MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ

Sayı 151

Temmuz, Ağustos, Eylül 2001


Çocuk Hakları Açısından Türkiye'de Çocuk Olgusu

Doç. Dr. İsmail DOĞAN (*)

GİRİŞ

Türkiye 65 milyon nüfusuyla Avrupa’nın beşinci, Ortadoğu’nun birinci ülkesidir. Türkiye bu açıdan dünya sıralamasında ilk 20 ülke arasında yer almaktadır. Ülke nüfusu tabanda geniş, yukarıda ise 50 yaşın üzerinde daralan bir yaş piramidine sahiptir. Piramidin geniş tabanı çocuk ve gençlerden meydana gelmektedir.

1990 nüfus sayımı sonuçlarına göre çocuk nüfusun toplamı 28.909.200’dir. Bu sayının genel nüfusa oranı % 41.78’dir. Çocuk nüfusun % 42.37’si erkek, % 48.64’ü kadındır. Bu istatistikler Türkiye’nin Batılı ülkelerle karşılaştırıldığında önemli ölçüde çocuk nüfusa sahip olduğunu gösterir. Çocuk sayısındaki bu ciddi göstergeler Türkiye’de çocuk nüfusun devlet ve toplum için önemli bir toplumsal olgu olduğuna tanıklık etmektedir.

Türkiye, çocuk hakları sözleşmesini imzalayarak yürürlüğe koymak suretiyle çocuk nüfusun empoze ettiği sorunlara evrensel ölçütler çerçevesinde yaklaşmayı da kabul etmiş olmaktadır. Türk toplumunun çocuk konusundaki geleneksel değerleri ile bu evrensel ölçütler büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu bakımdan çocuk hakları sözleşmesinin süratle kabulü ve yürürlüğe konmasının önemli bir nedeni de budur. Burada sorun sözleşmenin ön gördüğü hakların aynı ölçüde hayata geçirilmesi şartlarının da aynı hızda oluşturabilmesidir.

Türkiye’de kültürün geleneksel değerleri çocuk haklarının köklerini Batılı oluşumlardan çok öncesine götürmektedir. Bu çerçevede henüz Tanzimat döneminde çocuk hakları teriminin bazı aydınlarca tıpkı insan hakları teriminde olduğu gibi telâffuz edilmiş olması şaşırtıcı değildir. "Çocuklarımızın terbiye ve eğitimini daha kendi çocuklarımızın haklarını öğrenmemekle mi başaracağız?" (1) şeklindeki bir sitem "çocuk haklarının" uluslararası söyleminden yüzyıl öncesine rastlamaktadır. Tanzimat döneminde çocuğun toplumlar için ifade ettiği önemi çocuk eğitimiyle birleştiren kavramsal çalışmalar da yer almaktadır. Bunların en ilginç ve özgün olanı ise döneminde Maarif Nâzırlığına (Eğitim Bakanlığına) kadar yükselen bir aydın ve düşünce adamı olan Münif Paşa’ya ait olanıdır. Türk düşünce tarihinin ilk popüler bilim dergisi olan Mecmua-i Fünûn’da yayınlanan bir makalesi bugün bile geçerli ve değerli olan çocuk analizidir.

Münif Paşa bu makalesinde çocuğun topluma hazırlanması hususunun toplumda tam bir bilinçsizlik ve kayıtsızlık sorunu olduğunu nedenleri ve sonuçlarıyla irdelemektedir. Bu açıdan Osmanlı ile Avrupa’nın bir karşılaştırmasını yapan Münif Paşa Avrupa’nın çocuğun eğitimini ne denli ciddiye aldığını ve önemsediğini şu cümlelerle gözler önüne sermektedir: Çocuk eğitimi Avrupalı anne ve babalar için çok önemlidir. Çünkü onlar dünyaya getirdikleri çocuklarının her şeyden önce öğrenim harcamaları ile ilgilenmektedirler. Bu çerçevede çocuk, bir süre anne-babalarının bulunduğu yerde okula devam eder. Burada başlangıç bilimlerini (mukaddemât-ı ilmiyeyi tahsil ettikten sonra) öğrendikten sonra büyük üniversiteleri bulunan uzak kentlere gönderilirler. Bu masrafları anne-babalar memnuniyetle karşılamaktadırlar. Üniversite öğrenimini müteakip memleketin en uzak köşesine seve seve hizmete giderler. Çocuklar, özellikleri gereği ilim ve ma’rifetin önemini kavrayamadıklarından oyun ve eğlenceye dalarlar. Bu durumda anne ve baba zaman zaman tatlılıkla, zaman zaman da tatlı sert, onları ilim ve  edebe yöneltirler. Devletler de işte böyle, anne-babanın çocuklarına muameleleri gibi, ülke çocuklarını tatlılıkla ilim ve irfana yöneltmenin çarelerini  ararlar. Hatta bazı Avrupa devletleri yedi yaşına varmış gerek kız, gerekse erkek çocuklarını mektebe koymayan pederleri (anne babaları) tecrim ile (cezalandırmak suretiyle) ilim ve ma’rifetin yaygınlaşmasına  özen gösterirler.

Görüldüğü gibi yazara göre Avrupa’da öncelik  çocuk eğitimine  yatırımda ortaya çıkarken; Osmanlı’da ise çocukların küçük yaşlarda evlendirilmelerinde belirginleşir. Üstelik çocukların küçük yaşlarda evlendirilmesinde her türlü masrafı göze alan anne-babalar sıra onların eğitimine geldiğinde masrafları göze alamazlar. Münif Paşa bu makalesinde önemli bir noktaya parmak basmaktadır: Çocukların dövülmesi olayı. Çocuk eğitiminde önemli bir yanılgı da çocuğun dayak ile eğitilmesidir. Haklarında her türlü iyi muamele gereken çocuklara böyle bir terbiye reva görülmemelidir. Bunun yerine aşamalı olarak çocuklara şu yöntemler uygulanmalıdır: Öğrencileri, çocukları uygun lisan ile uyarmalı, oturdukları yeri değiştirmeli, bir süre mektepte alıkoymalı, kabahatine göre dersi yirmi otuz kere yazmaya mecbur kılınmalıdır. Esasen dayak çocuk bedenine zarardan çok, onun ruhunu tahrip etmektedir. Bu yöntemin kabul olunmaz yanı da budur. Çünkü genellikle bu tahammül edilemez hareket kendilerine reva görülen çocuklar, zamanla yapılan hakarete alışarak gururlarını da kaybederler (2).  .

Kültürdeki bu kavramsal önceliğe rağmen Türk toplumunda çocuk olgusunun duygu (şefkat ve merhamet)  ve fayda  karışık yaklaşımlara konu olduğu görülmektedir. Bu durum çocuğun toplumsallaşması dahil olmak üzere çocuk hakkında yapılan bütün çalışmalarda başat bir öğe olarak ortaya çıkmaktadır. Açıkçası görünürde varı-yoğu çocuk olan bir toplumun gerçekçi politika ve uygulamalar gerektiğinde bu olguyu görmezden gelmesini düşündürecek bir tablo ortaya koyması son derece düşündürücüdür.

UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) Genel Müdürü James Grant 1986 yılında Türkiye’ye geldiğinde dönemin Cumhurbaşkanı’na çocukların aşılanması kampanyasında gösterilen başarı nedeniyle bir plaket vermişti. Grant, plaket töreninde yaptığı konuşmada aynen şöyle diyordu: "Türkiye’nin geçen yıl gerçekleştirdiği aşı kampanyası, dünya kupası final maçına benzetilebilir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren de bu takımın Maradona’sıdır."

James Grant Türkiye’nin çocuk aşısı konusunda yürüttüğü kampanyayı çok başarılı bulmuş olmalı ki bu başarısı nedeniyle Türk uygulamasını benzer kampanyalar içinde adeta bir final olarak takdim etmektedir. Söylendiğine göre dünya çapındaki bu kampanyada Türkiye Devletinin Cumhurbaşkanı kadar konuyu benimseyen devlet adamı olmamıştır. Mister Grant’ın şaşkınlığı  biraz da bundan. Olaya gönderme yapan Prof. Soysal, şöyle bir değerlendirme yapmaktadır : "Bilmez ki Türkiye’de çocuk denince, Cumhurbaşkanı’ndan köydeki çobana kadar hepimizin yüreği bir başka titrer. Çocuğa bu kadar düşkün bir başka toplum bulunmadığını rahatlıkla söyleyebilirsiniz." (3).

Türk toplumundaki çocuk olgusu konusunda geleneksel değerlerle toplumsal gerçekliğin aynı ölçüde paralel gelişmediği gözlenmektedir. Toplumun duygusal çocuk kültürünün nasıl oluyor da faydacı (pragmatist) kültür ve değerlere yöneldiği ise gerçek bir araştırma konusudur.* Çocuğu, aileyi tamamlayan bir unsur; sevgi, neşe ve mutluluk sağlayan bir varlık olarak tanımlayan toplumsal kültür bu felsefeyi günlük yaşamda ilginç bir biçimde ertelemekte, faydacı değerleri ön plana çıkarmaktadır.

Faydacı değerler, manevi değerlerin önüne geçtiği oranda çocuğun istem dışı hayata zorlandığı görülür. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çocuk ve çocukluğun pek iç açıcı olmayan toplumsal bir gerçekliğine tanık olunmaktadır. Bu tablo dünyadaki benzerlerine uygun olarak güç koşullar altındaki çocuklar olgusu başlığı altında incelenebilir.

GÜÇ KOŞULLAR ALTINDAKİ ÇOCUKLAR

Çalışan Çocuklar :

Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde çocuk bürosu kayıtları dikkate alınarak yapılan bir araştırmaya göre çocuk işçilerin % 35’i 13 yaşından küçüktür. Çocuk Hakları Sözleşmesine aykırı olan bu tabloyu Devlet İstatistik Enstitüsü rakamları da doğrulamaktadır. Buna göre;

  • 12-14 yaş arası 2 milyon 784 bin  239 çocuktan % 21.96’sı çalışmaktadır. Bu grup toplam nüfusun % 4.3’ünü oluşturmaktadır.
  • 15-18 yaş arası 5 milyon 372 bin 624 çocuktan % 39.72 si çalışmaktadır. 

Bu oranlara dahil edilmeyen 12 yaş altında bir çok çocuk sokak ve işyerlerinde yasalara ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak çalıştırılmaktadır. Bu oranların toplam rakamsal ifadesi yaklaşık üç milyondur. Bu konudaki  daha kapsamlı veriler ise yine Devlet İstatistik Enstitüsü’nün bir araştırmasında belirginleşir. Bu araştırmaya göre Türkiye’de 6-14 yaş grubundaki çocukların % 30’u çalışmaktadır. Bu oran kızlarda erkeklere nispetle daha yüksektir. Kızların çalışma oranı % 30-40 düzeyindedir. Buna karşılık erkek çocukların oranı  % 20’lerde kalmaktadır. Ancak kırsal alanlarda bu oran % 30’a ulaşabilmektedir (4).

Çocukların dörtte üçü ev işlerinde çalışmaktadırlar. Beklenebileceği gibi bu oran erkek çocuklarında daha azdır, ama Türkiye ortalaması olarak % 62 düzeyindedir. Aynı oran kentlerde daha yüksektir. Yalnızca iktisadi (ekonomik) işlerde çalışanlar göz önüne alındığında, çocukların % 8.48’i çalışmaktadır. Bu oran erkek çocuklarında, kız çocuklarındakine kıyasla daha yüksektir. (Erkeklerde % 9.78, kızlarda % 7.10). Aynı şekilde  ekonomik işlerde çalışanların oranı kırsal alanlarda daha yüksektir (%13-16). Çalışan çocukların yarısından fazlası 12-14 yaş grubundadır. Bu yaş grubundakilerin ekonomik işlerde çalışan çocuklar içindeki ağırlığı daha fazladır. Bu ağırlık okula devam etmeyen ve iktisadi işlerde çalışan çocuklarda % 90’a ulaşmaktadır (5). Bu tabloyu daha açık olarak şöyle okumak da mümkündür: Türkiye nüfusunun yaklaşık 19 milyonunu oluşturan 6-19 yaş grubu çocuk ve gençlerin % 19’u çalışmaktadır. Bu grubun en yoğun istihdam edildikleri ekonomik faaliyet kolu ise  tarımdır (% 62.3). Bu sektörü sırasıyla imalat (% 15.6)  konfeksiyon, metal, çimento, tekstil, ağaç işleri), ticaret (%9.2), hizmet (%7.8) sektörleri izlemektedir.

6 - 14 yaş grubundaki çocuk ve gençlerin % 95 gibi tamamına yakın bir kısmı 1 ile 24 kişinin çalıştığı küçük ve orta ölçekli işletmelerde istihdam edilmektedirler. Bunların % 86’sı 1-9 çalışanın bulunduğu küçük ölçekli işletmelerdir. Bu istatistikler kayıt dışı alanları kapsamamaktadır. Asıl  çocuk çalışması işte bu boyuttadır. DİE’nün verilerine göre 12 yaş ve üzerindeki toplam 8 milyon ücretlinin % 30’u, yani 2.5 milyonu kayıt dışında bırakılmıştır. Ayrıca Türkiye’de çocuklar informel sektör olarak adlandırılan ayakkabı boyacılığı, otoparkçılık, oto cam siliciliği, kağıt, pet şişe, kutu toplama işleri gibi kayıt dışı işlerde de yoğun olarak çalışmaktadırlar.

Tablo I: Türkiye’de Çalışan Çocukların Sayısal Durumu

 

Çalışan Çocuk Sayısı

İktisadi Alanda Çalışanlar

Evlerde Çalışanlar

Erkek

1.557.534

597.647

959.888

Kadın

2.290.295

410.372

1.879.923

Toplam

3.847.830

1.008.019

2.839.811

Kaynak:D.İ.E., 1995.

Bütün bunların  anlamı ise şudur: Tıpkı geleneksel kültürlerde ve eski Türk toplumlarında olduğu gibi Türkiye’de çocukların önemli bir bölümü çocukluklarını yaşamamaktadır. Çocukluk diye özel  olarak yetişilmesi ve yaşanılması gereken bir dönem onlar için yoktur. Onlardan aileleri süratle yetişip erginleşmelerini, bir an önce yetişkin -adam- olmalarını beklemektedir. Çünkü aile bütçeleri yetişkin çocukların katkılarına acil ihtiyaç duymaktadır.

Çocuklara Fiziksel Ceza ve Şiddet :

Fiziksel darp ve ceza  çocuklara yapılan istenmeyen uygulamaların başında gelmektedir. Aile ortamındaki bu istismar biçimi  bir çeşit terbiye yöntemi olarak zaman zaman yasak olmasına rağmen eğitim kurumlarında da görülmekte ve duyulmaktadır.

4-12 yaşlar arasındaki 50.473 çocuk üzerinde yapılan bir araştırma çocukların cinsiyet farkı olmaksızın % 62.60’ının fiziksel cezaya maruz kaldıklarını ortaya koymuştur. Bu araştırma, "bütün  yaş gruplarında fiziksel ceza alan çocukların fiziksel ceza almayan çocuklara göre çoğunlukta olduğunu da ortaya koymaktadır. Buna göre bütün yaş gruplarında çocukların yaklaşık % 60’ına fiziksel ceza uygulandığı görülmektedir." (6).

Bu ve benzeri araştırmalar Türk toplumunda çocuk eğitimi konusunda disiplin yöntemi olarak fiziksel cezaya başvurmanın diğer disiplin yöntemlerine göre daha fazla olduğunu göstermektedir. Oysa gelişmiş  ileri ülkelerde, "bilerek aşağılama, sevgiden yoksun bırakma, sürekli çekiştirme, kötü (öcü, şeytan vs.) ruhları çağrıştırarak korkutma gibi çocuğun ruhuna zarar verecek (...)" (7) nitelikte psikolojik taciz ve baskıların denetimi ile ilgili  önlemler ve uygulamalar üzerinde çalışılmaktadır. Çünkü modern pedagoji fiziksel cezalar kadar manevi (ruhsal) cezalarla da ilgilidir. Fiziksel cezanın çocukta ve çocuğun ruhunda yaptığı tahribatın daha önemli ve etkili olduğu düşünülürse modern pedagojinin işin bu yönüyle neden bu denli ilgili olduğu ortaya çıkar.

Fiziksel tacizin şiddete yönelen boyutu üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Bu konu yalnızca anne babaların çocukları üzerindeki fiziksel taciz ile sınırlı değildir. Ailenin dışında okul, sokak, medya ve hatta bütün bir toplum şiddeti yaratan, körükleyen ve ateşleyen kurumlara ve ortamlara dönüşebilmektedir. Toplumda bu geniş sorumluluk ağı kendine düşenleri gereği gibi yerine getirmediği zamanlarda aile kaçınılmaz bir şiddet ortamına dönüşmektedir. Aile içi şiddetin doğrudan kurbanları olan çocukların olası tepkileri ve kişilik özellikleri ise şiddeti uygulayanlara (anne-babalara) derin bir nefret yoğunlaşmasıyla belirginleşmektedir. Aile Araştırma Kurumu’nun  bulguları bu önermeyi doğrulamaktadır: "Şiddet uygulanan hanelerin % 74.5’inde çocuklar şiddete şahit olmaktadırlar. Şiddeti gözlemleyen çocukların gösterdikleri tepkilerin içinde en sık rastlananı % 54’lük bir oranla ‘korku’ olmuştur. Örneklemin % 8.4’ü çocukların yaşının henüz bir şey anlayamayacak kadar küçük olduğunu belirtmiştir. Çocukların % 16.4’ü tepkilerini ‘babayı sevmemek’ şeklinde göstermektedirler. Şiddete tanıklık eden çocukların % 6.9’u ‘hiç ses çıkartmamakta’dır. Çocuklarda görülen davranış bozuklukları ise şöyledir: Çocukların % 4.9’u içlerine kapanmaktadır; % 4.9’u ise saldırgan davranışlara yönelmektedir." (8)

Türkiye’de şiddet konusunda medyanın gerekli duyarlılık içinde olduğu tartışmaya açıktır. Özellikle Türk özel televizyonlarında haftada ortalama 600 filmde öldürme, yaralama, soygun ve şiddet sahnelerinin yanı sıra pornografik sahnelerin bolca olduğu filmler çocukların izleyebilecekleri saatlerde sakınılmadan gösterilmektedir. Medya bu tür haberlerde tarafsız bir görünüm içinde olmakla birlikte bu tür haberleri yayınlama sıklığı düşünülürse, adeta insanlara şiddeti kanıksatan bir rol ortaya çıkmaktadır. Namusun temizlenmesi gereken bir şey olduğu, eve geç gelen kızın dövülmeyi hak ettiğini ima eden bu tür haberlerde medya hiçbir şekilde eğitici rol ve misyon üstlenmemektedir.

Sokak Çocukları :

Türkiye’de İstanbul, Ankara gibi büyük kentler aile içi baskıdan, şiddet ve tacizden kaçarak kurtuluşu sokakta arayan binlerce çocuk bulunduğu tahmin edilmektedir. Sokak Çocukları Derneği başkanı Yusuf Kulca sadece İstanbul’da 20 bin dolayında  sokak çocuğu olduğunu belirtmektedir. Kulca’ya göre Türkiye genelinde bu rakam 80 binlerdedir (9).

Metropol çevrelerinde bu gelişmelere bağlı olarak "kriminal çocuk alt kültürleri"  oluşmaya başlamıştır. Bu durum daha çok sokak çocuklarının sokaklarda karşılaştıkları tehlike ve risklerin bir sonucudur. Buna bağlı olarak tiner ve bali (bally) koklama, hırsızlık, fuhuş, yankesicilik vb. suçlar sokak çocuklarının olası davranış sapmaları olmaktadır. Büyük kentlerde tiner ve bali koklayan çocukların tipik bir kriminal çocuk alt kültürü haline gelebildikleri Türkiye’nin son döneminde dikkat çekici olaylarla kanıtlanmaktadır. Bu çocuklar banliyo trenlerinde  yolculara, sokaklarda gözüne kestirdikleri insanlara ve özellikle bayanlara saldırmakta cana ve mala kast etmektedirler. Kuşkusuz bu durum çocuk suçluluğunu artıran bir etken olmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü verileri bu bağlamda çocuk suçluluğunun artma eğiliminde olduğunu göstermektedir. 1998 yılı itibariyle çocuklar Türkiye’de 20 bin 311 suç işlemiştir. 10-18 yaş grubundaki çocukların işlediği suçlar arasında ilk sırayı hırsızlık almaktadır. Yaralama, gasp, darp ve kız kaçırma bunu izleyen diğer  dikkat çekici suçlardır.

Tablo II: 1998 Yılında Türkiye'de Çocukların İşlediği Suç Çeşitleri

Suç Türü

Toplam Suç

Suç Türü

Toplam Suç

Gasp ve Soygun

171

Darp

2148

Öldürme

135

Yaralama

3091

Kasten Yangın Çıkarma

30

Dolandırıcılık

299

Zabıta Kuvvetlerine Saldırı

11

Kumar

29

Meskene Saldırı

87

Tehdit

128

Kız Kaçırma

466

Rüşvet, Zimmet, İrtikap

52

Adam Kaçırma

9

Oto Hırsızlığı

801

Çocuk Kaçırma

12

Diğer Hırsızlıklar

7649

Cebren Irza Geçme

86

Uyuşturucu Kullanma

52

Zina

40

Terör Suçları

54

Irza Tasaddî

117

Malî Kaçakçılık

44

Polise Hakaret ve Mukavemet

114

Silâh Kaçakçılığı

11

Devlet Memurlarına Hakaret

45

Diğer Suçlar

4118

Ruhsatsız Silâh Taşımak

512

   

Kaynak: Sabah, 25.7.1999.

Çalışan sokak çocukları ile ilgili sınırlı alan araştırmaları da, çocukların sosyo-ekonomik ve eğitim düzeyi düşük olan ailelere mensup olduklarını ortaya koymaktadır. Bu çocuklar hane halkı büyüklüğü açısından da çok nüfuslu kalabalık ailelere mensupturlar. Bu konuda İstanbul Kadıköy semtindeki bir araştırma şu karakteristik sonuçları vermektedir (10):

- Kadıköy bölgesinde sokakta çalışan çocuklar yoğun olarak bulunmaktadır. Tanımlanan bölgede kışın 450-500 çocuk, yazın ise 1000’i aşkın çocuk olduğu düşünülmektedir.

- Çocuklar ağırlıklı olarak 12-15 yaş grubunda (% 77’si) olmakla birlikte, 6-11 yaş grubundaki çocukların sayısı da azımsanamayacak düzeydedir (% 19’u).

- Çocukların çoğu alt toplumsal ekonomik düzeydeki ailelerin çocuklarıdır. Ailelerin eğitim düzeyleri düşüktür. Hane halkı büyüklüğü açısından çok nüfuslu kalabalık ailelerdir.

- Çocukların % 33.5’i İstanbul’da ailesinin yanında kalmakta, % 22.5’i akraba veya uzak bir tanıdık yanında kalırken, % 42.8’i ‘bekarevlerinde’ kalmaktadır. Beslenme, sağlık ve hijyenik açıdan son derece kötü koşullarda yaşamaktadırlar.

- Eğitim düzeyleri açısından çoğu ilkokulu bitirdiğini belirtirken (% 82.4’ü), okur-yazar olduklarını belirtenlerin oranı % 15.38’dir.

- Okulu bırakma ya da daha üst düzeyde eğitime devam etmeme nedenleri arasında "ekonomik nedenlerle okulu bırakanların oranı % 54.4 iken, terör nedeni ile İstanbul’a göç ettiklerini ve yine aynı nedenlerle okulun kapatıldığını belirtenlerin oranı % 23’tür. Kendi isteği ile okulu bıraktıklarını belirtenlerin oranı ise % 18 olarak ortaya çıkmıştır ki burada kendi isteği ile aile geçimine katkıda bulunmak için çocukların okulu bırakmalarına ek olarak okulun iticiliği nedeniyle de okulu bırakmaları söz konusudur.

- Çocukların % 79’u işten hoşnut olmadıklarını belirtmişlerdir. İşi sevmeme nedenlerini "pis iş, zor iş, güvencesi olmayan iş" olarak açıklamaktadırlar.

-Çocuklar kazandıkları parayı kendi gereksinmeleri (barınma, beslenme gibi ihtiyaçlar) için ve  ailelerin gereksinimlerine doğrudan katkıda bulunmak için harcadıklarını belirtmektedirler. Günlük kazanç miktarı açısından % 87.9’unun asgari ücret üstünde para kazandığı belirlenmiştir.

- Sigara kullanımı çocuklar açısından yaygın olmakla birlikte alkol ve kumar alışkanlığı yerleşik bir davranış değildir.

- Çocukların zaman zaman polis ve özellikle zabıta ile ilişkileri olabilmektedir. % 55’inin bir şekilde polis ve zabıta ile ilişkisi olmuştur. Yanlış tutuklama, kimliksiz dolaşma polis ile; boya sandığının alınması zabıta ile ilişkilerinin başında gelmektedir.

- Sürekli olarak fiziksel ve zihinsel açılardan sağlıksız ortamlarda bulunmakta bunun doğal sonucu olarak fiziksel, duygusal ve cinsel istismara uğramaktadırlar.

Bu araştırma sonuçlarından da anlaşılacağı üzere sokak çocukları deyimi homojen bir olguyu ifade etmemektedir. Bu bağlamda Türkiye’de sokak çocukları denildiğinde üç farklı kategori ortaya çıkmaktadır: 1. Grup. Aileleriyle sürekli ilişkisi olan çocuklar, 2. Aileleriyle zaman zaman  ilişki kuran çocuklar, 3. Aileleriyle hiç ilişkisi olmayan çocuklar. Türkiye’de her üç kategoriye dahil olan çocuklara yönelik bir takım yasal düzenlemeler ve uygulamalar olmakla birlikte, konuyu bütünsel olarak ele alan bir politika yoktur.

Sokak çocuklarıyla ilgili ve yukarıda bir örneği yer alan sınırlı araştırmalardan yola çıkılarak bazı genel sonuçlar çıkarılabilir. Buna göre Türkiye’de;

- Sokak çocuklarının çoğunluğunun ergenliğin ilk döneminde bulundukları, 13-15 yaş grubunda bir yığılma olduğu gözlenmektedir.

- Sokak çocukların tamamına yakınını erkek çocuklar meydana getirmektedir.

- % 82’ye varan bir oranda parçalanmış ailelerin çocuklarından meydana gelmektedirler.

- Ailelerinin sosyo-ekonomik durumu oldukça düşüktür (11). 

Sokaklarda yaşayan çocuklar tüm zararlı  alışkanlıkları edinme riski altındadırlar. Bu durumda sadece kendileri için değil toplumun tüm kesimleri için bir risk oluşturmaktadırlar.

Sokak çocuklarının söz konusu risklerden arındırılarak topluma kazandırılmaları konusu devlet kadar gönüllü kuruluşların da görev alanına girmektedir. Ne var ki her iki boyutta da Türkiye’de yeterli girişim ve organizasyonlar son derece sınırlıdır. Bu sınırlı kuruluşların başında ise "Sokak Çocukları Rehabilitasyon Merkezleri" gelmektedir. Türkiye’de bu merkezler Ankara’nın dışında yalnızca İstanbul, Mersin, Diyarbakır, Adana,  Antalya ve İzmir’de bulunmaktadır.  Buralarda verilen hizmetleri Ankara özelinden yola çıkarak şöylece özetlemek mümkündür:

- Günlük sıcak yemek verilmektedir.

- Çocukların periyodik sağlık kontrolleri yapılmakta, acil durumlarda ilk yardım ve tedavi hizmetleri verilmektedir.

- Okula giden çocuklara destek kursları düzenlenmektedir.

- Okuyamayacak durumda olan çocuklar için meslek edindirme ve kalıcı, sağlıklı işe yerleştirme çalıştırmaları yapılmaktadır.

- Merkeze gelemeyen çocuklara da mobil ekiplerce, bulundukları ve çalıştıkları ortamlara ulaşılarak, yalnız olmadıkları, belediye tarafından sahiplenildikleri vurgulanmakta; sağlık, beslenme vb hizmetler sunulmaktadır.

- Sokak çocukları ve çalışan çocuklarla ilgili kampanyalar ve toplantılar düzenlenmektedir.

Belediyeler bünyesinde çalışmalarını sürdüren bu kuruluşların yanı sıra son yıllarda tamamen sivil girişim olarak tanımlanan bazı gönüllü kuruluşlar (Vakıflar) da bulunmaktadır.

Doğal Felaketler ve Göç :

Çocuk olgusunu tehdit eden, çocukların esenliğini, yaşama hakkını olumsuz yönde etkileyen etkenler arasında doğal felaketler ile zorunlu göçler önemli yer tutmaktadır. Türkiye’de doğal felaket denildiğinde 17 Ağustos 1999 yılındaki Marmara depremi başta gelir. Bu depremde annesiz-babasız ve ailesiz kalan çocukları bu kayıplarının yanı sıra en az bunlar kadar önemli ruhsal sorunlar da tehdit etmektedir. Evlerinin bir anda yerle bir olduğunu gören, anne babasını ve yakınlarını kaybeden çocukların tarifsiz bir psikolojik sıkıntıya düşmüş oldukları açık bir gerçektir. O nedenle bu felaket saatlerce göçük altında kalan çocukların yanı sıra yakınlarını kaybettiğinin farkına varamayan şaşkın, çaresiz ve yapayalnız kalmış binlerce çocuğun öyküsünü de ortaya çıkarmıştır. Çeşitli nedenlerle  Körfez depreminin kesin sayılarının ayrıntılı dokümanı bugüne kadar yapılamadı. Ancak resmi açıklamalara göre yaklaşık 20 bin toplam ölünün en az beş bininin çocuk olduğu tahmin edilmektedir.

Türk toplumu deprem konusunda gerçek bir sınavdan geçti. Çocuk boyutu ise sınavın en ince ve en dokunaklı yanıdır. Annesiz babasız kalan çocuklar için açılan kampanyalarda bu çocukların evlat edinilmesi büyük bir ilgi gördü. Depremzede çocukları evlat edinmek ya da evinde misafir etmek için Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na   on binin üzerinde başvuru olduğu bizzat kurum tarafından açıklandı. Bu konuda vatandaşların talepleri büyük ölçüde karşılanırken depremzede çocuk olarak kurumun elinde çok az sayıda çocuk kalmıştır. Kuşkusuz bu başarı Türk ulusunun çocuk konusundaki duyarlılığının bir sonucudur.

Deprem göç olgusunu da beraberinde getirdi. Yetişkinler gibi bir kısım çocuk ve gençler doğdukları köy ve kasabaları terk etmek mecburiyetinde kaldı. Göç anlamına uygun olarak tarihte ve dünyanın her yerinde olduğu gibi parçalanmış aile olgusunun da başlıca nedenleri arasındadır. Doğal felaketlerin yanı sıra sosyal ve siyasal şartların zorlayıcılığı da göçün önemli nedenlerinden sayılmaktadır. Türkiye 1980’li yıllardan itibaren Bulgaristan’dan ve Kuzey Irak’tan yoğun göç aldı. Ülke içi ekonomik göçler dışında bu tür göçler çok belirgin olarak eğitim, yaşama, sağlık gibi çocukların yüksek yararını doğrudan etkileyen bir olgudur.  

Yerel Çocuk Sorunları:

Bu başlık belirli bir yöreye özgü çocuk sorununa işaret etmektedir. Türkiye’de her bir bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına özgü çocuk sorunlarına rastlanmaktadır. Ülkeye genellemeyen ama bölgelere özgü önemli toplumsal sorun olarak bu tür olayların kayda değer boyutları bulunmaktadır. Bunların başında Karadeniz yöresi gelmektedir. Karadeniz’in, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun bazı yerlerinde kadınlar bağda, bahçede ve tarlada çalışırken erkekler kahvede zaman öldürmektedir. Yetişkinlerin ortaya çıkardığı bu tablo çocuklarda da benzer rol dağılımına neden olmaktadır. Bütün bunlarla tipik bir Anadolu gerçeği betimlenebilir. Samsun’un Bafra ilçesi son yıllarda ulusal basının ilgi odağı haline gelmiştir. Bu ilgi ilçenin her bahar mevsiminde bir çocuk pazarı haline dönüşmesi nedeniyledir. Yılların bir geleneği olan bu uygulamada çevre  ilçe ve illere bağlı yoksul köylüler (Sinop’un Durağan ilçesi Sarıyar ve Biyerdiç köylüleri) altı ve sekiz aylığına (yaz sonuna kadar) çocukları   zengin tarımsal kültüre sahip olan köylülere kiraya vermektedirler. Yaşları on ve  on altı arasında değişen erkek çocuklar bu pazarda sıkı bir pazarlık sonunda mevsim sonuna kadar çalışmak üzere yeni ailelerine teslim edilmektedirler. Çocukların bu süre içinde ne yaptıklarını ise bir çocuk şöyle açıklamaktadır: "Ailemizin durumu iyi değil. Babalarımız  bizi pazara götürerek orada anlaştıkları kişilere kiralıyor. Bizi kiralayan kişinin hayvanlarına bakıyoruz. Tarla işlerini yapıyoruz." (12)

Ulusal basının gündeme getirdiği bu olay uzun yılların yöresel bir alışkanlığıdır. Çocuklarını kiralayan aileler bunun karşılığında 1999 yılı itibariyle aylığı asgari yüz milyon liradan başlayan bir ücret almaktadırlar. Bu alış veriş maddi sıkıntı içinde olan ailelere belirgin bir rahatlama getirirken çocuk kiralayan aileler içinde tarımsal hayatın canlandırılmasında büyük bir katkı olarak düşünülmektedir. Aslında bu açıdan alış verişin tarafları için sorun yoktur ve her iki tarafta durumdan son derece memnun görünmektedir. Zaman zaman pazara baskın düzenleyen polisin ve bu çerçevede ortaya çıkan polisiye önlemlerin olayın bu yönü dikkate alındığında pek fazla bir çözüm olamayacağı ise son derece açıktır.

Yerel çocuk görünümlerinin bir bölümü de Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgesinden yansımaktadır. Bölgedeki ayrılıkçı terörle birlikte yoksulluğun biçimlendirdiği bir tablodur bu. Bu tabloda yöre içi göçlerle, yoksulluk bölgede çocuk olmanın güçlüklerini de beraberinde getirmektedir. Mezralardan ve köylerden göç ile hızlı nüfus artışı kentlerin varoşlarını çocukların yaşam mücadelesine dönüştürmüştür. Yaşları 7-15 arasındaki bölge çocuklarının büyük bir kısmının ayakkabı boyacılığı, çöp toplayıcılığı yaptıkları zaman zaman basına konu olan çocuğun yaşam mücadelesi örnekleridir.

Doğudaki göç olgusunun çocuk üzerine etkilerini ele alan bir araştırmada olayın önemi şu şekilde anlatılır: "Bölgede aileler çok çocuklu bir yapıya sahip olduğundan göç eden nüfusun yarısından fazlasını çocuklar teşkil etmektedir. Yoğun ve her iki tarafın da (göç veren ve alan) hazırlıksız yakalandığı bu göç dalgasından en büyük ve kalıcı zararı hiç şüphesiz çocuklar görmüş ve görmeye devam etmektedir. Zira iç çatışmalar ve bunun doğal sonucu olan göçler çocuklara hayatlarının sonuna kadar izlerini taşıyacakları acılar tattırmaktadır. Kendilerini dış etkilerden koruyamayacak yaşta olan küçük insanlar olaydan çok boyutlu olarak etkilenmektedirler." Yazar, bu etkileri şöyle sıralar (13):

- Göç sonucu çocuklar yeni doğal ve toplumsal çevre ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu yeni çevrede öncelikli sorun barınma olayıdır. Çünkü hemen hemen bütün çocuklar çadırlarda yaşamışlar, daha sonra ise bir şekilde iskan bölgesine dönüştürülen elverişsiz mekanlara yerleştirilmişlerdir. Bu süreç çocuklar için iki kez çevre değişimi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu çocuklar iki kez doğal ve toplumsal çevre değiştirmek gibi bireysel ve toplumsal şoku da birlikte yaşamak zorunda kalmaktadırlar.

- Göç sonucunda çocukların kamplarda yaşamak zorunda kalmaları. Özellikle kamplarda aileler çok sıkışık durumda yaşamaktadırlar. Kampların mutfakları dahi yatacak-oturulacak mekanlara dönüştürülmüştür. Yakın akraba 2 veya 3 aile aynı konutta yaşayabilmektedir. Bu aynı mekanda 20-25 kişilik nüfusun bir arada yaşaması demektir ki böyle bir ortamda hiç bir ailesel fonksiyonun yerine getirilemeyeceği ortadadır. Bu durumdan hiç kuşkusuz ki en çok etkilenen yine çocuklar olmaktadır.

- Göçerlerin belirli ve istikrarlı bir işe sahip olmamaları onların ekonomik açıdan sıkıntı ve sorunlar yaşamalarına neden olmaktadır. Bu durum  çocukları da etkilemektedir. Çocuklar zorunlu olarak küçük çaplı işler yapmaktadırlar. Seyyar satıcılık, ayakkabı boyacılığı, kağıt toplama gibi işlerle aile bütçesine destek sağlamaktadırlar. Bu işleri de çocukların çok az bir kısmı bulabilmektedir. Ekonomik güçlükler, iş bulamama ve açlık tehlikesi, hırsızlık gibi yüz kızartıcı suçları artırma ortamını oluşturan başlıca faktörlerdir. Çocukların asli görevi olmayan bu çalışmalar onların temel sorumluluklarını yerine getirmelerini büyük ölçüde önlemektedir. Tüm bunların yanında dengeli beslenme ve giyinme de tam bir sorun teşkil etmektedir.

- Göç sırasında yaşanan güçlükler bir çok çocuğun hastalanmasına, bir kısmının da ölmesine yol açmıştır. Çocuk ölümlerinin zaten fazla olduğu bölgede göçle birlikte gelen olumsuzluklar bu oranın artmasına sebep olmuştur. Bunlarla birlikte özellikle yaz aylarında salgın hastalıkların oluşması için uygun bir ortam bulunmaktadır. Çünkü göçerlerin büyük bir bölümü toplu olarak ve sağlık açısından olumsuz bir şekilde yaşamaktadırlar. Bazı kentlerde yaz aylarında tifo salgını ve bulaşıcı hastalıkların arttığı gözlenmektedir.

- Eğitim göçerlerin bir başka sorunudur. Göçerler için eğitim öncelikli sorun olarak görünmemektedir. Araştırmaya katılanların hiç biri çocukların eğitimini öncelikli sorun görmemektedir. Onlar için önemli olan ekonomik ihtiyaçlardır. Devlet güç koşullara rağmen eğitimi göçmen kamplarına taşımaktadır. Ancak eğitimden beklenen randıman alınamamaktadır. Çocuklar eğitim araç ve gereçlerinden yoksun oldukları gibi barındıkları mekanların konumu ve ailenin kalabalığı açısından da ders imkanları bulunmamaktadır. Bu yüzden eğitim açısından kendi akranlarının gerisinde kalmaktadırlar. Öyle ki kendi  yaşıtlarının hayran olduğu Nasreddin Hoca’yı, bir okulda üçüncü sınıf öğrencilerinden hiç biri tanıyamamıştır. 

Doğuda çocuk olmak yerel bir farklılık olarak özgün ayrıntılara sahiptir. Bu durum aynı zamanda kız ve erkek çocuklar için de nitelik ve nicelik farklılığı belirtir. Erkek çocuklar ayakkabı boyacılığı, çöp toplayıcılığı, çiklet ve çekirdek satıcılığı gibi işler yaparken kız  çocukları töre sarmalının derin ve etkili  kıskacında trajik bir yaşama zorlanmaktadırlar. Kız çocukların olası kadınlığını güneydoğunun kültürel sarmalına yerleştiren bir yazar inceleme konusu yaptığı Urfa’da kadın olgusunu "ölümle nişanlanmak" olarak betimlemektedir (14). Bu önermeyi "kadın olmak, ölüme yakın olmak" şeklinde daha açık bir biçimde anlamak mümkündür.

Ünlü, "kadının adı yok" önermesi ise en çok güneydoğu kadınını anlatır. Çünkü, "kız çocuklar çoğunlukla nüfusa kaydedilmez. Kaç çocuğun var diye sorarlarsa sadece erkek çocuklar sayılır. Burada herkes 1 Ocak doğumludur genelde. İlkokula giderken nüfus gerekir, okula gitmediklerinden kâğıt lazım değildir. Evlenirken de imam nikahıyla evlendiklerinden nüfus kâğıdı gerekmez.  Kadını kaybetmek kolaydır, kimse gelip sormaz. (...)  Urfa’da töreye uymayanı erkek ise aşiret, kadın ise erkek cezalandırıyor." (15)

Töreye uymadığı gerekçesiyle öldürülen kadın ve kız çocuklarının trajik öyküsü yöre için olağan bir son olarak kabul edilirken basına yansıyan öyküler zaman zaman Türkiye’yi ve vicdanları sarsmaktadır. 16 yaşındaki Oruç kızın öyküsü 1996 yılının töreyi merkez alan derin ve sarsıcı öykülerin en karakteristik olanıdır. Öykü aynen şöyledir: "Gaziantep-Araban’da 16 yaşındaki Oruç Serin adlı genç kız yasak aşk sonucu hamile kaldı. Oruç bebeğini 7 Haziranda tarlada doğurdu. Bebeğini toprak ve samanla örterek ölüme terketti. Bebek 36 saat sonra 9 haziran günü köylüler tarafından bulunup Araban’a getirilmiş. Güneşte kaldığı için göbek bağı kendiliğinden kurumuş. Tarlada yılan, fare, akrep, köpek gibi bebeğe zarar verebilecek canlıların bulunmasına karşın yavruya bir şey olmaması dikkat çekmiştir. Oruç ise 12 yaşından küçük sabiyi terk etmek suçundan mahkemeye çıkartılmış. Hakim 25 milyon kefalet istemiş. Kefaletini amcası Vakkas Serin ödemiş. Hakim, yörede egemen olan namus için öldürme töresini göz önüne alarak, ‘kefaletini yüksek tutarak kızı ceza evinde alıkoymak ve kurtarmak’ istediğini belirtmiştir. Küçük kadını Fakılı köyündeki amcası Hacı Serin’in evinde dört gün tutmuşlar. İlçe kaymakamı Aydın Ergün ve İlçe Jandarma Bölük Komutanı Mustafa Kuraş, Oruç’un öldürülmesini engellemek için sürekli Fakılı köyüne gitmişler; yanlarına Araban Müftüsü Bayram Tatar’ı da alarak aileyle konuşmuşlar. Aile, kızı hamile bırakan Serdar’ın ailesiyle anlaştığını ve Serdar’a vereceklerini söylemiş; ancak Serdar’ın Alevî olması nedeniyle bu çözüm de imkansız hale gelmiş... Bu kez Serdar’ın ailesinden kendilerine diyet olarak bir kız yani berdel istemişler. Serdar’ın ailesi de kız bulmak için Oruç’un ailesinden 3 günlük süre talep etmiş. Bu üç gün boyunca Oruç’u evde hapis tutan ve yemek vermeyen baba Hamit Serin (47), sürekli ağlayarak kızına ‘biz seni öldürmek istemiyoruz, sen git kendini as’ demiş. Oruç ise, ‘ben kötü bir şey yapmadım, neden kendimi öldüreyim’ diyerek bu isteğe karşı çıkmış. Süre dolduktan sonra 16 Haziran sabahı erkenden baba Hamit, kızını göz yaşları içinde uyandırıp, alnından öpüp ağabeyine teslim etmiş. Büyük ağabey Hüseyin (21) de 05.30’da kızı, Gaziantep’e götüreceğini söyleyerek Fakılı köyünün meydanına getirmiş. Küçük ağabey Hasan da tahta dipçikli 16’lık kırma av tüfeğiyle kızın ensesine 1.5 metreden tek el ateş ederek ailesinin ‘namusunu temizlemiş’ sonra muhtarın yanına gidip, ‘ben kardeşimi çok öfkelenip vurdum’ demiş (....)" (16)

Törenin  bu dehşetli ve zalim pençesinin görece rahatlığı ise erken evliliktir. Yörede kız çocukları çok küçük yaşlarda evlendirilir. Genellikle 15-16 yaşları kız çocuklarının evlilik yaşıdır. Bu durum türkülere, yörenin anonim ağızlarına da girmiştir. Yaşı on beşi bulanlar için "ya eve, ya yâre" denmesi âdettendir. Bir anonim deyişte ise bu tema şöyle işlenmektedir:

 13-14 yaş arası evlilik yaşı

Bir kaç ay sonra gelir

Yaktın başlık parası

Yıktın başlık parası

Ayırdın başlık parası (17)

Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 7. Maddesi çocuğun doğumdan itibaren bir isim hakkına sahip olduğunu vurgular. Çocuğun bu hakkı kullanması başlangıçta kendi seçimi dışında gerçekleşir. Dolayısıyla anne babaların çocuğa isim konulmasında dikkatli olmaları, günün kültürel değerlerini göz önüne almaları gereklidir. Bu da ancak ileriyi görmekle mümkün olabilir. Türkiye’de isimleri nedeniyle günlük yaşamlarında bir takım sıkıntılar yaşayan çocuklar vardır. Zaman zaman bu güçlüklerin bir kısmı basına yansımakla birlikte bu konunun sanıldığından daha etkili bir çocuk sorunu olduğu söylenebilir. Bu olguda anne babaların geleneksel ve güncel baskılar altında kalmalarının bir sonucudur. Gelenek boyutu çocuklara önceki kuşakların (büyük anne ve büyük baba vs.) isimlerinin verilmesinde; güncel boyut ise ülke ve dünya çapındaki medyatik isimlerin verilmesinde belirginleşmektedir.

Bu konunun basına yansıyan ilginç örneklerinden biri şu isimdir: Haşim Ahmet Abdülbaki Buğra Bahadıroğulları. Bu ismin öyküsü son derece ilginçtir. "Akrabalarını kıramayan baba, isimlerin hepsini birden koyarak sorunu çözer. 22 yaşındaki genç en çok üniversite formunu doldurmakta çok zorlandığını söylüyor." (18)

İsimlerle fiziklerin dengesiz ilişkisi, ileriyi görememenin en tipik örneğidir. İlerde bodur olacak birine Selvi, Çelimsiz birine Çevik, cevval ve hatta şiddet eğilimli birine ise Mülâyim denilmesi gibi. Buna bağlı olarak zaman zaman Türkiye’de insanların isimlerini beğenmeyerek değiştirdikleri görülmektedir. "Ailece Ad Değiştirdiler" başlıklı haber bu gelişmenin benzer örneklerinden biridir. Haber aynen şöyledir. "Dürdane Leflet, Zilfi ve Firdevs Kılıç adındaki üç kız kardeş, ailelerinin kendilerine koyduğu isimleri beğenmeyerek mahkeme kararıyla değiştirdiler. Kardeşlerden Zilfi, adının erkek ismine benzediğini, bu nedenle de kendisine askerlik şubesinden sık sık celp geldiğini belirterek, ‘bıktım artık, ne olur beni bu isimden kurtarın’ dedi. Kız kardeşlerin Şişli 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açtıkları dava sonunda, Zilfi’nin adı Yeliz, Dürdane’nin ismi Burçin olarak değiştirilirken Firdevs de Filiz oldu. Resmen yeni isimlerine kavuşan kardeşler, ‘Bu karar bizi çok mutlu etti. Artık ne askerlik şubesinin kapısını aşındıracağız, ne de eski moda isimlerimiz canımızı sıkacak’ dediler."

Sonuç :

Bütün bu göstergeler Türk toplumunun çocuk gerçeğinin Çocuk Hakları Sözleşmesi ile ön görülen bazı hedeflerin oldukça gerisinde olduğunu, bazı ilkelerin gerçekleşmesi için ise kat edilmesi gereken belirli bir mesafe olduğunu göstermektedir. Toplumun çocuk konusundaki mevcut sıkıntıları, "çocukla ilgili olarak sevgi, ilgi ve özveri yokluğundan değil; bu sevgi, ilgi ve özveriyi yine çocuk konusunda disiplinli bir eğitime, yeni kuşaklarla olgun bir diyaloga ve sağlam bir sosyal koruma mekanizmasına dönüştürememiş olmaktan kaynaklanır. Kısacası, duygu alanındaki fazlalık akıl alanındaki çözüm azlığıyla ters orantılıdır."   Açıkça Türk toplumunda geleneksel değerlerle modern değerler ve hatta son dönemin küresel değerleri bir çatışma alanı yaratmışlardır. Değişim kültürünün kaçınılmaz hale getirdiği bu çatışmada sırasıyla aile, eğitim, kültür ve siyaset kurumuyla medyaya önemli görev sorumluluklar düşmektedir.

 

KAYNAKÇA :

"Ailece Ad Değiştirdiler", Akşam, 5.12.1995.

Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları, Ankara, 1995.

BİLGİLİ, Ahmet : "Doğu Anadolu Bölgesinde Göçe Maruz Bırakılan Çocuklar", "Çoğaltma" İstanbul: Çocuk vakfı, 1996. 

BİLİR, Şule  vd., : "Türkiye’nin 16 ilinde 4-12 Yaşlar arasındaki 50.473 Çocuğa Fiziksel Ceza Verme Sıklığı ve Buna İlişkin Problem Durumlarının İncelenmesi", Aile ve Toplum, Ankara 1991, S.1, C.1.

BULUTAY, Tuncer : Türkiye’de Çalışan Çocuklar, Devlet İstatistik Enstitüsü, Uluslararası Çalışma Örgütü,  1995.

DOĞAN, İsmail : Akıllı Küçük, Çocuk Hakları ve Çocuk Kültürü Üzerine Sosyo-Kültürel Bir İnceleme, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 2000.

----. : İletişim ve Yabancılaşma, Yazılı Kültürümüzde ilkler, İstanbul, Sistem yayıncılık, 1998.

----. : Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İstanbul: İz Yayıncılık 1991, s. 162-170.

İLİK, B. / TÜRKMEN, Z. : "İstanbul Sokaklarında Çalışan Çocuklar Araştırma Projesi, Seminer Dokümanı", İstanbul 1994.

KRAUSE, Susanne :  "L’Education à L’Est et  à L’Ouest, L’Etat Peut-il İnterdir Aux Parents, Revue des Questions Allemends, N0. 2/92.

KULCA, Yusuf : "O da Sokak Çocuğuydu", Akşam, 3.12.1995.

Namık Kemal,  "Aile", İbret  Gazetesi, 18 Ramazan 1289 (1872), S. 56.

OK, Bayram :  "Utanç Pazarına Baskın", Sabah, 11.5. 1999.

"Oruç Kız Töreye Kurban",  Yeni Yüzyıl, 20. 6. 1996.

SEVİNDİ, Nevval : "Çevre Baskısıyla İnsan Karısını Öldürmek Zorunda", Yeni Yüzyıl, 26.12.1996.

----. : "GAP Kızı Hülya: Paspas Gibi", Yeni Yüzyıl, 27. XII, 1996.

----.: "Namus Cinayetlerinin Başkentinden İzlenimler", Yeni Yüzyıl, 25. XII. 1997.

SOYSAL, Mümtaz : "Maradonanın Çocukları", Milliyet, "Açı", 18.10. 1986 .

ZEYTİNOĞLU, Sezen : "Sokakta Çalışan Çocuklar  ve Sokak Çocukları.", Çocukların Kötü Muameleden Korunması 1. Ulusal Kongresi, Ankara: 1991.


(*) "Eğitim Sosyologu", Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi.

(1) Namık Kemal,“Aile”, İbret Gazetesi, 18 Ramazan 1289 (1872), S.56, s.2. Bu metnin tıpkı çevirisi ve üzerine yapılan bir değerlendirme için ayrıca bkz: İ.Doğan, İletişim ve Yabancılaşma, Yazılı kültürümüzde ilkler, İstanbul: 1998, s.224-230.

(2) Münif Paşa’nın çocuk eğitimine ilişkin bu görüşleri için bkz: İ. Doğan, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İstanbul: İz Yayıncılık 1991, s. 162-170.

(3) Mümtaz Soysal, "Maradonanın Çocukları", Milliyet, "Açı", 18.10. 1986, s. 2.

* Türk toplumundaki faydacı değerlerin sözü edilen konumu üzerinde bir değerlendirme için bkz: İ.Doğan, Akıllı Küçük, İstanbul 2000, s. 253- 276.

(4) Bu istatistikler için bkz: D.İ.E., 5.9.1995 tarihli çocuk istihdamı anketi haber bülteni, s. 4.

(5) Tuncer Bulutay, Türkiye’de Çalışan Çocuklar, Devlet İstatistik Enstitüsü, Uluslararası Çalışma Örgütü,  1995, s. 10.

(6) Şule Bilir  vd., "Türkiye’nin 16 ilinde 4-12 Yaşlar arasındaki 50.473 Çocuğa Fiziksel Ceza Verme Sıklığı ve Buna İlişkin Problem Durumlarının İncelenmesi", Aile ve Toplum, Ankara 1991, S.1, C.1, s. 60.

(7) Susanne Krause,  "L’Education à L’Est et  à L’Ouest, L’Etat Peut-il İnterdir Aux Parents, Revue des Questions Allemends, N0. 2/92, s. 106.

(8) Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları, Ankara, 1995, s.  150.

(9) Yusuf Kulca, " O da Sokak Çocuğuydu", Akşam, 3.12.1995, s. 3.

(10) B.İlik/ Z. Türkmen, "İstanbul Sokaklarında Çalışan Çocuklar Araştırma Projesi, Seminer Dokümanı", İstanbul 1994.

(11) Sezen Zeytinoğlu, "Sokakta Çalışan Çocuklar  ve Sokak Çocukları.", Çocukların Kötü Muameleden Korunması 1. Ulusal Kongresi, Ankara: 1991.

(12) Bayram Ok, "Utanç Pazarına Baskın", Sabah, 11.5. 1999, s. 18.

(13) Ahmet Bilgili, "Doğu Anadolu Bölgesinde Göçe Maruz Bırakılan Çocuklar", "Çoğaltma" İstanbul: Çocuk vakfı, 1996, s. 15.

(14) Nevval Sevindi, "Namus Cinayetlerinin Başkentinden İzlenimler", Yeni Yüzyıl, 25. XII. 1997, s. 4.

(15) Nevval Sevindi, "Çevre Baskısıyla İnsan Karısını Öldürmek Zorunda", Yeni Yüzyıl, 26.12.1996, s. 4..

(16) "Oruç Kız Töreye Kurban", , Yeni Yüzyıl, 20. 6. 1996, s. 4.

(17) Nevval Sevindi, "GAP Kızı Hülya: Paspas Gibi", Yeni Yüzyıl, 27. XII, 1996, 4.

(18) Bu haber için bkz: Sabah, 3 Eyül 1999, s. 6.

(19) "Ailece Ad Değiştirdiler", Akşam, 5.12.1995, s. 1.

(20) Soysal, a.g.e., s. 2.

 

İçindekiler...

© T.C. MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığı
Teknikokullar, ANKARA
Tel. (312) 2128145
Fax (312) 2124668
med@meb.gov.tr

 

[ yukarı ]

Arşiv