MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ

Sayı 159

Yaz 2003


Türk Milli Eğitiminin Yenileşmesi ve Öncelikleri

N.Fahri TAŞ*

 

Giriş

Eğitimin ilk defa şekil ve metod esasına göre yapılması medrese sistemiyle gerçekleşmiştir. İlk Medrese, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından 1040 yılında Nişabur’da kurulmuştur(1). Osmanlı devleti, medrese sistemini OrhanBey zamanında Selçuklulardan miras almıştır. Medreseler,FatihSultan Mehmet devrinde geliştirilmiş, XVIII.yüzyıla kadar ana eğitim kurumu olarak yaşamıştır(2). XVII. yüzyılın sonlarından itibarenMedreselerin yanına Batı tarzında yeni okulların açılmasıyla, Medreseler ikinci plânda kalmış fakat varlığını Cumhuriyet dönemine kadar sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde, sanayileşen ve teknik yönde gelişen dünya şartlarına uygun bir eğitim modelinin benimsenmesi öngörülürken, Türk tarihinin yakın geçmişinde uygulanan eğitim sistemindeki hatalara düşülmemesine ve eksikliklerin de giderilmesine özen gösterilmiştir.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kökleşmesi ve sonsuza kadar yaşaması için elzem olan en temel değerin eğitim olduğunu her vesileyle dile getirmiştir.Yaptığımız çalışma neticesinde,Atatürk’ün muhtelif zamanlarda eğitimle ilgili söylediği bu sözleri, beş ana başlıkta toplanmıştır. 1-Eğitimde Öncelikler, 2-Eğitimin Hedefleri, 3-Eğitimde Metod, 4-EğitimcininÖzellikleri, 5-EğitimYapılacakYer. Bu çalışmada, yalnızca eğitimin öncelikleri üzerinde durulacaktır.

Yenileşme Sebepleri

Avrupa’daki teknik gelişmelerinOsmanlı devletini XVIII. yüzyıldan itibaren askerî ve siyasî yönden zorlamaya başlaması, Osmanlı devletinde askerî yapının zayıfladığı kanaatini doğurmuş, özellikle bu alanda ıslahat yapılması düşünülmüştür. Eğitimde ıslahat yapılması “Tanzimat öncesinde denenmiş ancak medrese ulemasının muhalefetiyle bu ıslahat temayülü fiiliyata geçirilememiştir. Eğitim alanındaki ıslahat girişimi medrese çevresince engellenince, medresenin nüfuz edemediği sahalarda yapılmasına karar verilmiştir.”(3) Yenilikleri engelleyen medrese çevresi, bu camianın tamamı için söz konusu olmayıp, mevcut statükonun devamında çıkarı olan ulema kisvesi altındaki şahıslarla sınırlı kalmıştır. (4)

Yenilikleri kabul etmeme zihniyetini Atatürk; “Hakiki ulema, dinî bütün âlimler hiçbir vakit bu müstebit tâcidarlara inkıyâd etmediler, onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lâkin onlar yine o hükümdarların keyfine dini âlet yapmadılar.Fakat hakikat-i hâlde âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün haris ve imansız bir takım hocalar da vardı.Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafık-ı dindir diye fetvalar verdiler.İcabettikçe yanlış hadisler ile uydurmaktan çekinmediler.İşte o tarihden beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayanlar... onları himaye ettiler.Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların mebguzu oldu.” (5)şeklinde izah etmiştir.

Bilhassa ateşli silâhların temininde Avrupa’ya muhtaç duruma düşen Osmanlı devleti, kendi teknolojisini geliştirme yerine, Avrupa’dan hazır teknoloji alma eğilimine girmiştir.Teknoloji alma düşüncesiyle Avrupa’daki eğitim kurumlarına benzer okulların açılmasıyla, (6) devletin ihtiyacı olan askerî teknik, ordu ve sivil toplumun idaresinde görülen eksikler giderilmek istenmiştir.Yeni açılan okullarda önce, din ile fen eğitiminin beraber yapılması düşünülmüş ancak acil ihtiyaç olarak görülen fen eğitimi öne çıkarılmıştır.Bu ikilik daha sonralarızıt kutupların ortaya çıkmasına ve bu kutupların birbiriyle çatışmasına sebep olmuştur.Osmanlı devletinin eğitimde yapmak istediği bu ıslahatlarda Batı bilimi bir bütün olarak ele alınmamış, bilim geleneği, bilime yeni katkılarda bulunma, yerli bilim kurma düşüncesi gerçekleşememiştir.(7)

Osmanlı devletinin siyasî, sosyal ve eğitimdeki Batılılaşma hareketi,III. Slim ile kendini hissettirmeye başlamış, Tanzimat ile yoğunluk kazanmış ve Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir. Eğitim alanındaki Batı tarzına uygun yenileşme,Medrese eğitiminin yanında,Batı usulleriyle eğitim yapan okulların açılmasıyla başlamıştır. Eski eğitim anlayışını devam ettiren medresenin yanında,Batı tarzı okulların getirdiği yeni sistem neticesinde, eğitim kaynağı iki değişik kanaldan beslenmeye başlamıştır.Bu iki eğitim kaynağı dışında,Osmanlı azınlıklarının açtığı tamamen farklı hedeflere yönelik okullar ile yabancı devletlerin muhtelif Osmanlı topraklarında açtığı eğitim kurumları da meyvelerini vermeye başlamıştır.Osmanlı eğitiminin son bir asırlık dönemi, dört değişik tarz ve hedefe yönelik sürdürülmüş, bu karmaşık yapı ülkeyi içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklemiştir.

Osmanlı devletinin Medreselerdeki eğitim dili önce Arapça ve daha sonra bunun yanına arsça’nın getirilmesiyle iki lisanda yapılmış, Türkçe eğitim dili olmaktan çıkarılmıştır.Batı tarzındaki okulların eğitimi ise daha çok Batı dillerinin ağırlığı nispetinde sürdürülmüştür. Azınlık okulları ve kolejlerin dili ise, bu okulları açan cemaat veya devletlerin diline göre yapılmıştır.Eğitimdeki dil farklılığı, zihniyet farklılığının derinleşmesine sebep olmuştur.Osmanlı devletinin dağılmasına, yönetiminin basîretsizliğine, siyasî ve iktisadî yapısının cılızlaşmasına yol açan fırtınanın kopma sebebi bu zihniyet farklılığından kaynaklanmıştır.

Osmanlı devleti, Birinci Dünya savaşından yenik çıkmış ve 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak fiilen ömrünü tamamlayıp TürkMilleti’ni yen bir kavşağa getirmiştir. Bu kavşaktan ayrılan yolun biri, Mütareke hükümlerini kabul etmekten geçmektedir ki bunun anlamı esarettir. İkincisi ise, Mütareke hükümlerini kabul etmemektir.Bu ikinci tercih ise yeniden bir savaşı göre almak, Birinci Dünya savaşını bitirmemektir. İkinci tercih zor olanıdır.Mustafa KemalPaşa ve yakın arkadaşları, bu ikinci tercihten yana hareket etmeye karar vermiştir.Bu maksatla, Mustafa KemalPaşa Anadolu’ya geçmiş, SivasKongresi’nde kurulan Hey’et-i Temsiliye ile Anadolu’nun yönetimini ele almıştır.Aralık 1919 seçimleriyle, Anadolu Müdafa-yı Hukuk düşüncesi İstanbul yönetimine taşınmış, bu düşünce Misak-ı Millî kararlarına tepki göstermesi 16 Mart 1920’de İstanbul’un resmen işgali ve SonOsmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kapatılmasıyla hayata geçirilmiştir.İstanbul’un işgaliyle, Türk milleti resmen yönetim otoritesinden uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine TBMM23 Nisan 1920’de açılarak,Türk milleti yönetim boşluğundan kurtarılmıştır.

Bir Asya toplumu olan Türk milletini, önce Anadolu’da ve daha sonra Avrupa’da görmeye tahammülü olmayanBatı zihniyeti,XVII. asırdan itibaren üstünlük kazanıp bu üstünlüğünü Birinci Dünya savaşına taşımıştır.Birinci Dünya savaşının başladığı ilk günden,TBMM’nin açıldığı güne kadar; Türk hâkimiyetinde bulunan toprakların bir kısmı I.Dünya savaşının sıcak atmosferinde kararlaştırıldığı gibi İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya ve daha sonra bu dört devlete katılanYunanistan’ın işgaline uğramış, işgal sahası dışında kalan toprakların bir bölümü üzerinde Pontus Rum ve Ermeni devleti kurma plânları hayata geçirilmeye çalışılmıştır.

Türk milletinin içinde bulunduğu bu zor günlerde Mustafa KemalAtatürk, Türk milletinin en acil ve çözülmesi gereken meselesinin eğitim olduğu üzerinde durmuş ve bu sebepledir ki daha TBMMbir ayını doldurmadığı hâlde Millî Eğitim meselesini masaya yatırmıştır.Çünkü Mustafa KemalPaşa, iç ve dış politikanın tanzim ve güçlendirilmesinin, millî hak ve hukukun korunmasının, millet olarak varlığın devamının, bağımsız yaşama şuurunun, her türlü düşmana karşı mücadele etme gücünün... ancak iyi bir eğitim plânlamasıyla sağlanacağını belirtmiş ve her vesileyle dile getirmiştir.

Atatürk, 16-21 Temmuz 1920 tarihlerinde ilk defa Millî Eğitim programını hazırlamak maksadıyla Ankara’da toplanan Maarif kongresinde;“Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin ne kadar sebatkâr oldukları tarihen müsbettir.Silâhıyla olduğu gibi dimağıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur.Milletimizin saf seciyesi istidat ile mâlidir.Ancak bu tabiî istidadı inkişaf ettirebilecek usullerle mücehhez vatandaşlar lâzımdır. Bu vazife de sizlere (muallimler) teveccüh ediyor.”(8) diyerek,Millî mücadelenin askerî ve fikrî olarak iki alanda yapılması gerektiğini vurgulamıştır.

Millî Mücadelenin askerî kısmı başarıya ulaşmıştır. Fikrî başarı ise ancak eğitimle sağlanacaktır. Milletleri sonsuza kadar yaşatmak, dünyada itibarlı bir yere oturtmak, kalıcı değerlere sahip olmakla mümkündür.Buna göre gerçek zafer, eğitim ile kazanılacak olan bilgi donanımını elde etme zaferidir.Askerî zaferler, ancak bilgi donanımını kazanmak için ihtiyaç duyulan ortamı sağlamaya yönelik zaferlerdir.Mustafa KemalPaşa, 26 Ocak 1923 günü Akşehir’de halka yaptığı konuşmada, Millî Mücadele’de kazanılan zaferin, aslında gerçek zafer olan eğitim zaferinin kazanılmasına bir zemin hazırladığını şöyle ifade etmiştir. “Bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız.Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, iktisat ve ilim ve irfan zaferleri olacaktır.Ordumuzun şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferiyetler memleketimizi halas-ı hakikîye sevk etmiş sayılamaz.Bu zaferler ancak müstakbel zaferimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Muzafferiyat-ı askeriyemizle mağrur olmayalım.Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım.”(9)

Osmanlı devletinin son dönemlerinde Türk milletinin yapmak mecburiyetinde kaldığı millî mücadele, askerî bir zafer olmanın yanında, ondan daha ileri bir maksada yönelik yapılmıştır ki o da ilim zaferini kazanacak ortamın hazırlanmasıdır.Atatürk’ün, bağımsızlığımızın tehlikede olduğu o kritik günlerde öncelikle eğitimi ele almasının sebeplerinden biri, bir süre üzeri küllenmiş de olsa, milletimizde var olan üstün değerlerin eğitimle ortaya çıkarılacağını bilmesi ve bu üstün değerler ile elde edilecek gücün, ülkemize yönelik tehditlere karşı bir kalkan olarak kullanılacağını düşünmesidir.

Eğitim, sadece ülke sınırları içindeki insanların şekillendirilmesinde veya iç politikanın güçlendirilmesinde kullanılacak olan bir değer değildir.Eğitim, dünya politikasının tayin ve tesbitinde, milletlerarası ilişkilerin düzenlenmesinde hep ön plânda yer alan belirleyici bir unsur olmuştur. Dış ülkelerin Türkler hakkındaki düşüncelerinin olumlu olmadığı ikili her münasebette karşımıza çıkmaktadır. Haklılığımızı ortaya koymak ve hakkımızdaki kötü intibalardan kurtulmak için, yapılacak olan askerî alandaki savaşlar ve bu savaşlardan elde edilen zaferler bize bu konuda üstünlük kazandırmayacaktır.Türk milleti, mevcut medeniyeti yakaladığı ve bu medeniyetin kendine kazandıracağı gücü elde ettiği gün, üzerinde dolaşan karabulutları dağıtacak ve haklılığını ortaya koyacaktır. Bu gücü elde etmek için eğitim çok önemli, ilmî ölçülerde yapılması ise daha önemlidir. Bu hususta Atatürk, 15 Mart 1923 günü Adana’da yaptığı konuşmada; “Düşmanlarımız o kadar çok ve kalplerinde, vicdanlarında ve kafalarında aleyhimize besledikleri hissiyat ve efkâr o kadar kavidir ki, elde ettiğimiz bu kadar Muzafferiyat ile o hissiyat ve efkârın bertaraf edildiğini zannetmek gaflete düşmek olur. Tarihi yapan akıl, mantık, muhakeme değil belki bunlardan ziyade hissiyattır.Düşmanlarımızın hakkımızda uzun asırlarla tekâsüf eden hissiyatını yalnız bugünkü hadisat ile silebileceğini zannetmek, hakikati ifade etmek olmaz. Biz bunu zaferlerle değil, ancak bugünkü terakkiyatı kabul, bugünkü ilmin ve medeniyetin talep ettiği hususatın kâffesine tevessül ve bütün medenî milletlerin seviye-i irfanlarına bilfiil muvasalat etmekle...”(10) mümkün olacağını söylemiştir.

Bütün aydınların eğitim zaferi için seferber olmasını isteyen Atatürk, “Muallim hanımlarımız, muallim beylerimiz, şairlerimiz, ediplerimiz, muharrirlerimiz aleddevam millete bu felaket günlerini ve onun hakiki sebeplerini açık ve kati olarak terennüm edecekler, takrir edecekler, bu kara günlerin dönmemesi için dünya yüzünde medenî ve asrî bir Türkiye’nin mevcudiyetini tanımak istemeyenlere onu tanıtmak zaruretinde olduğumuzu...”(11) bu sözüyle, Türk milleti aleyhinde geliştirilen intibaların ortadan kaldırılmasını ve hak ettiği noktaya oturtulmasını işaret etmiştir.

Yeni kurulacak olan Türk devletinin eğitim sistemi nasıl olmalıdır ki, asrın ilmini yakalamış, milleti cehaletten kurtarmış, dış ve iç politikada tayin edici unsur haline gelmiş, zaferleri taçlandırıp bu zaferleri sürekli hale getirmiş olsun. İşte Cumhuriyet dönemi Türk Millî eğitiminin hedefleri, TBMM’nin 9 Mayıs 1920 tarih ve 13. oturumunda İcra Heyeti’nin programını okuyan Maârif Vekili Dr. Rıza Nur tarafından şöyel açıklanmıştır.

“Maârif işlerindeki gayemiz; çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manâsıyla dinî ve millî bir hâle koymak ve onları cidâl-i hayatta muvaffak kılacak, istinatgâhlarını kendi nefislerinde bulduracak kudret-i teşebbüs ve itimâd-ı nefis gibi seciyeler verecek, müstahsîl bir fikir ve şuur uyandıracak bir derece-i âliyeye isâl eylemek, tanzîm ve programlarını ıslâh etmek, mizaç-ı millete ve şerât-i coğrafîye ve iklimiyemize, anânat-ı tarihiye ve kamûsunu yapmak, bizde ruh-u millîyi nemâlandıracak âsâr-ı atîka-yı millîyeyi tescîl ve muhafaza eylemek, garp ve şarkın müellifat-ı ilmiye ve fenniyesini dilimize tercüme ettirmek, hâsılı bir milletin hıfz-ı hayat ve mevcudiyeti için en mühim âmil olan Maârif umuruna dikkat ve gayret-i mahsusa ile çalışmaktır.”(12)

Rıza Nur’un TBMM’inde okuduğu Türk Millî Eğitiminin hedefleri şu başlıklar altında toplanabilir.

1. İlköğretim çağındaki çocuklara verilecek eğitimin mahiyeti, dinî ve millî bilgi ve duyguları kazandıracak tarzada olacaktır.

2. Nesiller, hayat mücadelesinde başarılı olmaları için, teşebbüs gücüne sahip, kendilerine olan güven duygusunu kazanacak tarzda yetiştirilecektir.

3. Araştırıcı fikir ve şuura sahip, yüksek tahsilli insanlar yetiştirilecektir.

4. Resmî bütün okulların programları, en ilmî ve en çağdaş biçimde yeniden ele alınıp düzenlenecektir.

5. Eğitimde kullanılacak olan ders kitapları ilmî bir biçimde; milletimizin yapısına, coğrafî şartlarımıza, iklimimize, tarihî geleneklerimize ve sosyal yapımıza uygun olarak hazırlanacaktır.

6. Türkçe’nin zenginliğini ortaya koymak ve hayata geçirmek için, halkın dilinde yaşamakta olan kelimeler derlenip, millî bir sözlük hazırlanacaktır.

7. Millî ruhu artıracak olan millî eserleri tespit ve korunması yönünde çalışmalar yapılacaktır.

8. Doğu ve Batı dilleriyle yazılmış olan ilmî eserler, Türkçe’ye tercüme edilecektir.

Türkiye Cumhuriyeti döneminin eğitim hedefleri olarak tespit edilen bu ilk prensipler, zamanla geliştirilip genişletilmiş, özü korunmuş ise de, millilik, eğitim dili ve eğitimin öncelikleri konusunda hedefe ulaşılamamıştır.

Eğitimde Öncelikler

Eğitimde, nesillere vatan ve millet sevgisi kazandırmanın birinci öncelik olduğu, ayrıca cinsiyet ayrımı gözetmeden bütün vatandaşların eğitilmesi gerektiği, birliğin sağlanması ve din eğitiminin ilmî ölçülere göre yapılması plânlanmıştır.

Atatürk, eğitimin her aşamasında verilecek olan bilgi ve şuurun vatan ve millet sevgisinin kazandırılmasına yönelik olmasını ve bu sevginin, Türk millî eğitiminin temelini ve ilk basamağını teşkil etmesini istenmiştir. Atatürk, “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne olursa olsun, onlara esâslı olarak şunları öğreteceğiz:

1. Milletine,

2. Türkiye devletine,

3. Türkiye Büyük Millet Meclisine,

Düşman olanlarla mücadele esbap ve vesaitiyle mücehhez olmayan milletler için hakk-ı beka yoktur. Mücadele lazımdır.”(13) sözüyle, millet gerçeğini inkar eden, vatan ve millet sevgisini gönüllerden çıkarmaya çalışan, Türk insanını kendi değerlerine yabancı hale getirecek olan bütün görüş ve fikirlerin Türk millî eğitiminde yer almaması gerektiğini belirtmiştir.

Millet ve vatan sevgisini zihinlere yerleştirmenin yolu, milleti meydana getiren ortak değerlerin (Siyasî varlıkta birlik, Dil birliği,Yurt birliği, Irk ve menşe’birliği, Tarihî karabet, Ahlakî karabet) öğretilmesi ve korunmasıyla mümkündür. Eğitimde, bu ortak değerlerin en önemilisi dildir. “Bütün vatandaşların ana dili ile okur yazar olmaları Maarif Vekâleti’nin ideali olmalıdır.”(14) Buradaki ana dilden kasıt Türkçe’dir. Türkçe’dir. Türkçe’nin bilim dili olduğunu ortaya koymak ve dünya dillerindeki layık olduğu yeri tespit etmek için, onun zenginliğini gün ışığına çıkarmak gerekir. Uzun bir süre eğitim dili olmaktan uzak kalan Türkçe’nin zengin, bilim dili olduğunun tespiti, hazırlanacak bir Türkçe lugatla ortaya konabilir. Bu maksatla, Rıza Nur’un Türk Millî eğitiminin hedeflerini 9 Mayıs 1920’de açıkladığı gün, Kütahya mebusu Besim Atalay, Türkçe lugat meselesinde değinerek, “Millet ve milliyetlerin levâzımı olan ilmi, hars tevlîd edecek millî bir kamûs”un önemi üzerinde durmuş, “Bizim dilimiz-hele elimizdeki çorba dil-dünyanın hiçbir yerinde, bir zamanında, hiçbir anında gelmiş, görülmüş şeylerden değildir... Biz avâm lisanı arasında istimâl edilen kelimeleri toplayarak millî bir kamûs teşkil edersek, şüphesiz ki medenî ve asrî bir millet olduğumuzu göstermiş oluruz... Halbuki, zamanımızda kendini büyük telakkî eden erbâb-ı Maâriften, erbâb-ı ilimden sayılan zevatın lisan-ı millîmize karşı yabancı ve kayıtsız kalmaları katiyen muvafık değildir...”(15) Türkçe’nin o günkü halini vurgulayıp, bu durumdan kurtulmanın ivediliğini belirtmiştir.

Eğitimin diğer bir önceliği, cinsiyet ayırımı yapılmadan her ferdin kendi kabiliyeti doğrultusunda eğitim almasını sağlamaktır. Bu topyekün eğitim, milletlerin hak ve hukukunu koruması için güçlü olmaya yönelik bir ön şarttır. Bu ön şartın yerine getirilmesi, milleti meydana getiren bütün fertlerin kendine düşen görevi layıkıyla yapmasına bağlıdır. Bu görev taksimatında, cinsiyet ayrımına gidilmesi, mevcut potansiyeli cinsiyet oranına göre azaltmak demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1927 yılında yapılan nüfus sayımına göre nüfusunun,  13 650 000 olduğu göz önünde bulundurulacak ve bu nüfusun büyük çoğunluğunun kadın ve çocuklardan meydana geldiği düşünülecek olursa, kadınların her alanda yer almasının ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Atatürk, “Katiyetle bilmeliyiz ki iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, marîzdir.”(16) diyerek, ikiliğin doğuracağı hastalıklara işaret etmiştir. Atatürk’ün bu sözünde ifade ettiği ikilik, hem cinsiyete dayanan ikilik, hem de mefkure ikiliğidir.

İzmir mebusu süeyman efendinin 22 Mayıs 1920 günü meclisin on dokuzuncu oturumunda ele alınan takririnde ortaya konduğu gibi; “Ahenk-i irfanı olmayan bir milletin, ahenk-i medeniyeti de olamaz... İnsanlar fikri bir terbiye görmedikçe hiçbir işe yaramazlar... Erkeklerin okuması ne kadar lâzımsa kızların okuması da o nisbette mühimdir ve belki daha önemlidir. Çünkü kadınlar erkeklerden daha fazla oldukları gibi, bir çocuk yedi sekiz hatta on yaşına kadar ana kucağında terbiye görmektedir. Bu sebeple kadınların ilim ve irfan ile zenginleşmesi çok daha önemlidir.”(17) Kadının on gün için sayıca fazla olması, ailedeki konumu gereği, kız çocuklarının eğitilmesinin, erkek çocukların eğitiminden daha önemli olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere, eğitimin ilk temeli aile ocağında atılır. Aile ortamında, çocuklar ile en çok beraber olan anne olduğu için, aile eğitimi büyük oranda annenin inisiyatifine terkedilmiştir. İyi eğitim alan bir annenin, çocuklarını iyi terbiye edeceği muhakkaktır.

Kadını farklı bir yaratık gibi görüp, yalnızca hizmet metaı olarak değerlendiren bir zihniyetin, bu düşüncesini din ile istismar etmesi, gerçekleri ortadan kaldırmamaktadır. İslâm dini, her insanın ilim ve irfan ile bezenmesini özellikle vurgulamıştır. Bu hususta Atatürk; “Düşmanlarımız bizi dinin taht-ı tesirinde kalmış olmakla itham ve tevakkuf ve inhitatımızı buna atfediyorlar. Bu hatadır. Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslim ve Müslimenin beraber olarak iktisab-ı ilm ü irfan eylemesidir. Kadın ve erkek bu ilm ü irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir.”(18) ifadesiyle, kadınların din-eğitim ilişkisini ortaya koymuştur.

Kadınların eğitimi konusundaki yanlış bilgilerin daha çok bizi zayıf düşürmeğe çalışan dış mihrakların safsataları olduğunu belirten Atatür, “Memleketimizde cehil varsa umumidir, yalnız kadınlarımız değil, erkeklerimize de şamildir. Diğer bir manzaraya kasabalarda, şehirlerde tesadüf ediyoruz. Bu da ekseriya ecnebî romanlarında okunan kafes efsaneleridir.” (19) diyerek, bir toplumda var olan cehaletin, yalnızca kadınlardan veya erkeklerden kaynaklanmadığını, bütün toplumun ortak düşüncesinin eseri olduğunu belirtmiştir.

Eğitim, özellikle kadınlar için yalnızca okuma-yazma bilme ile sınırlı tutulmamalıdır. Her kadın ve erkeğin eğitimi, ilk okuldan üniversiteye kadar bütün tahsil safhalarını içine almalıdır. Eğitim, bütün tahsil derecelerinde pratiğe yönelik olmalı, eğitimle alınacak olan bilgilerin hayatın her safhasında uygulamaya konacak tarzda şekillendirilmelidir. Atatürk, “Erkek ve kız çocuklarının aynı surette bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin amelî olması mühimdir. Memleket evladı her tahsil derecesinde iktisadî hayatta âmil, müessir ve muvaffak olacak surette teçhiz olunmalıdır. Millî ahlâkımız, medenî esâslarla ve hür fikirlerle tenmiye ve takviye olunmalıdır.”(20) sözüyle millî ahlakımızın; medenî esaslar, hür fikirler ile takviye edilmesi ve geliştirilmesini istemiştir.

Atatürk, kadının aile ve toplumdaki yerini, “Kadınlarımızın vazife-i umumiyede uhdelerine düşen hisselerden başka kendileri için en ehemmiyetli, en hayırlı, en faziletkâr bir vazifeleri de iyi valide olmaktır. Zaman ilerledikçe, ilmi terakkî ettikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü icabatına göre evlat yetiştirmenin müşkülâtını biliyoruz. Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bu günün anaları için evsaf-ı lâzimeyi haiz evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak, pek çok yüksek evsafın hamili olmaya mütevakkiftir. Binaenaleyh kadınlarımız hatta erkeklerden daha çok münevver, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmayan mecburdurlar.”(21) sözüyle belirtip, kadınların en önemli görevlerinden birinin annelik, diğerinin ise, zamanın gelişmişliğine ayak uyduracak olan nesillerin yetiştirilmesi olduğu gerçeğini göstermiştir. Atatürk, bir başka sözünde ise, “Türk kadınının vazifesi; Türk’ü, zihniyetiyle, bozusuyla, azmiyle muhafaza ve müdafaaya kadir nesiller yetiştirmektir. Milletin menbaı, hayat-ı içtimaiyenin esâsı olan kadın, ancak faziletkâr olursa vazifesini ifâ edebilir.”(22) diyerek, annelerin üçüncü görevlerinin Türk milletinin felsefî görüşünü benimsemiş, dördüncü görevinin vücutça sıhhatli ve güçlü, beşinci görevinin azimli ve değerlerini koruma kabiliyetine sahip nesiller yetiştirmek olduğunu belirtmiştir. Çünkü anneler, çocuklarını, zamanın ihtiyaçlarına ve hayatın zorluklarına göre yetiştirmek ve onları bu zorlukların üstesinden gelecek kabiliyet ve bilgiler ile donatmak mecburiyetindedirler. Toplumda annelere verilen bu rolün başarıya ulaşması,ancak onlara verilecek eğitimin kendilerine kazandıracağı güçle sağlanabilecektir.

Eğitim-öğretimin modernleştirilmesinde, din eğitiminin yetersiz olmasının doğurduğu sonuç, Osmanlı devletinin son zamanlarında kendini göstermiştir. Eğitimin din adına istismar edilmesini önlemek için, gerçek dinin bilinmesi gerekir. Bu sebeple din eğitiminin de ileri seviyede yapılmasına ihtiyaç vardır. Böylece gelişmelere, yeniliklere açık olan İslâm dininin bu özelliği topluma kazandırılacak ve yeniliklerin engellenmesine mani olunacaktır.

“Milletimizin, memleketimizin darülirfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her hususta âli meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lâzım ise, dinimizin hakikat-i felsefiyyesini tetkik, tetebbu ve telkin kudret-i ilmiye ve fenniyesine tesahüp edecek güzide ve hakiki ulema-yı kiram dahi yetiştirecek müessesat-ı âliyeye malik olmalıyız.”(23) Atatürk bu sözüyle, nasıl ki her meslek sahibi en ileri seviyede eğitim görmesi gerekiyor ise, din eğitiminin de en ileri safhada yapılmasını belirtmiş, kadın ve erkek demeden, toplumun bütün fertlerinin en yüksek tahsil derecesinde eğitilmesinin, eğitim alanında bir hedef olması gerektiğinin tespitini yapmıştır.

Atatürk, 20 Mart 1923 tarihinde Konya Türk Ocağında gençlere yaptığı konuşmada, “˚imdiye kadar terakki edemeyişimizin, en son kademede kalışımızın-unutmayalım-memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun sebep-i aslisidir. İnhitatımızın bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslâm âlemi, iki sınıf olarak ayrı heyetlerden mürekkeptir. Bri ekseriyeti teşkil eden avam, diğeri ekalliyeti teşkil eden münevveran. Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azîme başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında zıddiyet-i tamme, muhâlefet-i tamme vardır. Münevveran kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevk etmek ister; kitle-i halk ve avam ise bu sınıfı münevvere tâbi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver telkinle, irşadla kitle-i ekseriyetli kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar; halkı istibdatta bulundurmaya kalkar.”(24) diyerek, eğitimle kazanılan bilginin verimsiz olmasının sebebine değinmiştir. Atatürk bu sözünde, Türk milletinin de içinde bulunduğu İslâm ülkelerinin geri kalışlarının, bu ülkelerin her tarafının harap olmasından kaynaklandığını belirtmiştir. İslâm ülkelerinin geri kalışlarının, bu ülkelerin her tarafının harap olmasından kaynaklandığını belirtmiştir. İslâm ülkelerinin perişan olmasının sebebi ise, toplumu meydana getiren insanların büyük bir çoğunluğunun cahil olmasıdır. Diğer bir husus ise, azınlıkta bulunan aydınların il cahil çoğunluğun kaynaşamamasıdır. Aydınlar, cahil çoğunluğu aydınlatmak ve bütünleşmek için onlara telkinlerde bulunmakta ama bu çoğunluk aydınları anlamadıkları için, onların telkinleri doğrultusunda hareket edememektedir. Aydınların hedefleri ayrı, cahil çoğunluğun istek ve arzuları farklı olduğundan, cahil-aydın birliği bir türlü sağlanamamaktadır. Toplum ile birlik içinde olmak isteyen aydınlar, telkinlerine uymayan halkı itaate zorlayarak, onları tahakküm altına almaya çalışmaktadırlar. Bu durum, aydından yararlanmak mecburiyetinde olan halkın kendi bildiğini yapmasına, dolayısıyla eğitimin topluma kazandıracağı verimin meyvelerinin alınmamasına sebep olmakta, aydın da halk ile bütünleşmediği için, bilgisini sunma sahası bulamamasına yol açmaktadır. Böylece eğitim ile elde edilecek olan gelişme, tabana inemediği için topluma kazandırılamamaktadır. Bu ikiliğin en kısa zamanda giderilmesi gerekmektedir.

Sonuç

Eğitim, bir toplumun kimlik kazanması ve varlığını devam ettirip güçlendirilmesinde en önemli unsur olarak değerlendirilmektedir. Türk millî eğitimi, her şeyden önce nesillere vatan, millet sevgisini kazandıracak biçimde şekillendirilmesi gerekmektedir. Eğitimden beklenen ikinci husus ise, fertlerin birlik duygusunu pekiştirecek, toplum ahengini sağlayacak, ortak değerlere yöneltecek zihniyetin kazandırılmasıdır.

Savaş meydanlarında kazanılan zaferlerin gerçek maksadı, cehaleti yenmek için yapılacak olan eğitim zaferine zemin hazırlamaktır. “Askerî zaferlerin taçlandırılması ancak eğitim zaferinin kazanılmasıyla mümkün olacaktır.” Atatürk’ün, eğitimin önemiyle ilgili bu tespiti, mecbur olmadan başvurulmaması gereken savaş kavramına daha olumlu bir anlam yüklemektedir


.

*  Doç. Dr.; Atatürk Üniversitesi Erzincan Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi.

1. İlk medresenin Türk emiri Emir Nasr B. Sebüktekin tarafından 1033 (H.425) yılında Nişabur’da kurulduğunu belirten bilim adamları da vardır. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Millî Eğitim Bakanlığı yayınları, C.II.İst. 1983, s. 436.)

2.  Pakalın, a.g.e, s. 436-441.

3.  Bayram Kodaman-A.Saydam, “Tanzimat Devrinde Eğitim” 150. Yılında Tanzimat, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 1992, s. 475

4.  Süleyman Hayri Bolay, “Osmanlı Modernleşmesi”, Millî Eğitim Dergisi, s. 143.

5.  Söylev ve Demeçler, II., Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, 4. Baskı, 1989, s. 149.

6.  Osmanlı Devleti’nin Batı tarzında açtığı ilk okullar; Comte de Bonneval’ın teşvikiyle 1734’de Hendesehâne, Baron de Tott’un tavsiyesiyle 1776’da Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyun ve 1795’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’dur. (Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1999’a), 7. Baskı, Alfa yayınları, İst. 1999, s. 124-125.

7.  Ekmeleddin İhsanoğlu, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı” 150. Yılında Tanzimat, TTK yayınları, Ankara 1992, s. 339-359.

8.  Söylev ve Demeçler, II., s. 21.

9.  a.g.e, II., s. 76.

10.  a.g.e, II., s. 120.

11.  a.g.e, II., s. 48.

12.  TBMM Zabıt Ceridesi, C.I., 3. Baskı, Ankara 1959, s. 241-242.

13.  Söylev ve Demeçler, II., s. 49.

14.  A. Afet İnan, Medenî Bilgiler ve M.Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK., Ankara. 1988, s. 294.

15.  TBMM Zabıt Ceridesi, C.I., 3. Baskı, Ankara 1959, s. 243-244.

16.  Söylev ve Demeçler, II., s. 49.

17.  TBMM Zabıt Ceridesi, C. 2., 3. Baskı, Ankara 1981, s. 7.

18.  Söylev ve Demeçler, II., s.90.

19.  a.g.e, II., s.91.

20.  a.g.e, II., s.179.

21.  a.g.e, II., s.156.

22.  a.g.e, II., s. 242.

23.  a.g.e, II., s. 94.

24.  a.g.e, II., s.144.

 

 

 

 

 

İçindekiler...

© T.C. MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığı
Teknikokullar, ANKARA
Tel. (312) 2128145
Fax (312) 2124668
med@meb.gov.tr

 

 

[ yukarı ]

Arşiv