak, işinde dikkatli olmak ve işini savsaklamamak gibi ahlâki ilkelere önem veriliyordu.

Ahilik ahlâkî eğitimin yanında mensuplarına usta-çırak ilişkisi içerisinde sanat dallarını öğreterek meslekî bir eğitimi de uzun yıllar yerine getirmiştir. Ahilik teşkilâtında verilen eğitimin konusu ve kapsamı kadar eğitim ve öğretim mekânları da geniş bir alana yayılıyordu. Onlar için zaviyeler, iş yerleri, sohbet mekânları ve zikir meclisleri kısaca birlikte oldukları ve yaşadıkları her yer bir eğitim merkeziydi. Bu nedenle Ahilikte eğitimi iş başında ve iş dışında eğitim olarak ele almak mümkündür.

Ahilik teşkilâtının en önemli fonksiyonlarından biri de başta mensupları olmak üzere insanlar arasında yardımlaşma ve sosyal dayanışmayı sağlamak olmuştur. Bunun için her esnaf zümresi, yönetim giderleri ile aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak üzere bir sandık oluşturmuştur (9).

Esnaf Sandığı

Çok eskiden beri Anadolu’da ve Osmanlı İmparatorluğunun Türklerle meskun yerlerinde her esnafın bir yardım sandığı vardır. Buna, “Esnaf Vakfı” , “Esnaf Sandığı” ve daha önceleri “Esnaf Kesesi” derlerdi. Sandık, mütevelli veya sandık vakfı yöneticisinin yönetiminde faaliyetini sürdürürdü. Sandığın başlıca gelir kaynaklarını, esnafın teberruları, çıraklıktan kalfalığa ve kalfalıktan ustalığa yükselirken ustanın çırağı ve kalfası için verdiği teberru, haftalık veya aylık olarak esnaftan gücüne göre toplanan paralar, nemadan ve toplanan paranın işletilmesinden elde edilen gelirler oluştururdu. Her esnaf sandığında altı kese bulunurdu. Bunlar:

Atlas kese: Esnaf vakfına ait her türlü senet, vesika ve yazışma evrakının muhafaza edildiği kese,

Yeşil kese: Esnafa ait mülkün ve vakfın tapu senetlerinin saklandığı kese,

Örme kese: Belirli bir miktar paranın, yedek akçenin muhafaza edildiği kese,

Kırmızı kese: Nemaya, işlemeye verilen paranın senetlerinin muhafaza edildiği kese,

Beyaz kese: Her türlü gider belgeleriyle, cari yıl hesaplarının bulunduğu kese,

Siyah kese: Vadesinde tahsil edilemeyen alacaklar, tahsili imkânsız hale gelmiş senetler ile bunlara ait evrakın bulunduğu kese.

Sandık gelirlerinin harcandığı başlıca yerler ise şunlardı:

Ticaret veya işlerini genişletmek isteyen esnafa verilen borçlar,

Ramazan aylarında ahali için yapılan masraflar,

Hali vakti yerinde olmayan esnafa yapılan karşılıksız yardımlar,

Vefat eden esnaf için yapılan cenaze giderleri,

Felakete uğrayan esnafa yapılan yardımlar,

Esnaftan fakir olanların hastalık masrafları,

Evlenecek olan fakir ve kimsesiz gençlere yapılan yardımlar,

Müteferrik masraflar,

Onarım giderleri, alimlere ve diğer din adamlarına yapılan yardımlar, vergiler, yaz aylarında kullanılan sebil sular ve kar bedelleri.

Esnaf teşkilâtının Üyeleri

Esnaf birliklerine kayıtlı üyelerini, hariciler ve dahililer olmak üzere iki grupta toplamak mümkündür (10).

Hariciler, herhangi bir sebepten dolayı, çalışma hayatının dışında kalanlardır. Bunlar ise emekliler, malüller ve sakatlardır.

Emekliler, esnafın ihtiyar kesimi olup, hali vakti yerinde olanlar, dükkânlarını kalfaları vasıtasıyla idare etmeye devam edenlerdir.

Malüller, esnafın ihtiyar üstadlarıdır. Bunların kalfaları vasıtası ile işletecek dükkanları bulunmadığı için, muhtelif masrafları esnaf sandığı tarafından karşılanır.

Sakatlar, Esnafın herhangi bir kesimine mensup üstad, kalfa, çırak iken sakat kalan veya iyileşemeyecek bir hastalığa yakalanan kimselerdir. Bunlara esnaf sandığı tarafından yardım yapıldığı gibi, diğer üstad ve kalfalar da yardım ederler.

Esnaf birliklerine kayıtlı üyelerin ikinci grubunu oluşturan dahililer ise, fiili olarak çalışma hayatının içerisinde bulunanlardır. Bunlar ise, yamak, çırak, kalfa ve ustalardır.

Yamak: Bir esnafa yamak alınmak için on yaşından aşağı olmak, işe devamı, babası veya velisi tarafından sağlanmak şarttır.

Çırak: İki yıl bedava ve düzenli olarak yamaklık eden çıraklığa yükselir. Bu yükseliş şöyle bir törenle yapılır. Çırak çıkacak gencin dükkan ustası, kalfaları, velisi, esnaf başkanının dükkanında sabah namazından sonra toplanırlar. Üstad, çırağın işe bağlılığını ve becerisini anlatır. Velisi tarafından esnaf vakfına bir bakır sahan veya hiç olmazsa bir bakır kepçe hediye edilir ve bu kabın bir yerine (...esnafının vakfıdır) ibaresi kazılır. Başkan çocuğun sırtını sıvazlar, namaza ve dükkana devamı, üstada , kalfalara, anaya babaya saygı ve bağlılığı, yalan söylememeyi öğütler ve kendine üstadı tarafından verilmek üzere uygun bir haftalık ücret keser. Bu ücretin iki haftalığı, üstad tarafından esnaf sandığına yatırılır.

Kalfa: Üç yıl çırak olarak hizmet eden gencin kalfalığa yükseltilmesi, daha tantanalı bir törenle lonca odasında yapılır. Törende lonca kurulu tamamen hazır bulunur. Esnafın başka üstadları da davet edilir. Kalfaların en kıdemlisi hizmet ve rehberlik görevini yerine getirir. Kalfalığa yükseltilecek genç o gün, o esnafa mahsus elbiseyi ilk kez giyer. Kendi ustası ile başka üç usta iyi ahlâklılığına tanıklık ederler. Orada bulunan velisi de kendinden memnun olduğunu bildirir. Orada bulunan bir hoca aşir okur ve dua eder, oradakiler, ölmüş, gelmiş ve geçmişlerin ruhlarına fatiha okurlar. Bundan sonra herkes ayağa kalkar, başkan peştamal (şed) kuşatır ve kendisine sanat ve ticaret hakkında gerekli öğütleri verir, yeni kalfa, üstadların ve büyüklerin ellerini öperek törene son verilir. Kalfanın ustası orada kalarak kendisi loncada o gün hizmet ve rehberlik eden kalfa ile birlikte loncadan çıkar. Lonca önünde toplanan esnaf çırakları, “kutlu olsun, hayırlı olsun” derler. Yeni kalfa rehberle birlikte doğru üstadının dükkanına gelerek dükkanın önünde durur ve esnafın bütün kalfaları gelip tebrik ederler. Kalfanın velisi, çıraklıkta olduğu gibi esnafa, kenarı “... esnafının vakfıdır” yazılı münasip bir bakır kap hediye eder.

Üstad: Üstadlığa yükselmek için kalfanın üç yıl kalfalık etmesi, bu süre içinde hakkında hiç şikayet olmamış olması, kendisine verilen görevleri dikkatle yapması, özellikle çırak yetiştirme hususunda titiz davranması, öteki kalfalarla iyi geçinmesi, sanatına bağlı olması, müşterilere karşı tutumu, özellikle ayrı dükkan yönetip, yönetememesi hususunda iyi kanaat vermiş olması, ayrı dükkan açacaksa sermaye durumunun müsait olması gerekir.

Üstadlık törenleri ilkbaharda yapılır. Üstadlığa layık görülen kalfaya en az otuz gün önce kabul kararı bildirilir ve dükkan bulmaya izin verilir. Dükkan bulduğunu kendi ustası aracılığı ile kahyaya bildirir ve tören günü kararlaştırılır. Törende esnafın dahili ve harici üstadları, diğer esnafın bütün kahyaları, memleketin müftü ile kadısı, ulu camiiin hatibi ve imamları çağırılır. Kahya köşkünde, esnaf kahyaları ve üstadlar iki sıralı bir çember teşkil ederler. Ön sırada kahya ve onların arkasında üstadlar otururlar. Çemberin ortasına yerleştirilen yuvarlak bir sedir üzerinde de kahyaların en yaşlısı ile müftü ve kadılar otururlar. Üstad olacak kalfa, sağında kahyası, solunda üstadı olduğu halde meclise girerler, oradakileri selamlarlar. Müftünün işareti üzerine imam bir aşır okuyarak toplantı açılmış olur.

Müftü, ticaret, sanat ve çalışma hakkında bazı ayetler, kadı da bu mealde bir kaç hadis okuyup anlamlarını açıklarlar. Toplantıya başkanlık eden kahya ayağa kalkıp asasına dayanır, yeni üstadı önüne çağırıp karşısına alır. Peygamberlerin hangisinin hangi sanatın piri olduğunu söyleyip, esnafın silsilesini pirine kadar çıkardıktan sonra ticarette sadakat ve doğruluk, esnafa , müşteriye saygı, mala hile karıştırmamak, malındaki ayıp ve noksanı satıştan önce alıcıya bildirmek, kısaca kimsenin zararına çalışmamanın gereğini anlatır ve öğütler verir. Padişaha itaat, bilginlere saygı, halka şefkat ve merhamet, küçüklere sevgi, kimseye eziyet etmemeyi, kalfa ve çıraklarına çocukları gibi bakmayı öğütleyerek sözlerini bitirir. Bundan sonra üstadı söze başlayarak kendisinin üstad yetiştirmek amacıyla içtenlikle ve elinden geldiğince çalıştığını, Tanrının yardımı ile bunu başardığını, yeni üstadın her halinden memnun olduğunu, üstad olabilecek özellikleri kazandığına Tanrı için şahitlik ettiğini belirterek, kalfadan yani yeni üstaddan helallik ister. Yeni üstad, üstadında kendisinin bir hakkı olmadığını bildirince üstadı, eski kalfasının sırtını sıvazlayarak, “taşı tut altın olsun, Tanrı seni iki cihanda aziz etsin, tuttuğun işte hayır gör, geçenler, erenler, pirler daima yardımcı olsun, Tanrı rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin, bilginlerin sözlerini, kahyaların öğütlerini, benim sözlerimi tutmazsan, ana baba, hoca ve usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, yetim hakkı yersen, hülasa Tanrının yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun” diyerek kalfanın belindeki kalfalık peştemalını çıkarıp, kendi eliyle üstadlık peştemalını kuşatır. Bundan sonra dua edilir, yeni üstad oradaki büyüklerin ellerini öper, dualarını alıp ayrılır.

Yaran Odaları: Ahi teşkilâtının bir yan kuruluşu olan yaran odalarının da sosyal dayanışma ve yardımlaşmada önemli bir yeri ve rolü olmuştur. Kapısı her yolcuya, yabancıya açık olan, onları yanlarındaki hayvanları ile birlikte günlerce, haftalarca konuk ederek, yediren ve içiren köy konuk odalarından başka, köylerde ve kasabalarda türlü yaş gruplarındaki kişilerin muntazaman devam ettikleri, konuk ağırlamanın dışında gençleri eğitme görevini üzerine almış, yaran odaları vardır (11).

Ürünler hasat edilip, harmanlar kaldırıldıktan, bağlar bostanlar bozulduktan, güz ekinleri ekildikten, kışlık unlar öğütülüp odun, kömür depo edildikten sonra ,köyde yapılacak bir iş kalmamıştır. İşte yaranlar, 20-30 , 30-40 , 40 ve daha yukarı yaşta bulunan köy erkekleri gurup, gurup, yaranları arasına kimleri alacakları hususunda teşebbüslere başlarlar. Her odanın eski yaranlarından bir kaç kişi, kendi aralarında konuşurlar. Eğer eski yaran başını gene seçmek istiyorlarsa ona baş vurup, “yaranlarını topla” derler. Toplanılacak gün kararlaştırılarak, yaranın diğer üyelerine ve yeni katılacaklara haber verilir. Eğer eski yaran başını seçmek istemiyorlarsa, henüz oda toplantıları başlamadan, yaran başı yapmak istedikleri başka birisine baş vururlar. Bu kişi teklifi kabul ederse yaranı toplar, etmezse aynı teşebbüsle bir başkasını bulurlar. “Yaran başı”, ahilerin ahi babası durumunda olup, oda yaranlarının yaşlıcası, herkesçe sevileni sayılanı, yol ve yöntem bilenidir. Kararlaştırılan günde, daha önceki yıllarda toplandıkları odalarda birikirler. Bu toplantıda bir de “oda başı” seçilir. Bu kişi odanın genel işleri, düzeni, oda gereklerini nöbetle temin etme gibi şeylerden sorumludur.

Yaranların Köyde Sosyal Yardım Çalışmaları: Yaranlar sadece, bütün kış gecelerinde odada oturarak günlerini geçirmezler. Onların, en önemli ve severek yaptıkları işlerden biri de köye gerekli sosyal yardımlarda bulunmaktır. Bunları, düğünlerde yardım, yoksul ve kimsesizlerin işlerine yardım, tarım işlerine yardım olarak belirtebiliriz.

Yaranların düğünlerde yardımı: Yaran efradından veya onun yakın akrabalarından biri evlenirse, düğünün bütün hizmetlerini yaranlar yerine getirir. Genellikle yedi gün yedi gece devam eden, onlarca yemekli, yatılı konukların da ağırlandığı düğünlerde yaranlar, pişecek yemekler için dağdan odun getirmeden, pişen yemeklerin düğün davetlilerine ikramına, davetlilerin oturduğu odaların tertip, düzen ve temizliğinden, onlar için oyunlar, eğlenceler düzenlenmesine ve gelin eşyasının güveyi evine taşınmasına kadar, daha akla gelmeyen ve düğün sahiplerinin kendi başlarına yapamayacakları bir çok işler, yaranlar tarafından zevkle yapılır. Eğer güveyi veya babası bir yaran odasına kayıtlı değillerse, yerine getirilmesi zor ve külfetli bu düğün işleri ve hizmetleri için, bir kaç koç veya para karşılığı yaran odaları ile anlaşarak, onlara yaptırılır. Evlenecek kişi yarandan değil ve yoksul ise yaran odalarından biri düğün hizmetlerini bedava yapar.

Yoksul ve kimsesizlerin işlerine yardım: Kışlık yakacağını temin edememiş dul, kocası askerde, kimsesiz, yoksul kadınların, ihtiyarların yakacağını temin ederler. Evleri yıkılmış veya onarım istiyorsa, tamir ederler, gerektiğinde yaren odaları bir araya gelerek, malzemesini de hazırlayarak yeni bir ev yaparlar.

Tarım işlerinde yardım: Yaranlar, tarım işlerinde de birbirlerine, kimsesizlere ve yoksullara karşılıksız yardım ederler. Örneğin, çift hayvanı ölmüş, yerine yenisini alamamış yoksul kimselerin tarlalarını sürüverirler. Ekinlerini zamanında biçemeyenlere, zamanında harmandan kalkamadığı için yağmur ve sel tehlikesiyle karşılaşabilecek olanlara yardım ederler.

Ahilik Kuruluşunun Zayıflaması ve Ortadan Kalkması:

Tarihi, sosyal ve ekonomik zorunlulukların ortaya çıkardığı, bir çok amaca hizmet eden, bir Türk esnaf birliği kuruluşu olan Ahilik ve onlar tarafından kurulan esnaf ve sanatkar birliklerinin koydukları ana kurallar, daha sonraları bu alanda hazırlanan kanunnamelerin, tüzüklerin temelini teşkil etmiştir. İlk zamanlarda dericilik ve bağlık işciliği ile uğraşırken, bu sanat kolları sonraları 32’ye ulaşmış, ahilik teşkilâtının kurduğu sağlam meslekî ve ahlâkî düzen, birbirlerine bağlılık ve yardım, onları diğer esnaf ve sanatkarlar üzerinde etki ve üstünlük kurmaları sonucunu doğurmuş ve giderek, Osmanlı ülkesindeki bütün sanatkarları, ahi babalarından ya da onların yetki verdiği kişilerden aldıkları yeterlik ve izin belgeleri ile iş görür, sanat icra eder bir duruma getirmiştir.

Bu durumun, yani ahiler birliği mensuplarına tezgah başında sanat, zaviyelerde edep öğretmenin müslümanlara özgü olarak sürüp gelmesi 16. yüz yıla dek uzamış, fakat Osmanlı Devletinin gayri müslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanat ve sanatkarlar çoğalıp dalları arttıkça, bu müslüman ve gayri müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, gayri müslim tebanın artmasıyla oranlı olarak muhtelif dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur. Bu, din ayırımı gözetilmeden vücut bulan, eski mahiyetinden büyük farkı olmayan yeni yapıya “gedik” denmiştir.

İmparatorluğun son yıllarında ise, kapitülasyonların ezici baskısı ve yabancı kökenli malların iç pazarlara girmesiyle rekabete dayanamayan yerli imalat giderek çözülmüş ve loncalar 19. yüz yıldan itibaren etkinliklerini yitirmiş, giderek ortadan kalkmışlardır (12).

2. Sosyal Yardımlar:

Osmanlılar döneminde önemli bir sosyal yardım kuruluşu vakıflardır (13). Vakıf, bir malı, menfaati kamuya bırakılmak üzere özel mülkiyetten çıkartmaktır. Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra dinsel bir yön de kazanan vakıflar, genel olarak şu amaçlarla kurulmuştur:

Hayır yapmak ve topluma faydalı olmak, dinî ihtiyaçları karşılamak, sağlık, kültür ve bayındırlık alanlarında toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, sanat eserleri yaptırmak, kent ve kasabaları süslemek, dolayısıyla toplumun kültür ve sanat düzeyini yükseltmek, servetin varislerini korumak, onlara belirli bir gelir ve geçim imkânı sağlamak. Bunlardan başka, dinî hizmetlerin görülmesi, Türk kültürünün yeni feth edilen topraklarda yerleşmesi ve yayılması, sınırlar dışında yaşayan Türklerin Anadolu’ya gelişlerinde kolaylık görmesi amaçlarına yönelik vakıflar da kurulmuştur.

Toplumsal bir kurum olarak vakıf:

Vakıflar devletin elini uzatmadığı bazı alanlarda özel kişiler veya devlet hariç diğer tüzel kişilerce kurulan, kamu hizmetine dönük kurumlardır.

Vakıfların bir kısmı her ne kadar hastane, köprü, kitaplık, han, çeşme gibi herkesin kullanımına açık yerlerse de, öksüz yurtları, yoksul öğrencilere yurtlar, aş ocakları, yoksul ve kimsesizlerin barındırılması, güçsüz, hasta ve sakat bireylerin bakımı gibi amaçlara yönelik vakıflar da bulunmaktadır.

Vakıflardan yararlanacakların adları belli değildir. Böylece vakıflar günümüzdeki, “Devletçe bakılma” usulüne oldukça yaklaşan özellikleri olan bir kurum olmaktadır. Denilebilir ki, günümüzün en ileri bir sosyal güvenlik uygulaması olan Devletçe bakılma, vakıfların çağdaş şartlara uydurulmuş halidir.

Ekonomik bir kurum olarak vakıf:

Vakıf servetin atıl, verimsiz kalmasını önleyen, paranın ve malın kamu yararına işletilmesini öngören, iktisadi ve mali yardımlaşmaya süreklilik ve verimlilik sağlayan bir kurumdur.

Vakfa dinsel bir görünüm verilmekle, varlıklı kişilerin yatırımlar dışında kalan servetlerini vakfa ayırmaları, bu servetin hayırlı bir işe yatırılmasının doğuracağı iç huzur nedeniyle özendirilmiş olmaktadır. Vakıflar bir de, mirasın kamuya mal edilmesi ile, hem servetin bazı durumlarda olduğu gibi varisler elinde israf edilmesini önlemekte, hem kamu yararına işler yaparak, devlete ve kamuya yararlı olmakta, hem de bazı örneklerde olduğu gibi vakfeden kişinin gelecek kuşaklarına sürekli bir gelir kaynağı temin etmiş olmaktadır.

Vakıf kamuya yapılan bir yardımdır. Vakıf kurma isteğe bağlıdır. Fakat bir vakıf kurulduktan sonra geri dönülemez. Vakıflardan, dil, din, ırk gözetilmeden herkes yararlanabilir.

Osmanlı İmparatorluğunda vakıfların, nazırlar, mütevelliler gibi hususi hükmi şahıslarından fazla devlet kontrolüne tabi olmasına karşılık, batı hukukunda vakıf, yalnız bir hususi hukuk müessesi olarak kalmış ve Osmanlı İmparatorluğunda aldığı geniş, kitlevi mahiyeti bulamamıştır. Türk vakıflarının bu noktada batıdan ne kadar üstün olduğu meydana çıkar. Esasen Osmanlı idaresine, cihandaki nizam ve kudret unsuruna dikkat edildiği taktirde, bu dört başı mamur muvaffakiyet ve yüksekliğin sebepleri arasında, imparatorluğun idari teşkilâtına hakim olan manevi, insani ve medeni hususiyetlerden başka, batıdaki feodalizmin dayandığı fideivommis’ye ( ilerde başka birine vermesi için, bir kimseye mal bırakılması) karşı, Türklerin vakıf usulüne yönelmelerinin büyük tesirini de görmek lazım gelir. Ayrıca çok önemli bir diğer husus, İmparatorluk Türkiye’sinde köy ve kasabaların medeniyet eserleriyle imar ve kalkınmasında, batının şartlı vasiyet usulü yerine, vakıf müessesinden geniş ölçüde faydalanıldığıdır.

Osmanlı İmparatorluğunda vakıfların amme hizmetlerinin büyük bir kısmını üzerlerine almaları, amme hizmeti müesseselerinin bir çoğunun vakıf yolu ile kurulmuş olması, vakıf eserlerinin milli servetin ve medeniyetimizin bir kısmını teşkil etmesi, vakıfların, idare ve medeniyet tarihimize girmesine sebep olmuştur. Medeniyet tarihimizde böylesine önemli rol oynayan başlıca vakıflar ise şunlardır:

Su Yolları, Su Kemerleri, Çeşme ve Sebiller, Yol, Köprü, Aşevi, Misafir Evi, Dul Evi, Mektep, Medrese, Kütüphane, Muvakkithane, Hastahane, Öksüz Kızlara Çeyiz, Borçlu Mahsupların Borcunun Ödenmesi, Köyde İhtiyarlara Elbise Verilmesi, Kale, İstihkam, Donanmaya Yardım, Askerin Teçhizatı, Deniz Fener İnşası, Yetim Dul ve Muhtaçlara Yardım, Ders Malzemesi, Fakir Cenazelerinin Kaldırılması, Van Gölünde Gemi İşletilmesi, Çamaşırhane Tesisi, Hayvanlara Gıda Verilmesi, Kuşlara Yem Verilmesi için vakıflar. Ayrıca ilmin yükseltilmesini, ahlâkın korunmasını, cemiyetten sefaletin kaldırılmasını hedef tutan vakıflar da bulunmaktadır.

Bu isimler, vakıfların ne denli, sosyal, kültürel ve ekonomik hayata hizmet götürdüğünün bir belgesidir. Nitekim Gerelot adlı bir Fransız gezgin, gezi anılarında vakıflarla ilgili olarak şunları yazmıştır:

“Müslüman Türklerin sadakatlerinden insanlar gibi köpekler de istifade ederler. Sebillerde her isteyene parasız su verilir. Sebilci sıcak günlerde ekseriyetle testilerini içleri karla dolu kovalara koyup soğutur ve su içenlerin çok defa: Vakfedene Allah rahmet eylesin ... dediği duyulur.”

Dinî Kurallara ve Geleneklere Dayandırılan

Sosyal Yardımlar:

Orta Asya’dan beri Türk dünyasında önemli bir yeri olan sosyal yardım ve dayanışma, Türkler İslâm dinîni seçtikten sonra da, bu dinîn toplumsal yaşayışı düzenleyen kurallarının Türklerin gelenekleriyle uyuşabilmesi nedeniyle, daha da güçlenerek devam etmiştir.

Toplumdaki servet dağılımı ile ilgili olarak İslâm dinînin getirdiği yorum, ekonomik ve sosyal hayata ilişkin ortaya koyduğu ilkeler bunda hayli etkili olmuştur. Bu yorum ve ilkeleri şu şekilde özetlemek mümkündür (14).

Tanrı birine servet vermişse, bunun yanında o servette başkalarının da payı bulunduğunu bildirmiş ve her hakkı sahibine vermeyi emretmiştir. Göklerin ve yerin mirası, servet ve hazinesi Allah’ındır. Geçici bir zaman için bunun bekçiliğine memur ettiği kimseler cimrilik edip ondan sadece kendileri faydalanmaya kalkışırlarsa bu onların iyiliğine değil, bilakis hem bu dünyada, hem de öbür dünyada felaketlerine sebep olacaktır. Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle belirtir. “Allah’ın lütfederek bol bol servet verdiği kimseler cimrilik gösterirlerse, bunun haklarında hayırlı olacağını sanmasınlar. Bilakis bu onlar için pek kötü olacaktır. Kıyamet gününde cimrilik gösterdikleri şey boyunlarına dolanacaktır.”

Bu yorum ışığında İslâmiyetin, ekonomiyle ilgili olarak getirdiği ilkeler ise şunlar olmuştur:

ßYoksullar istifade ettirilmeden, paranın yalnız varlıklılar arasında dolaşmasını önlemek, maldan yoksulların da yararlanmasını sağlayacak bir sistem kurmak, böylece toplumda bir orta tabaka oluşturmak.

ßZekatın toplumun refahını temin etmekten uzak kaldığı durumlarda, ortaya çıkabilecek düşkünlük ve gerilikten kurtulmak için kalkınma uğruna yeteri kadar harcama yapmayı sağlayıcı önlemler almak.

ßTicaret malları ile paradan, toprak ürünlerinden, küçük ve büyük baş hayvanlardan ...belli ölçülere göre zekat almak,

ßAkrabalık ve eşlik nafakası vermek,

ßHer dinden ve her kesimden kötü durumda kalan yoksulların ihtiyaçlarını karşılamak, yabancılara sığınacak bir yer temin etmek, kalacakları bir yer bulamadıkları zaman, ziyafetler vererek, onları ağırlamak,

ßBazı günahlar için mal vermeyi kefaret kılarak, bunları müesseseleştirmek (bir yoksulun karnını doyurmak gibi),

ßNafile sadakaları ve harcamaları özendirmek, israf ve cimriliği kötülemek, geçimde iktisatlı hareket etmeyi ve itidali önermek.

Osmanlıların sosyal ve ekonomik hayatlarında görülen sosyal yardımlaşma ve dayanışmada, Orta Asya’ya kadar uzanan Türk geleneği yanında, bu gelenekle kaynaşmış, İslâm dinînin yukarda özetle belirtilmeye çalışılan düşünce ve ilkelerinin büyük katkısı olmuştur. Bunlardan, sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya sağladığı önemli katkıları nedeniyle, zekat, fıtre sadakası ve kurbanın sosyal amacı ve fonksiyonu üzerinde durulacaktır.

Zekat: Toplumda malın, yalnız zenginler elinde dolaşması, zengin sınıfın daha zengin, fakir sınıfın daha fakir ve muhtaç duruma düşmesini gerektirir. Halbuki Tanrı malı yalnız bir sınıfın faydalanması için değil, bütün insanların faydalanması için yaratmıştır. Tanrının ihsan ettiği maldan bütün insanların faydalanamadığı, sınıf farklarının ortadan kalkmadığı toplumlarda para mutluluk getirmez, belki huzursuzluk konusu olur. İslâm dinî bu sınıf farklarının ortadan kalkması ve cemiyette orta sınıfın çoğalması için etkili bir tedbir olarak, zenginlerin elindeki varlıktan ihtiyaç sahibi olan, çalışamayan veya çalışma gücüne sahip olduğu halde gerekli sermaye temininden mahrum olan kimselere, mallarının bir kısmını vererek onların mertebelerini ve güçlerini yükselmelerini öngörmüştür. Çünkü çoğu kez sermayesiz kabiliyet işe yaramamaktadır. Zekat bu imkânı da sağlar. Zekatın gayesi çoğaltmak ve onları ömürleri boyunca kendilerine yetecek kadar varlığa sahip olan zenginler sınıfına yükseltmektir.

Malın çokluğu kuvvetin çoğalmasına sebep olur. Kuvvet ve kudretin artması ise kudretten zevk almayı gerektirir. Bu zevkin artması, onu arttırmaya sebep olan malı daha çok elde etmek için çalışmaya çağırır. Mesele zincirleme bir hale gelir ki, bunun içinden çıkılmaz. Mal zevki, zevkte malı arttırır. Bu devrin ne sonu gelir, ne de bir noktada kesilir. Zekat bu sonu gelmeyen ihtiras devrine bir nokta, bir son tesbit eder, insanın o maldan, toplumdaki fakirlere de vermesini ister.

Fitre: İslâm dinînde ramazan ayı sonunda, durumu müsait kimselerin ödemekle mükellef oldukları bir fitre sadakası vardır ki, sosyal yardımlaşma bakımından oldukça önemli bir müessesedir.

Fitre sadakasının hem fert, hem de toplum açısından faydası vardır. Fitre ödeyen bir insan iç huzur duyar, başkalarına yardım elini uzatmanın saadetini hissederek, huzur içinde bayrama girer. Bunun yanında fakir, azda olsa alacağı bu yardımlarla kendisi ile çoluk çocuğunun ihtiyacını giderir.

Kurban:

Diğer bir yardımlaşma müessesesi ise Kurban’dır. Kurban bayramı günlerinde kesilen bu hayvanların etleri, müslümanlar arasında büyük bir yardımlaşmaya vesile olmaktadır.

Kurbanın diğer yardımlaşma müesseseleri gibi topluma bir çok yararı vardır.

ßKurban, senede bir defada olsa fakir kimselerin yiyecek ihtiyacını karşılayan önemli bir yardımdır.

ßKurban sosyal yardımlaşmanın güzel örneklerinden biri olup, bu sayede toplumun fertleri arasında karşılıklı saygı ve sevgi hisleri belirerek, bir kaynaşma meydana gelir, cemiyette birlik ve huzur belirir.

ßKurban aynı anda bütün müslümanlara genel bir ziyafet olması itibariyle, güzel bir kaynaşma ve yardımlaşma vesilesidir.

ßKurban, hayvan piyasasına da bir canlılık getirerek, kasalarda stok olmuş paraların, toplum hizmetine girmesini sağlar. Hayvanların etlerinden, yün ve derilerinden bir çok şahıs ve müesseseler yararlanır.

Tanzimat’ın İlanından Sonra Alınan Sosyal

Güvenlik Önlemleri:

Ahilik ve lonca teşkilâtının değişen ve gelişen Osmanlı sosyal ve ekonomik hayatında ihtiyaca cevap veremeyerek fonksiyonunu yitirmesi, batıya açılan ve batıdan kurumlar alınan Tanzimat döneminde, bu konuda, mevzuat içinde bazı koruma önlemlerine başvurulduğunu görmekteyiz (15). Örneğin, 1877’de çıkarılan Mecelle, işci-işveren ilişkilerini bireyci ve liberal esaslara bağlar. 563. Maddesiyle bir kimsenin bir hizmet akti gereğince başka birine gördüğü iş karşılığında ücret alabilmesi için işçiliği meslek edinmiş olmasını şart koşar. 566. Maddesi ile ücretlerin aynı olarak ödenmesini yasaklar. 495. Maddesi ile de çalışma sürelerini kısmen düzenler ve bu süreyi güneşin doğuşundan batışına kadar olarak sınırlar.

Tanzimat döneminde hayatını emeği ile kazanan kişilerin korunmasına yönelik önlemlerden bir diğeri de Dilaver Paşa Nizamnamesi’dir.

Dilaver Paşa, Ereğli kömür havzasında Maden Nazırlığı yapmış, bu arada (1865) Ereğli Madeni Humayun Nizamnamesine ait Layiha’yı hazırlamıştır. Fakat, gerekli onayı alamadığından tüzük niteliği kazanamayan bu çalışma, Dilaver Paşa Nizamnamesi adıyla anılmış ve kömür bölgesinde fiilen uygulanmıştır (16).

Esas itibariyle kömür madenlerindeki üretimi arttırmak hedefini güden bu nizamnamenin bazı maddeleri işçilerin korunmasına ve güvenliğine ayrılmıştır. Bu maddeleri şöyle özetleyebiliriz:

ßMaden mültezimi işçilere yatacak yer teminine mecbur tutulmuştur.

ßMesai 24 saatte iki posta çalıştırılmak suretiyle 10 saat olarak belirlenmiştir.

ßİşçi ücretleri imtiyazlı alacak haline konulmuştur.

ßMadenlerde çalışan işçilerin kitle halinde işsiz kalmalarını önlemek için, işletmenin faaliyete son vermesi halini önceden ihbar etmesi mecburiyeti vaz edilmiştir.

ßİşçilerin hastalandıkları zaman madende bulundurulacak doktor tarafından muayene edilerek hastalığı hafif olduğu taktirde tedaviye tabi tutulması, ağır bir hastalık bahis konusu olduğunda ise ikametgahına gönderilmesi hükme bağlanmıştır.

Tanzimat döneminde çalışan kişileri korumayı hedef alan bir diğer önlem de Maadin Nizamnamesi (1869) adıyla anılır.

Maadin Nizamnamesi işçi haklarının korunması ve işçi güvenliği bakımından Dilaver Paşa Nizamnamesine göre önemli sayılabilecek yenilikler getirmiştir (17) . ?öyle ki:

ßKazalara karşı icabeden tadbirlerin alınmasını derpiş etmektedir.

ßHavzada her madencinin bir eczane ile diplomalı bir hekimi daimi olarak madende bulundurması mecburiyetini koymaktadır.

ßKazalara maruz kalanlara ve ailelerine mahkeme tarafından hükmedilecek tazminatın madenciler tarafından verilmesi hükme bağlanmaktadır.

ßKazalar madenin fena idaresinden dolayı vukuu bulmuşsa madenciden, ayrıca 5 altından 20 altına kadar ceza alınacağını belirtmiştir.

Tanzimat döneminde bazı işçi zümrelerini içine alan dar kapsamlı diğer önlemleri ise şöyle sıralayabiliriz (18):

1866 Askeri Tekaüt Sandığı, 1881 Sivil Memurlar Emekli Sandığı, 1890 Seyri Sefain Tekaüt Sandığı, 1909 Askeri ve Mülki Tekaüt Sandığı, 1909 Askerî Fabrikalar Nizamnamesi, 1909 Tersanei Amiriyeye Mensup İşçi Vesairin Tekaüdiyesi Hakkında Nizamname, 1910 Hicaz Demiryolu Memur ve Müstahdemleri Yardım Nizamnamesi, 1917 Şirketi Hayriye Tekaüt Sandıkları.

Bu emeklilik ve yardımlaşma sandıkları ancak asker ve memurlarla sınırlı bazı işyerlerinde çalışanların belirli risklere karşı korunması amacıyla kurulmuştur.

Sonuç ve Değerlendirme:

Türk toplumlarında, özellikle Selçuklu ve Osmanlı Türklerindeki sosyal güvenlik ve yardımlaşma olgusunu değerlendirebilmek için, Avrupa toplumlarının o tarihlerdeki sosyo-ekonomik hayatına ve sosyal güvenlikle ilgili kurum ve kuruluşlarına kısa da olsa bir göz atmak gerekir.

Sosyal yardım, daha geniş bir açıdan bakıldığında sosyal politika ve sosyal güvenlik anlayışı, Batı’da oldukça yeni sayılır. Batının bu konuda geçirdiği tarihsel aşamalar incelendiğinde kolayca böyle bir yargıya varılabilir (19).

Her şeyden önce şunu açıklıkla belirtmek gerekir ki batı, tüm tarihi boyunca, sürekli olarak sınıflı bir toplum olmuştur (20). İlk çağda eski Yunanda toplum, efendiler ve köleler olarak iki kategoriye ayrılmıştır. Efendiler üretim araçlarına sahip olanlar, köleler ise efendilerin topraklarında çalışan,, hayvanlarını otlatan, alınıp satılabilen kimselerdir. Bu dönemin en ünlü düşünürleri olan Eflatun ve Aristoteles, insanlığın büyük bir kısmını oluşturanların, maddi ihtiyaçları karşılamak için üretimde bulunmalarını ve az olan seçkinlerin ise (efendiler) sanat, felsefe, politika ile uğraşmaları gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Eflatun Devlet adlı eserinde, ideal devlette belli sayıda kölenin bulunmasını öngörmüştür.

Eski Yunan’da ve daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan Romalılarda efendi - köle ayırımı olağan bir şey olarak kabul ediliyordu. Efendiler, yaşamak hakkı dahil, kölelerin her türlü hakkını ellerinde bulunduruyorlar, onları istedikleri gibi çalıştırıyorlar, bunun karşılığında ise kölelerin yeme, barınma gibi bir takım ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Buna göre ilk çağdaki batının sosyal yardım anlayışı,özgürlükle değiş- tokuş edilebilir bir anlayıştır. Hristiyanlığın bu zamanda ortaya çıkması ve ilk yandaşlarını köleler arasında bulması bir rastlantı olmasa gerekir.

Batı toplumundaki en belirgin örneğini Yunan ve Roma’da gördüğümüz söz konusu efendilik - kölelik döneminden sonra feodal beyler dönemi gelmektedir. Feodalitede de belirgin bir sınıflaşma söz konusudur. Toprak ve toprağı işleyecek olan araçlara sahip senyörler ve bu araçları senyörler için kullanan serfler bulunmaktadır. Aquina’lı Thomas’a göre, aslında feodal sistemle, bundan önceki efendi-köle dönemi arasında büyük bir farklılık yoktur. Tek farklılık hristiyanlığın etkisiyle kölelere karşı geliştirilen tutumun nisbeten daha insancıllaştırılması ve kilisenin belli bir toplumsal düzeni kurma ve sürdürme yolundaki girişimleridir.

Orta çağ Avrupa’sı toplumları, derebeylerin yaşadığı ?atoların ve Sitelerin yer aldığı tarıma dayalı bir hayat sürdürürken, tarım dışında, ticaretle uğraşanlar da (tacirler) surlara ve sitelere sığınarak, zaman içinde şehir hayatına geçmişlerdir. Tacirler bu sığınaklarda X. Yüz yılda bazı kurumların teşkiline başladılarsa da, bunlar daha çok X1. Yüz yılda arttı, büyüdü ve çoğaldı. Site ve ?atolarda başlıca rolü bunlar oynamağa başladılar. Böylece ticari hayat tarımsalhayata üstün geldi. Giderek eskilerle, yani şovelyelerden, din adamlarından ve serflerden oluşan halk ile, yeniler yani tüccar ve sanatkarlar arasında zıddıyet ve mücadele başladı. İşte tacir ve sanatkarların ortaya çıkışı, bu durgun ve küçük çevrede bütün gelenekleri birden bire yıkarak, her alanda gerçek bir devrim yapmıştır. Burjuvazi adını alan bu insanlarla yalnızca kazanç ve teşebbüs zihniyeti ortaya çıkmış olmuyor, aynı zamanda serbest çalışma, topraktan ve senyör etkisinden uzak, özgür meslek ve para tedavülü ortaya çıkmış oluyordu.

Bu tüccar kolonileri kısa sürede gelişerek, yarattıkları iş imkânları ile köylüyü şehirlere çektiler. Geleceğin burjuvasinin ataları olan tüccar ve sanatkarların yeri olan bu ticari koloniler, esasen herkese açık olup, genişleme kabiliyetine sahiptiler. Bunların ticari faaliyetleri arttıkça, kişiye iş bulma imkânı da artıyordu. Kayıkçı, hamal, arabacı ve her türlü sanatkar gelip şehre yerleşiyor, para kazanıyordu. Sanatkarların bir kısmı fırıncılık, ayakkabıcılık, biracılık yaparken, diğerleri de tacirlerin getirdiği ham maddeleri işleyerek ihracatı besliyorlardı ki, böylece ticaretin yanında, sanayi de gelişmiş oluyordu. Böyle bir gelişme, şehirlerde tekelciliği ve himayeciliği de beraberinde getirdi. Her şehir, kendi ticaret ve sanayiini yüceltmek ve öteki şehirlerin ticaret ve sanayiini, kendi alanından uzaklaştırmaya çalıştı. Kendi kendine yetmek ve tüm ihtiyaçlarını kendisi istihsal etmek çarelerini aradı. Bir kaç şehrin, bazen birlikte iş yaptıkları oldu. Bu himayeciliğin sonucu olarak burjuvaziler arasında güçlü bir dayanışma oluştu. Burjuvalar, küçük yurtlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar, yurtseverdirler, servetlerinin bir bölümünü şehre bağışlayan burjuvalar olduğu gibi, hastaneler kuran, şehre başka yardımlar yapanlar da oluyordu.

Tüccar ve sanatkarların orta çağ şehir hayatına getirdiği bu sosyal ve ekonomik değişiklik ve dinamizm, bazı dernek ve kuruluşların doğmasına neden oldu. Ekonomik faaliyeti ve kişisel özgürlüğü uygun şartlar içinde elde etme ihtiyacı burjuvalar arasında birleşme (association) fikir ve arzusunu doğurdu. Buradan dinî dernekler, ticari şirketler, korporasyonlar ( loncalar ), komünler ve buna benzer başka kuruluşlar ortaya çıktı.

Bu kurumlardan, Osmanlılılardaki ahilik kuruluşunun bir benzeri olan korporasyonlar, Avrupa’da sanatkarların kendilerini koruma ve üretimi düzenleme ihtiyacından doğmuş, onların ekonomik hayatlarını düzenlemiş, varlığını 18. yüzyıla kadar etkin bir şekilde sürdürmüş loncalardı.

18. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransa İhtilali ve sanayi devrimi, batı toplumlarının sosyo - ekonomik hayatlarında yepyeni bir ortama yol açtı. Yeni fikirlerin istihsal hayatına, buhar gücünün makinaya tatbiki, yeni bir ekonomik rejim doğururken, bir çok sorunu da beraberinde getirdi. Nitekim bu dönemde çalışma şartları oldukça kötüleşmiş, emek arzının bol olması nedeniyle ücretler çok düşmüş, kadınlar ve çocuklar en ağır işlerde çalıştırılmış, çalışma süreleri 15-18 saat arasında değişir olmuştur. Kapitalizmin vahşi dönemi olarak nitelendirilen bu dönem, toplumsal yaşamda büyük değişmelere neden olmuştur.

Görüldüğü gibi, zamanla nüfusun artması, sosyal hareketliliğin hızlanması, toplumsal yaşamın karmaşık bir hal alması, “biz” duygusunun yerini “çıkar” anlayışına bırakması, önceleri bireysel düzeyde yapılan bu yardımların eski etkinliğini yitirmesine ve kollektif bir düzeyde ele alınmaya başlanmasına neden olmuştur. Kollektif yardımların en belirgin örneği olarak bizde loncaları, Kıta Avrupasında ise korporasyonları görüyoruz. Üyelerine sağladıkları yardımlarla onların geleceğe yönelik kuşkularını gidermeye çalışan bu kuruluşlar Sanayi Devrimiyle eski önemlerini ve güçlerini yitirince arada kalan boşluğu doldurmak üzere bazı ülkelerde yardımlaşma kurumları ortaya çıkmıştır. Bu kurumlar üretim ve tüketim kooperatifleri kurmakta, hastalık ve ölüm hallerinde yardım sandıkları tesis etmekteydiler.

20. yüz yılda sosyal devlet anlayışının yayılması ve bu anlayışın giderek anayasaların değişmez ilkelerinden biri durumuna gelmesiyle, sosyal güvenlik kurumlarının devletin güvencesi altında, yasal yoldan kurulması ve geliştirilmesi benimsenmiş, bu gelişmelerin ardından da sosyal sigortalar ve diğer sosyal güvenlik kurumları kurulmaya başlanmıştır.

Görüldüğü gibi Batı toplumlarının tarihsel gelişimi, Türk toplumlarının tarihsel gelişiminden oldukça farklıdır. Gerek göçebelik, gerek miri rejimi geleneği, gerekse islam dinînin toplumsal yaşama getirdiği kurallar Türklerde sosyal yardım anlayışının batıdan farklı biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle bir takım kurumların her iki toplum yapısında da aynı biçimde ve aynı doğrultuda oluşması beklenemez. Örneğin lonca teşkilâtı her iki toplumda da sanatkarların oluşturduğu, onları korumayı amaçlayan bir teşkilât olmasına rağmen, kuruluşu, kapsamı ve işlevleri bakımından birbirinden oldukça farklıdır. Batıda loncalar, genellikle belli bir işi yapan kişilerin mesleki çıkarlarını korumak için geliştirdikleri, çırak ve kalfanın fazlaca etkin olmadıkları bir kuruluş olmasına karşılık, Osmanlılardaki loncalar, çırak kalfa tüm esnafı kucaklayan ve bütün topluma, çeşitli alanlarda hizmet veren kurumlar olmuşlardır.

Türkiye’de, batı benzeri sosyal politika önlemlerinin alınması ancak miri rejiminin çöküntüye uğraması, buna bağlı olarak bu rejimin belirlediği üst yapı kurumlarının ve sosyal yardım anlayışının ve bununla ilgili kuruluşların eski ağırlığını yitirerek, miri rejiminin yerini batı toplumlarının üst yapıyı belirleyici özelliği olan alt yapı unsurlarının alması çabalarının hızlanması ve buna bağlı olarak bu yapının gerektirdiği bir sosyal politika anlayışının uygulanmak istemesi sonucu olmuştur.

Kuşkusuz miri rejiminin çözülmesi ve buna bağlı değer ve anlayışların toplumsal yaşamdan ağırlığını çekmesi kısa bir sürede olmamış, 16. ve 17. yy’dan başlayarak kendini hissettirmiştir. Bu çöküşün yerini batı benzeri bir yapının alması çabaları ise özellikle Tanzimat’tan sonra iyice belirginleşmiş, Cumhuriyet ise bu değişimin en üst düzeyde yaşandığı, sosyal güvenlik önlemlerinin alındığı dönem olmuştur.

Bu nedenlerle batı benzeri sosyal yardım anlayışı ve örgütleri bu dönemlerde (Tanzimat-Cumhuriyet) ortaya çıkmıştır. Fakat Orta Asya Türk, Selçuklu Türk ve Osmanlı Türk toplumlarında, sosyo-ekonomik yapılarına ve çağın gereklerine uygun ve günümüzde sosyal politika önlemleri olarak adlandırılan bir dizi önlemler en radikal bir biçimde alınmaya çalışılmış, sosyal yardıma muhtaç kişilerin oluşmasına engel olacak bir düzen kurulmuş, ayrıca bu yardımlara hala muhtaç kişilerin olabileceği düşünülerek diğer bir takım kurumların yerleştirilmesine çalışılmıştır. Özellikle İslâm dinînin koyduğu kurallarla yardım edilen kişinin onurunun incinmememsine, yardım eden kişinin de bu davranışından dolayı kişisel bir çıkar amaçlamamasına özen gösterilmiştir.

Ne var ki, önceleri dinin ve geleneklerin şekillendirdiği ferdî davranışlarla karşılanabilen sosyal riskler, nüfusun artması ve toplumsal ilişkilerin karmaşıklaşması sonucu, giderek, örgütlenmiş kurumlar aracılığıyla karşılanmaya başlanmış ve böylece sosyal sigortalar gibi, yeni sosyal güvenlik kurumları ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi nüfusun artması, toplumsal ilişkilerin karmaşıklaşması, batıda özellikle sanayi devriminden sonra karşılaşılan olgulardır. Bizde ise özellikle Cumhuriyetin ilanından sonra nüfusun giderek artacağı, sosyo-ekonomik yapının karmaşıklaşacağı, sosyal yardımların artık eskisi gibi bireysel ve dinsel kökenli ilgilere bırakılamayacağı düşünülerek, sosyal yardımların yasalarla desteklenmesine ve sosyal sigorta kurumlarının kurulmasına geçilmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak, hükûmetler sosyal kökenli konularla ilgilenmeye başlamışlardır. Atatürk’ün kurduğu modern ve laik Türk Devleti ve Cumhuriyeti’nin, ulusu sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir bütün olarak görmesi, sosyal politika açısından, sosyal güvenlik adına atılabilecek her adımı destekleyeceğinin bir ifadesi olmuştur. Nitekim Türkiye’de bugün, Sosyal Sigortalar Kurumu, T.C. Emekli Sandığı, Esnaf ve Sanatkârlar ve diğer bağımsız çalışanlar için Güvenlik Kurumları, Banka ve Sigorta Şirketlerine ve Kurumlara ait Sandıklar, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi çalışanlara hatta çalışmayanlara hizmet veren sosyal güvenlik kurumları bulunmaktadır.



(*) Gazi Üniversitesi Meslekî Yaygın Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi .

(1) Hasan Ali Koçer, Türk Düşüncesinde Sosyal Yardım Fikri, 1978 (teksir), s. 5.

(2) Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, 1971, s. 61.

(3) Aynı eser, s. 95.

(4) Aynı eser, s. 66-67.

(5) Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1974, s. 51-52.

(6)Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1999’a), Alfa Yayın No: 525, 7. Baskı, 1999. s. 46-47.

(7)Veysi Erken, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahilik, Seba Yayınları, 1998, s.43, 74.

(8) Aynı eser, s. 68-70.

(9) Aynı eser, s. 91-93.

(10) Neşet Çağatay, a.g.e. s. 101-102.

(11) Neşet Çağatay, a.g.e. s. I60.

(12) Nilgün Çelebi, Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumları, Basılmamış Bilim Uzmanlığı Tezi, Ankara 1975. s. 8

(13) Şakir Berki, “Vakfın Mahiyeti”, Vakıflar Dergisi, Sayı, V111, s.1-7.

(14) Hasan Ali Koçer, a.g.e. 26-29.

(15) Sadri Aksoy, Türkiye’de Sosyal Güvenlik, Ankara 1960, s. 8.

(16) Aynı eser, s. 8-10.

(17) Sait Dilik, Türkiye’de Sosyal Sigortalar, Ankara 1972, s. 9.

(18) Sosyal Güvenlik ve Tarım Sektörü, Türkiye Ziraat Odaları Birliği Yayınları, No: 87, Ankara 1973.

(19) Cahit Talas, Üçtimai Üktisat, Ankara 1961, s. 8-10. ; Neşet Çağatay, a.g.e. 73-80.

(20) Hasan Ali Koçer, a.g.t. s. 31.