TÜRK MİLLETİNİN EBEDÎ GÜNDEMİ

 

NECDET ÖZKAYA

Müsteşar Yardımcısı

 

Her milletin kendisine mahsus millî ülküleri ve emelleri vardır. Milletlerin yaşayışları, düşünüş ve inanışları millî ülkülerin oluşmasında çok yakından alakalıdır. Tarihî, coğrafî, ekonomik, sosyal, kültürel şartlar ve ortamlar millî ülkü ve emellerin ortaya çıkmasını sağlayan en önemli unsurlardır.

Milletimiz yeni ve eski milletler arasında iddiası ve ülküsü olan ender milletlerden biridir. Oğuz Kağan’dan Atatürk’e kadar olan 25 asırlık tarihimizde hep cihan çapında devlet olma ülküsünü taşımış ve bunu zaman zaman uzun ömürlü devletler kurarak gerçekleştirmiştir.

Kapalı havzalarda, denizlerden uzak yaşayan milletlerin dünya çapında devlet kurması mümkün değildir. Keza deniz devletlerinin büyük kara parçalarına sahip olmadan dünya ölçeğinde büyük devlet olarak sahneye çıkması tarih boyunca görülmemiştir.

Ezelî ve ebedî ilkeyi ta Oğuz Kağan(Mete) zamanında idrak edinmiş olan Türk milleti, Oğuz Kağan Destanında “Daha deniz, daha müren” veya “yurdumuzu öylesine büyütelim ki, gök kubbesi yurda çadır, güneş de bayrak olsun” mısralarıyla yankılandırmıştır.

Mete Han’ın kurduğu büyük Türk hakanlığını kuzeyde buzullar, güneyde Himalayalar, doğuda büyük okyanus, batıda Hazar ve Urallar durdurabilmiştir...

Bu çağda devletin genişliği,İran,İskender ve Roma İmparatorluklarını geçmiş olmasına rağmen sıcak ve açık denizlere çıkamayışımız büyüklüğümüzü cihan çapında tamamlamamızı engelliyordu.

Bir başka ifadeyle Oğuz Kağan’ın hayalleri kâmil anlamda gerçekleştirilememişti. Ama büyük su havzalarını ele geçirmek, asıl büyük denizlere çıkmak ülküsünden ve emelinden asla vazgeçilmemişti.

 

Bir vakitler, Türk hâkimiyetinde bulunan Maveraünnehir (Amu-derya ile Ser-Derya arası) elimizden çıkıp Sâmânilere geçince Türk milleti cihangir bir devlet olma vasfını kaybetmişti. Bu, Türklerin asırlardan beri devam eden iddialarının ve ülkülerinin kaybedilmesi demektir.

Maveraünnehir ve Horasan fethedilmedikçe Türkler Orta Asya’ya takılıp kalacak, dünya çapında ehemmiyetini kaybedecekti. 10 uncu asırdan itibaren Müslümanlarla temasa geçen Türklerin, baştan sona Müslüman olan Maveraünnehiri ve Horasanı ele geçirip yerleşebilmesi için Karahanlıların Müslüman olması gerekiyordu. Müslüman oluşumuzun manevî yönüne girmeksizin, açıkça söylemekte mahzur görmeden diyebiliriz ki, büyük millet ve cihan çapında devlet olabilmemiz ve din değiştirmemiz için siyasî ve jeopolitik sebeplerin başında Maveraünnehir ve Horasan’ın fethi meselesi geliyordu.

Türk milletinin büyük devlet kurabilmesi, dünya üstünde egemenlik iddiasını devam ettirebilmesi için yeni bir medeniyet ve kültür dairesine geçmekte tereddüt etmemiş olması onun hayatiyetinin ve hamle gücünün büyüklüğü ile izah edilebilir.

Batı medeniyetine yönelişimizin altında da yatan en önemli sebep varlığımızın ve kudretimizin devamını sağlamak içindir. Bütün yenileşme ve inkılâp çapındaki değişimler diğer milletlerle boy ölçüşmemizi temin imkânlarını aramak olarak değerlendirilmelidir.

Yenileşme hareketlerini başlatan devlet adamlarımız çağa ayak uydurabilmek, zamanın gerisine düşmemek amacındaydılar.

Oğuz Türkleri Anadolu’ya,Mezopotamya’ya, Balkanlara yerleştikten, milletimiz büyük su kanallarına, açık denizlere, önemli ticaret yollarına, askerî ve siyasî stratejisi önemli olan yerlere hâkim olduktan sonra hedefler yeniden tespit ve tayin edilmeye başladı.

Selçuk Türkleri Anadolu’yu vatan yaptıktan sonra milletimizin“Kızıl elma”sı artık İstanbul olmuştu. Türk’ün batıda cihan çapında devlet kurabilmesi için üç kıtaya hakim, emsalsiz güzelliklere sahip coğrafî ve siyasî mevkii bakımından müstesna bir beldenin önemi; Malazgirt savaşından hemen sonra devlet ve siyaset adamlarımız tarafından görülmeye başlamıştı.

Selçuklulardan Osmanlı devlet adamlarına intikal eden İstanbul’u almak fikri ve ülküsü XI. asırdan XV. asrın ortalarına kadar (1453) millî bir siyaset olarak benimsendi.

Fetihten sonra Türk devleti cihan devleti olarak yükselmeye başladı. Yeni kızıl elma İstanbul olmaktan çıkmış, Roma ve Viyana olmuştu. Yükselme devri padişahlarının Yavuz ve Kanuni’nin şahsında “Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi” şahikasına ulaştı. Osmanlı, emsali görülmemiş bir cihan devleti oldu.

Halkımız devletin“ebed-müddet” olduğuna o kadar candan ve samimiyetle inanmıştı ki, devletimizin duraklama, gerileme, hatta yıkılışı günlerinde bile maneviyatı bozulmakla beraber, “ebed-müddet” inancını kaybetmek istemiyordu.

Osmanlı Devleti Birinci Cihan savaşının sonunda yıkılırken bile tarihi; şanına, büyüklüğüne uygun kahramanlık destanları yazarak kapatıyordu. Bunun en muhteşem misali Çanakkale’dir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıktığı gün, yorgun, fakir düşmüş bir halk, her tarafı yangın yerine dönüşmüş bir vatan,her bir yanı işgal edilmiş bir memleket, orduları dağıtılmış bir devlet manzarasıyla karşılaşmıştı.

Mustafa Kemal Paşa’nın Millî mücadele parolası “ya istiklâl, ya ölüm!” Bu söz asırların imbiğinden süzülerek gelmiş, milletimizin hayat felsefesinin bir özeti gibidir. “Ya kuzgun leşe, ya devlet başa!” ibaresinin 20. yüzyıl ölçülerine, üslûbuna ve millî mücadelenin yüksek hedeflerine göre tekrarı gibidir.

Millî mücadelenin sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile halkımızın asırlardır benimseyip yarattığı devletin, ebed-müddet olma inanışının boş olmadığı bir kere daha anlaşılmıştı.

Hun imparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine kadar uzun tarih sürecinde Türk milleti devletsiz kalmamıştı. Kıyamete kadar da kalmayacaktır.

Cumhuriyetten sonra, Devletimizin millî politikaları, milletimizin millî ülküleri yeniden belirlenmiştir.

Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku millî ülkü ve emellerimizin ebedî belgeleridir. Türk tarihinde benzerine ancak Bilge Kağan kitabelerinde yani Orhun abidelerinde rastlanır.

Atatürk’ün en büyük emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti devletini korumak, yükseltmek her Türk vatandaşının birinci vazifesidir.

Millî ülküler, dönemin, çağın ve zamanın şartlarına göre teşekkül eder.

Atatürk’ün“Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medenî kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyetin üstüne çıkaracağız” sözünü bütün Türk öğretmenleri çocuklarına her gün bir ninni gibi söylemelidir. Bu söz ruhların derinliklerine öylesine sinmeli ki her Türk ferdi, bunu ölümsüzlüğün bir tılsımı gibi benimsemeli ve kuşaktan kuşağa aktarılmalıdır. Çağımızda devletimizin “ebed-müddet”liğinin sırrı bu sözdedir.

21. Yüzyıla girerken, Atatürk’ün ifadesiyle, “Türklük yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” Bu sözün bir benzerini yüzyıllar öncesinden Bilge Kağan;

“Ey Türk Oğuz Beyleri! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, bil ki Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz.” sözleriyle ifade etmiştir.

19Mayıs 1999 yani Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 80. yılında 2000 yılına girmek üzere olduğumuz bu şafak vaktinde Türklük dünyasına baktığımız zaman, ay yıldızlı bayrağımızın yanında bağımsızlıklarını elde eden 7 Türk devletinin bayrakları da dalgalanmaktadır.

Bütün engellemelere rağmen 21. yüzyıl Türk asrı olacaktır. Tıpkı geçmiş bir çok asırda olduğu gibi.

“Ne mutlu Türküm diyene!”