EFSANE-MENKIBE ÜZERİNE BİR KARŞILAŞTIRMA DENEMESİ
 
 

ARİF AY (*)

Edebiyatımızda tahkiye esasına dayalı anlatım (narrative)türlerinden olan efsane ve menkıbe, yapılarında taşıdıkları pek çok motif benzerliğinden dolayı adeta tek bir tür gibi telâkki edilmektedir. Bu görüşte olanlardan biri de Prof.Dr.Şükrü Elçin’dir. Şükrü Elçin,Halk Edebiyatına Giriş isimli eserinde “Efsane-Menkabe” başlığı altında şu tanımı yapar:

“İnsanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen; zamanla inanç, adet, anane ve merasimlerin teşekkülünde az çok rolü olan bir çeşit masallar vardır. Sözlü gelenekte yaşayan bu anonim masallara dilimizde Arapça:“Ustûre” (cem’i:esâtîr); Farsça:“Fesâne, efsâne”; Yunanca:“Mitos, mit” kelimeleri ad olarak verilmiştir. (...) Kuvvetli bir anane bağı içinde yaşayan ilk devir, mitos devri, hatta ortaçağ insanları inandıkları bu bilgilerle kâinata Tanrı, iyi ve fena ruh, kıyamet, melek, şeytan, cin, peri, gök, dağ, su ya da (yağmur) taşı, büyücü vb. gibi üstün saydıkları maddî-manevî kudretlere umumiyetle teşhis ve intak yolu ile (canlandırarak veya konuşturarak) birtakım masallar uydurmuşlardır. Bugün masal sayılan mahsullerden ayrı olarak düşündüğümüz cemiyetin ortak malı bu eserler, sonraları yeni din, kültür ve ekonomi şartlarının ve alışverişinin hazırladığı muhit içinde az-çok tarihî gerçeklerle beslenerek yazılı kaynaklara geçen efsane ve menkabelere örnek(model) olmuşlardır. Türklerin hayatında şaman, alperen, peygamber, halife, padişah, şeyh, şeyhülislam, asker vb. gibi otoriterler etrafında veya şehirler, saraylar, camiler, mezarlar, türbeler, adaklar... üzerine doğmuş masallar ve menkıbeler bu mahsuller arasında yer alırlar.” (1)

Yukarıda görüldüğü gibi,Şükrü Elçin, efsane ve menkıbeyi masal türü içinde değerlendirirken, Prof. Dr. Saim Sakaoğlu efsaneyi masaldan ayıran özellikleri şöyle belirtir:“Efsanelerin hemen hepsinde ortak bir hususiyet olarak, insanların doğruluktan ayrılmamaya davet edildiğini görürüz. Yalan söyleyenler, tartıda hile yapanlar, emanete ihanet edenler, doğru söze kulak asmayanlar, kendini beğenmişler ve daha başkaları, efsanelerde ya cezalandırılırlar, veya uygun bir şekilde ikaz edilirler. Gözlerini mal hırsı bürüyen pek çok insan, efsanelerin büyülü havasında iyilik yapmayı, doğru yola girmeyi kolaylıkla öğreniverir.

Aslında, efsanelerin en mühim vasfı olan inandırabilme, ikna edebilme hususiyeti, bizleri hudutları çizili bir dünyada yaşamaya zorlar. Zaten efsanelerde yer alan hadiselere inanmayan, inanmak istemeyen kimseler için bu tür anlatmalar hiç bir şey ifade etmezler. Masalla efsane arasında görülen en mühim fark da budur. Masal dinleyicisi, onun hakikatte cereyan etmediğini bilir, ona göre dinler. Ama, efsaneler için böyle bir şey söz konusu değildir. Onun dinleyicileri, içindeki hadiselerin mutlaka cereyan ettiğini kabul ederler.

Bu noktayı biraz daha açmak gerekirse şöyle diyebiliriz:Efsane bir zamana, zemine ve şahsa bağlıdır. Masalda ise bunu bulamayız. Onlar‘evvel zaman içinde’ vuku bulan hadiseleri anlatır.” (2)

Efsaneyi daha belirgin tanımlayabilmemiz için, batı dillerindeki karşılığına da bakmamız gerekir.

Efsane, batı dillerine aynı Latince kökten“legendus” sözcüğünden gelmiştir. İngilizce’de “legend”, Fransızca’da “legende”, Almanca’da “legende” ayrıca “sage”, İtalyanca’da “leggenda”, İspanyolca’da “leyenda”, Yunanca’da “mitos-mit” sözcükleri, efsane karşılığı olarak kullanılır.

Almanca sözcüklerden bazılarında, efsane şöyle tanımlanır:

Sage:Tarihi ve mitolojik konulu anlatımların, ağızdan ağıza sözlü olarak aktarılmasıdır.

Legenda:Dini konular ve dindar insanlar üzerine anlatılan, kutsal efsanelerdir. Çoğunlukla, üzerinden çok uzun zaman geçmiş, kanıtlanması mümkün olmayan, asıl gerçeğin çarptırılmış ve çeşitli fantazilerle süslü, inanılması güç tarihi olayları konu alır.

Burada,“sage” ve “legende” arasında dikkate değer önemli bir farklılık vardır.O da “legende” sözcüğünün dini konuları ve dindar insanları içermesidir. Dolayısıyla, “sage”ı efsane karşılığı,“legende” sözcüğünü de menkıbe olarak alabiliriz.

İngilizce sözlükte efsane, çok eski zamanlardan kalma hikâyeler, mitlerin modernleşmiş ve romantik bir hal almış şekli, efsanevi şöhret kazanmış insanlar üzerine söylenmiş hikâyeler olarak tanımlanıyor.

Mitoloji sözlüğünde ise, efsane dini merasimlerde yahut dini yemeklerde okunan şey anlamına gelmektedir. Bunlar daha çok azizlerin hayatına ait şeylerdir. Bu hikâyelerin konusu, bir şahıs olabileceği gibi, bir yer veya bir olay da olabilir.

Ferit Devellioğlu da, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’inde efsaneyi:1-Asılsız hikâye, masal, boş söz, saçma-sapan lakırdı. 2-Dillere düşmüş, meşhur olmuş hadise (3)olarak veriyor.

Türkçe Sözlük’te efsane maddesi şöyle: “halkın imgesinde doğarak, ağızdan ağıza dolaşan ve konusu çok defa olağanüstü nitelikte olan hikâye. (4)

Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü’nde efsane için şöyle diyor:“Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini, tabiat elemanlarından birinde olan bir değişikliği, akıl dışı, olağanüstü açıklamalarla anlatan hikâye. Bunun temeli olan olay, halkın muhayyilesinde şekil değiştirerek, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçer. Genel olarak, masal ile eş anlamlı olarak kullanılır.”(5)

Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî’de efsaneyi, “Masal, asılsız hikâye, hurafat, şöhret bulup, dillere düşen vak’a ve hal, destan” olarak tanımlanıyor.(6)

Meydan Larousse’da efsane:“Halkın gözünde veya nakledenin hayal gücünde biçim değiştirerek, olağanüstü niteliklerle donatılarak anlatılan hikâye.” (7)

Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı adlı eserinde,“Efsanenin başlıca niteliği, inanış konusu olmasıdır. Onun anlattığı şeyler doğru, gerçekten olmuş diye kabul edilir. (...)Efsane, kendisine özgü bir üslûbu, kalıplaşmış kuralları, biçimleri olmayan, düz konuşma dili ile bildirilen, bir anlatım türüdür.” (8)diyor.

Bilge Seyidoğlu ise, Erzurum Efsaneleri adlı eserinde,“Efsaneler tarihi devirler içinde teşekkül etmişlerdir. Konusu bir olay, tarihi veya dinî bir şahsiyet yahut bir yer olabilir. Tarihi devirler içinde teşekkül ettikleri için efsaneler mitlerden bu konuda ayrılırlar. Mitlerde zaman başlangıç zamanıdır. Mitlerin kahramanları tanrılar ve yarı tanrılardır. Efsanelerde (legend) kahramanların olağanüstü güçleri vardır; fakat tanrı veya yarı tanrı değillerdir. Mitolojiler ilkel dönemlerin ve ilkel kültürlerin mahsulleri oldukları halde efsaneler günümüzde oluşabilir ve tarih sahnesine çıkabilirler.”(9)diyor. Yine aynı eserinde Bilge Seyidoğlu, efsanelerin toplumsal işlevini dört madde de toplar:1-Gelenek ve görenekleri koruyucu oluşları, 2-Efsaneler topluma yön verir, onlara iyi olmayı, nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağını telkin eder, 3-Teşekkül ettikleri yere mânâ kazandırırlar, 4-Koruyucu ve tedavi edici rolleri vardır.(10)

R. Rosiere, efsanelerin oluşumunu üç kurala bağlar:

1-Kaynaklarla ilgili kural:Aynı ussal davranış ve yapı içinde bulunan tüm insanlarda, hayal gücü aynı biçimde oluşur, gelişir. Böylece benzer efsaneler ortaya çıkar.

2-Bir varlık veya olgunun diğerinin yerine geçmesi kuralı:Bir kahramanın hatırası zayıfladıkça onun şerefine yaratılmış olan efsane bu kahramanı terkeder ve daha ünlü birine mal olur.

3-Uyarlanabilme kuralı:Çevre değiştiren her efsane, yeni çevrenin sosyal ve etnografik koşullarına uyarlanır.(11)

Bu konu ile ilgili olarak Saim Sakaoğlu, Mary Cambell’in de bir gözlemini aktarmaktadır:“Hiç tahsili olmayan anlatıcılardan tespit edilen efsane ve mitler arasında Homeros ile ilgili episotlar bulunmaktadır. Bunlar bölgenin rengini ve dillerini tamamıyle kaybetmiş değillerdir. O halde, çok eski edebî eserlerin daha sonraki devirlerde teşekkül eden efsanelere kaynak olabileceği meselesini hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.”(12)

Budapeşte’de 1963 yılında düzenlenen uluslar arası efsane kongresinde, konu ile ilgili önemli çalışmalar yapılmış, sınıflama konusunda şu karara varılmıştır:

I. Dünyanın yaratılışı ve sonu (kıyamet)ile ilgili efsaneler.

II.Tarihî efsaneler ve uygarlık tarihi ile ilgili efsaneler.

A.Uygarlıkla ilgili yer ve eşyanın kaynağı

B. Bazı yerlerle ilgili efsaneler

C. Dip tarihi (prehistorya)ve ilk zamanlarla ilgili efsaneler.

D. Savaş ve felaketler

E.Seçkin kişiler

F. Bir düzenin bozuluşu

III.Doğuüstü varlıklar ve güçler/mitik efsaneler

A.Kader

B.Ölüm ve ölüler

C.Tekin olmayan yerler ve hayaletler

D.Hayaletlerin resmî geçidi ve savaşları

E.Öbür dünyada yerleşim

F. Cinler, periler, ruhlar

G. Uygarlıklarla ilgili yerlerdeki hayaletler

H.Değişmiş varlıklar

I . Şeytan

K. Hastalık yapan kötü ruhlar(cinler) ve hastalıkları

L. Şeytan

M.Efsanevi (mitik)hayvanlar ve bitkiler

N.Hazineler

IV.Dinsel efsaneler/Tanrı ve kahramanlarla ilgili efsaneler.

Tüm bu tanımlamalardan hareketle, efsane konusunda, şu tespitleri yapabiliriz:

1-Efsaneler, çok eski çağlardan beri kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş, anonim halk edebiyatı ürünleridir.

2-Efsaneler, konularını bir kişiye, bir olaya veya bir yere dayandırır.

3-Efsanelerde anlatılanlar, büyük ölçüde inandırıcılık özelliği taşırlar.

4-Efsanelerde çoğunlukla, olağanüstülük ağır basar. Bu nedenle bizi, gizemli, büyülü bir aleme götürür.

5-Efsaneler bir bakıma mitlerin modernleşmiş şekilleri olarak ifade edildikleri için, kutsal ögeler de taşırlar.

6-Efsaneler, belirli bir şekilleri olmayan ve konuşma diliyle anlatılan, kısa halk anlatımlarıdır.

Efsane ile ilgili bu özet bilgiden sonra, biraz da menkıbe üzerinde duralım.

Ahmet Yaşar Ocak,“Bektaşî Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri” adlı eserinde, menkıbelerin tasavvuf düşüncesiyle birlikte ortaya çıktığını belirterek şunları der:“İslâm dünyasında IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf cereyanının görülmeğe başladığı, XI. yüzyıldan beri de tarikatların teşekkül ettiği malumdur. Bu gelişmeye paralel olarak, bir velînin kerametlerini anlatan kısa hikâyeler demek olan menkıbeler yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Bunlar ilk önce tasavvufî tabakat kitaplarında ve evliya tezkirelerinde yer almıştır. Muhtemelen XIII. yüzyıldan başlayarak, tek bir velî hakkındaki menkıbeleri toplayan ve kendilerine Menakıb, Menakıbnâme veya bazan da Vilâyetname denilen müstakil eserler doğmuş, arapça, farsça veya türkçe gibi çeşitli dillerde yazılıp İslâm aleminin her tarafında okunur olmuşlardır.”(13) Yine aynı araştırmacı, “Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıbnameler”(14) adlı eserinde. “Tasavvufta Menkabe ve Keramet Kavramı” başlığı altında şu bilgileri verir:

“Arapça nekabe (  ) (isabet etmek, bir şeyden bahiste bulunmak yahut haber vermek)kökünden türeyen menkabe (çoğulu menakıb  ), sözlükte, “öğünülecek güzel iş, hareket ve davranış” manalarına gelmektedir. Terim, çoğul şekliyle ve bu manasında ilk defa IX. yüzyıldan beri kaleme alınmaya ve derlenmeye başlayan hadis külliyatlarında, Hz.Peygamberin ashabının meziyet ve faziletleri için kullanılmış görünmektedir. Bundan başka, tarihî şahsiyetlerin tercemeihalleri, bazı zümrelerin övgüye değer işleri için de kullanılmış olduğu anlaşılıyor. Hatta bazı mukaddes şehirlerin tasvirlerinden ibaret yazılara da menakıb denildiği görülmektedir. Fakat burada asıl üzerinde durulacak olan menkabe kavramı, tasavvuf cereyanı ile birlikte ortaya çıkıp yayılan kavramdır.

Menkabe yahut menakıb, tasavvuf tarihinde, sufilerin izhar ettikleri harikulâde olaylar demek olan kerametleri nakleden küçük hikâyeler manasında tahminen IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Pek yaygın olmamakla beraber bu sebeple, keramet kelimesinin çoğulu olan keramat (  ) da menkabe veya menakıb yerine kullanılmıştır.Şu halde menkabelerin esasını kerametler teşkil etmektedir.

Bige Seyidoğluda “Tezkiretü’l-Evliyaların yanında Tanrı’ya yakın olarak kabul edilen Veli’lerin etrafında teşekkül etmiş olan efsaneleri toplayan eserlere “menakıbname” diyoruz.”(15) tesbitiyle, Ahmet Yaşar Ocak’la aynı noktada buluşurlar.

Menkıbelerin oluşumunu dinî kaynaklara dayandıran Ahmet Yaşar Ocak,İslâm aleminde ve Türklerde Evliya Menakabelerinin ortaya çıkışını şöyle anlatır:

“Şu tarihî gerçektir ki, dünyanın neresinde ve hangi devirde olursa olsun, halk muhayyilesi hiç bir zaman, kendine ulaşan bir dinin resmî çerçevesi ile yetinmemiştir. Bu sebeple de, daima bir takım insanüstü kuvvetlere ve bunların ortaya koyduğu harikulâde olaylara inanma meylini olabildiğince korumuş ve bunların sonucu, o dinin resmî çerçevesine popüler mahiyette ikinci bir çerçeve eklemiştir. Hatta o, çoğu defa bu resmî çerçeveden ziyade, söz konusu popüler çerçeveye bağlıdır.

İşte gerek bu tabiî meylin sevki, gerekse Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamberler, Hz.Muhammed ve çevresindekiler hakkında rivayet edilen harikulade olaylar sebebiyle, keramet telâkkisi halk arasında çok çabuk ve kolay yayıldı. Hatta bununla da kalmayıp, iyice popüler bir mahiyet kazanarak tasavvufun resmî telâkkisinden apayrı bir kılığa büründü. Bunda İslâmiyetten önce Arap toplumunda mevcut eski devirlere ait efsane ve mitlerin, yahudi ve hırıstiyan kaynaklı menkabelerin önemli ölçüde rolü oldu. Bunları halk arasında anlatanlara kussas (kıssa anlatıcılar) denmekte olup ilk defa üçüncü halife Hz.Osman zamanında ortaya çıktıkları biliniyor. Kussaların Emevi devrinde daha da arttıkları görülüyor. Bunların anlattıkları efsaneler, tefsir ve tarih kitaplarına kadar girdiği gibi, tasavvufun yayıldığı halk muhitlerinde de IX. yüzyıldan itibaren, belki de daha önceleri evliya menkabeleri haline dönüştü. Bu durum, dinî esaslara aykırı olmamasına dikkat edilerek, tasavvuf kaynaklarında nakledilen velî kerametlerine, benzeri folklor kaynaklarından beslenmek suretiyle yeni kerametlerin eklenmesi sonucunu doğurdu.

Böylece teşekkül eden menkabeler, giderek bütün İslâm dünyasında çoğalıp zenginleşmeye başladı. Halk hafızasında çeşitli sebeplerle derin izler bırakan velîler etrafında oluşan bu menkabeler halkası suya atılan taşın hasıl ettiği büyüyen daireler gibi, yüzyıllar içinde genişledikçe genişledi.O velîlerin gerçek hayatları, tarihî simaları unutularak her birinin çevresinde bu menkabe halkalarından oluşan kılıflar örüldü. Sufî biyografları da bunları olduğu gibi eserlerine koydular.” (16)

Bu açıklamalardan sonra, efsane ve menkıbe arasındaki benzer ve ayrı yönleri şöyle tesbit edebiliriz:

Masal, mitos, efsane türleri gibi menkıbeler de olağanüstü olayları konu edinmiştir. Öteki türler gibi, başlangıçta o da ferdîdir. Yani bir fert tarafından ortaya konmuştur. Daha sonra, fert unutularak anonim bir hüviyet kazanır. Menkıbelerin konusu gerçek kişilerdir. İşte bu noktadan itibaren masaldan ve efsaneden ayrılır. Bu gerçek kişilerin yaşadıkları zaman ve mekân bellidir. Oysa, masal ve efsanelerde, zaman ve mekân belirsizdir. Ya da simgesel bir yer veya zamandır. Menkıbelere kutsallık izafe edilir ve buna inanılır. Onu, masal ve efsaneden ayıran en önemli fark budur.

Menkıbeler, biçim yönünden de öteki türlerden kısa olup genellikle tek bir keramet olayı anlatılır. Ayrıca, bu tür, üslûp ve edebî kaygıdan uzaktır. Ahmet Yaşar Ocak, menkıbenin özelliklerini şöyle açıklar:

“1. Kahramanları gerçek ve mukaddes kişilerdir.

2. Olayların belirli yeri ve zamanı vardır.

3. Sırf eğlenmek, bir eşyanın yahut tabiat olayının izahını yapmak için uydurulmuş değildir. Gerçek olduklarına inanılır.

4.Yarı mukaddestirler ve bir doğma gibi kendilerini kabul ettirirler.

5. Konu edindikleri velî hayatta iken de, öldükten sonra da meydana gelebilirler.

6.Biçim olarak son derece kısa ve sade bir anlatım tarzına sahiptirler.”(17)

Efsane ve menkıbe ile ilgili bu özet bilgilerden sonra, her iki türden birer örnek alarak karşılaştıralım.

Efsane Örneği:

Balıklı Göl:Erzurum yakınlarındaki Söğütlü Köy’ünde Balıklı bir göl vardır. Eskiden bu gölden balık tutulurmuş. Birgün, bir adam tuttuğu balıkları eve getirir, kızaran balıklar tavadan kaybolur. O günden sonra bu balıklar kutsal sayılır ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz. Göldeki balıkların her birinin muhtelif yerleri yanık gibidir.Bunun tavadaki kızarıklıktan ileri geldiği söylenir.(18)

Menkıbe Örneği:

“Nakledilmiştir ki:Baha Veled hazretlerinin, müritlerinin hallerini anlamakta o derece keskin görüşü vardı ki bunlar kendi odasına girdikleri zaman:“Bu pis gözlerinizle bana bakmayınız. Evvela gözlerinizi göz yaşlarıyla yıkayınız, ondan sonra Tanrı erlerinin yüzüne bakınız. Ancak o zaman görünen ve herkese görünmeyen nurları görebilirsiniz.” derdi ve (mesela bu müritlerden birine):“Ey filân kimse yolda gelirken bir güzele baktın, ‘gözlerin zinası, bakıştır.’ Binaenaleyh bizim sohbetimizden uzaklaş. Diğer birine de dönerek:“Sen de bir çocuğu gözünle süzdün, kendini bu günahtan temizle; çünkü Tanrı hazretleri her türlü ayıptan berî ve temizdir ve ruh itibariyle temiz olanları sever.” buyurdu. Nitekim Kur’anda: “Çok tövbe edenleri ve çok temiz olanları sever.”(K.II, 222) buyurulmuştur.”(19)

Efsane örneğinde görüldüğü gibi, Balıklı Göl’den balığın ne zaman tutulduğu ve son tutan adamın kim olduğu belli değil.

Menkıbe örneğinde ise, kişi belli (Baha Veled, Mevlana’nın Oğlu) dolayısıyle, zaman da bellidir. Her iki örnekte de olağanüstülükler vardır. Menkıbede bu olağanüstülük, keramete dönüşüyor. Baha Veled’in, müritlerinin gözlerinden harama baktıklarını anlaması bir keramettir.

Efsanede Söğütlü Gölünde yaşayan balıkların üzerindeki kızarıklıkların menşei anlatılmaktadır. Bu balıklar bölgede kutsal sayılıp tutulmazlar. Çünkü tabiatüstü bir şekilde tavadan kaybolup tekrar göle dönmüşlerdir. Efsanenin gerçekliği balıkların üzerindeki kızarıklıklarla izah edilmektedir.

Menkıbede, Baha Veled, söylediklerine Kur’an’dan ayetler getirerek doğruluğunu pekiştiriyor.

Her iki türde de süssüz yalın bir anlatım vardır.
 
 

KAYNAKLAR:





Saim Sakaoğlu:101 Anadolu Efsanesi, Ankara, 1989.

Saim Sakaoğlu:Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, Ankara, 1980.

Ahmet Yaşar Ocak:Bektaşi Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri,İstanbul, 1983.

Ahmet Yaşar Ocak:Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Ank., 1997.

Şükrü ELçin:Halk Edebiyatına Giriş,Ankara, 1986.

Ahmet Eflaki:Ariflerin Menkıbeleri I,II,İstanbul, 1973.

Bilge Seyidoğlu:Erzurum Efsaneleri, İstanbul, 1997.

Muhsine Helimoğlu Yavuz:Diyarbakır Efsaneleri, Ankara, 1993.

Metin Karadağ:Türk Halk Edebiyatı Anlatı Türleri, Ankara, 1995.

Ali Öztürk:Türk Anonim Edebiyatı,İstanbul, 1986.

Pertev Naili Boratav:100Soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul, 1969.

Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük,Ankara, 1969.

Şemseddin Sami:Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1978.

Meydan Larousse, İstanbul 1978.

Elvan Çelebi:Menaku’ı Kudsiyye Fim Menââsıbi’ı Ünsiyye,Ankara, 1995.

Ahmet Yaşar Ocak:İslâm-Türk İnançlarında HızırYahut Hızır-İlyasKültü, Ankara, 1990.

M.Fuad Köprülü:Edebiyat Araştırmaları I,II, İstanbul, 1989.

Ali Püsküllüoğlu:Efsaneler,Ankara, 1982.

Pertev Naili Boratav Armağanı, Ankara, 1998.

Hasan Köksal:Battalnamelerde Tip ve Motif Yapısı,Ankara, 1984.

Bahaeddin Ögel:Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul, 1988.

İbrahim Kafeoğlu:Türk Millî Kültürü,İstanbul, 1989.
 
 
 
 

(*) Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

(1)Prof.Dr. Şükrü Elçin,Halk Edebiyatına Giriş,Ankara, 1986, s.314.

(2)Prof.Dr. Saim Sakaoğlu, 101 Anadolu Efsanesi, Ankara, 1989, s.V.

(3)Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 1970, s.245.

(4)Türkçe Sözlük,Türk Dil Kurumu, Ankara, 1969, s.231.

(5)Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü,İstanbul, 1954, s.74.

(6)Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1978, s.136.

(7)Meydan Larousse, İstanbul, C.4, s.88-89.

(8)Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul, 1969, s.106.

(9)Bilge Seyidoğlu, Erzurum Efsaneleri, İstanbul, 1997, s.13.

(10)_____ Erzurum’da Yer Adlarıyla İlgili Efsaneler,Ankara, 1985, s.330-331.

(11) Metin Karadağ, Türk Halk Edebiyatı Anlatı Türleri, Ankara, 1995, s.225.

(12)A.g.e. s.226.

(13)Ahmet Yaşar Ocak,Bektaşî Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul, 1983, s.1.

(14)Ahmet Yaşar Ocak,Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıbnameler,Ankara, 1997, s.27.

(15)Bilge Seyidoğlu, Erzurum Efsaneleri, İstanbul, 1997, s.15.

(16)Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıbnameler,Ankara, 1997, s.30.

(17)A.g.e. s.33.

(18)Bilge Seyidoğlu, Erzurum Efsaneleri, İstanbul, 1997, s.234.

(19)Ahmet Eflaki, Âriflerin Menkıbeleri I, İstanbul, 1973, s.130.