Dursun Ali TÖKEL *Yard. Doç. Dr.; Ondokuz Mayıs Üniverisetisi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi |
TÜRK CİHAN HÂKİMİYETİ İDEALİNİN VE SOSYAL HAYATIN ÖNEMLİ BİR VESİKASI OLARAK KASİDELER |
---|
Özet Kasideler, genellikle “birini övmek ve yermek amacıyla yazılan şiirler” olarak tarif edilir. Aslında, beyitler halinde yazılan ve hayli uzun olan kasidelerin bu tarifle özetlenemeyecek kadar karmaşık bir yapısı vardır. Biz şu sorudan yola çıkarak kaside üzerine bu araştırmaya giriştik: “Fahriye bölümü kasidenin sadece bir bölümü olduğuna göre, acaba bu şiirlerin diğer bölümlerinde neler anlatılmaktadır?” Araştırma sonucunda gördük ki bütün bu bölümleriyle kasideler; ideal devlet adamı profili çizme, sosyal ve ekonomik konularda devrin özelliklerini yansıtma, sosyal hayatın değişik sahnelerini anlatma, tarihî şahsiyetlerin biyografik bilgilerine katkıda bulunma, siyasal ve kültürel tarihin pek çok değişik safhası için bilgi ve belge sunma, dil ve edebiyat tarihine önemli birer vesika oluşturma vs. özelikleri açısından çok önemli ve aydınlatıcı tarihî bir misyon üstlenmektedir. Bu araştırmada, kasideler yukarıda sıraladığımız hususlar açısından incelenmiş ve şairlerin kuru bir övme ve yermenin dışında, kasideleriyle yaşamış olduğu devrin; siyasal, kültürel, sosyal ve tarihî açıdan bir şahidi olduğu görülmüştür. Bu açıdan kasideler, sosyal ve kültür tarihi araştırmacısı için önemli bir belge ve bilgi kaynağı olarak değerlendirilmeli, yüzlerce yıldır sayısız örnekleri verilen bu metinler basit ve sığ nitelemelerle karalanmamalıdır. Kasideler, resmî tarihi vesikalar kadar, edebî metinlerin de tarih araştırmacısı için önemli bir belge olduğunu ispatlayacak mühim kaynaklar arasındadır. Anahtar Sözcükler: Kaside, tarih, kültür, sosyal hayat, belge
Giriş Arap ve Fars edebiyatlarındaki gelişimini saymazsak, yaklaşık 600 yıl boyunca çok değişik tür ve örnekleri verilmiş, Tanrı'yı, Peygamberi, diğer büyükleri övmekten tutun da arpanın tasvirine kadar değişik sebeplerle ele alınmış bir edebî biçim olan kaside, yaptığımız incelemede de görüleceği üzere “sadece birini övmek kastıyla yazılmış şiirlerdir” denmeyecek kadar karışık ve girift bir yapı arz eder. Bütün bir tarihî mirasın basit bir hükümle geçiştirilmesi yerine; öngördüğü devlet felsefesi, ele aldığı devrin sosyal yapısı, edebî ve kültürel özellikleri, şairinin çağını aydınlatacak görüş ve düşünceleri, türünün anlatı ve kurgu yapısı, dil özellikleri, sunulduğu şahsiyetlerin tarihî kimlikleri, tarihe ışık tutucu tarafları vs. gibi özellikleriyle ayrıntılı olarak incelenmeli ve bütün bunlardan sonra bir hükme varılmalıdır. Bu makalede kaside, yukarıda bahsettiğimiz başlıklar çerçevesinde ele alınacak, kasidenin ve kaside şairinin, Türk cihan hâkimiyeti idealine; Türk tarihinin; sosyal, kurumsal, imarî tarihine; Türk diline; şairlerin biyografilerine ve tarihin gizli kalmış yönlerine şahitliği ve katkıları yönünden incelenecektir. Bütün bu başlıkları bir makale içerisinde enikonu işlemek mümkün değildir. Bu yüzden bizler bu başlıklara kısmen temas edecek ve her birine bir iki örnek vereceğiz. Şüphesiz bu başlıkların her birisi ayrı çalışma konuları olacak kadar geniştir. Ancak bu incelemeye geçmeden önce, okuyucunun kısa da olsa bilgisi olması bakımından kaside hakkında özet bir bilgi verilecektir. Tarihî Gelişim Kaside, Arap edebiyatının ilk dönemlerinde doğmuş, Cahiliye döneminde büyük şairlerin elinde zirvesine ulaşmış, yapısında meydana gelen bazı değişiklikler ile İslâm coğrafyasında en çok kullanılan şiir biçimlerinden biri olmuştur. Rivayetlere göre Araplarda ilk evvel kaside söyleyen Mühelhil'dir. Fakat kasideyi geliştiren, onu en mükemmel şekilde kullanan ve gazellerle süsleyen İmriü'l Kays'tır. (Köprülü, 1986, 137-140) Daha sonra Farslar kasideyi almış, onlarda bir hayli tekâmüle uğradıktan sonra Türkler de bu edebî nev'i kullanmaya başlamıştır. İslâmî dönemde Araplarda Ka'b bin Züheyr, Hassan b. Sabit, Nabigâ, A'şa; Emeviler döneminde Ebû Nüvas; Abbâsiler döneminde Ebû Temmâm, Buhtûrî ve Mütenebbî başarılı kaside şairlerindendir. Kaside ilk olarak; Fars edebiyatında Sâsâniler döneminde görülür. Rûdegî bu tarzı olgunlaştıran ilk şairlerdendir. Kaside altın çağını Gazneli Mahmut döneminde yaşamıştır. Rivayete göre bu hükümdarın dört yüz şairi mevcuttu. Bunlardan Unsurî, Ferruhî , Minuçihr ve Esedî başta gelenlerdendir. Selçuklular döneminde Enverî, Emir Muizzî, Hâkânî; Harzemşahlar sarayında Reşidüddin Vatvat, Zâhîr-i Faryâbî bu türün üstatlarındandır. Daha sonraları Sâdî, Selman-ı Savecî kasidenin doruk şairlerinden olmuşlardır. Hînd üslûbunda ise Urfi-i Şirâzî , Sâib-i Tebrizî ve Şevket-i Buhârî bu alanda en başarılı örnekleri verdiler (Pala, 283). Türk şiirinde kaside 15. yüzyılda kendini gösterir. Şeyhî ve Ahmet Paşa ilk kasidecilerimizdendir. 16. yy.'da Hayâlî, Fuzûlî, Nev'î, Bâkî ve Rûhî, 17. yy.'da kaside üstadı Nef'î, Sabrî, Şeyhülislam Yahya ve Nailî; 18. yy'da Nazım, Nedim ve Şeyh Gâlib başarılı kasideler yazdılar. 19. yy'da her alanda olduğu gibi kasidede de yenilikler başlar. Akif Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemâl uslûp ve muhteva bakımından kasideye yeni bir şekil vermişlerdir. Örneğin Hürriyet Kasidesi yalnız dış yapı bakımından kasideye benzer. Şekil Bilgisi Kasidenin beyit sayısı için çeşitli kaynaklarda 33 ile 99 arası bir sayı verilirse de bu kesin bir rakam değildir. İskender Pala 11-99 (az veya çok) sayısını verirken (Pala, 284 ), Haluk İpekten 9-100 arası beyit sayısı verir (İpekten, 1983, 40). Fakat kesin bir sayı vermek pek mümkün görünmemektedir. Hayalî Bey divanında 8 beyitlik kasideye rastlandığı gibi, Seyyid Vehbî'nin 170 beyitlik kasidesi de mevcuttur. Âşık Çelebi'nin 303 beyitlik bir kasidesinin olduğu da bilinmektedir (Filiz Kılıç'tan aktaran; Babacan, 2003, 138). Kasideler, adından da anlaşılacağı üzere bir kasıt (övme veya yerme, tasvir etme...) için yazılan şiirlerdir. Beyitler halinde aruz vezniyle yazılır. Birinci beyit kendi arasında kafiyeli diğer beyitlerin birinci mısraı serbest, ikinci mısraı birinci beyitle kafiyelidir (aa,ba, ca, da, ea, fa). İlk beytine matlâ, son beytine makta, en güzel beytine şah beyit denir. Mahlas beytine tac beyit adı verilir. Kaside nazım şekli 6 bölümden oluşur. İlki nesip veya teşbib'dir. Normal bir kasidede 15-20 beyit kadardır. Âşıkâne duygular anlatıyorsa nesip, âfâkî konular (bahar, tabiat, bayram vs.) işlenmişse teşbib adını alır. İkinci bölüm girizgâhdır. Genellikle tek beyit olur. Bu beyitle medhiyeye geçilir. Üçüncü bölüm medhiyedir. Kendisine kaside sunulan şahıs övülür. Dördüncü bölüm tagazzüldür. Başta da sonda da olabilir. Kaside içinde gazel söylemektir. Her kasidede olmaz. 5-12 beyit arasında yer tutar. Beşinci bölüm fahriyedir. Şâir bu bölümde kendini över. Beyit sayısı değişkendir. Kasidenin altıncı ve sonuncu bölümü ise duâ bölümüdür. Şâir bu bölümde memdûha (övülen kişi) duâ eder. Sayılan bölümlerin her kasidede olması gerekir diye bir şart yoktur. Bu tertip genellikle bölümlemedeki üst sınırı belirtir. Kimi kasideler vardır ki sadece iki bölümden ibarettir. Nedim'in: Ales-sabâh ki bânû-yı mihr-i ferruh-fâl beytiyle başlayan ve İbrâhim Paşa'ya sunulan kasidesinde dua ve methiye kısmı yoktur. Kaside sadece nesip ve girizgahtan ibarettir (Bu kasidenin ilginç taraflarına ileriki bölümlerde değinilecektir.). Kasideler değişik şekillerde adlandırılır. İlki nesipte ele alınan konuya göredir. Bahardan bahsediliyorsa Bahâriyye, kıştan söz ediliyorsa Şitâiyye, bayramı anlatıyorsa Iydiyye, girişte hamam bahis konusuysa Hamâmiyye vb. adlar alır. İkinci adlandırma redife göredir. Redif olan kelimeye göre kaside bir ad alır. Mesela redif “güneş” ise Güneş Kasidesi, redif “su” ise Su Kasidesi, “kılıç” ise Kılıç Kasidesi (veya Tığ Kasidesi) gibi. Kafiye kelimesinin son harfine göre adlandırma yapıldığı da olur. Son harf mîm ise kaside-i mîmiye, ra ise kaside-i râiye, nûn ise kaside-i nûniye vb. Kaside bir de işlediği konuya göre ad alır. Allah'ın birliğini anlatana tevhid, Allah'a yakarış niteliğinde olana Münâcât, Peygambere övgü mahiyetindeyse Na'at adını alır. Sadece bir kişiyi öven kasidelere Medhiye, tahta oturmayı kutlamak için yazılanlara Culûsiye, birini eleştirmek için yazılanlara ise Hicviye denir. Bazen de bir tarih düşürmek için yazılan kasidelere Tarih Kasidesi adı verilir. Kasidelerin divanda yer alışları da hususî bir şekilde belirlenmiştir. Divanın başında yer alırlar. Önce tevhid, münacât ve na'tlar, sonra dört halife ve Mevlâna hakkında övgüler yer alır, daha sonra da sultan, sadrazam, vezir, şeyhülislam vs. gibi bir sıra takip eder. Kasidelerin başına memduhun adının ve unvânın yazılması usuldendir. Bu, genelde Farsça olarak yazılır. “Kaside Der-Na't-i Fahr-i Kainât”, “Der Medh-i Hazret-i Sultan Muhammed Hân”, “Der Sitâyiş-i Sadrazam Şehid Ali Paşa” vs. gibi.1 Kasidelerin Yazılış Sebebi Ve Tarihî Gelenek Büyüklere kaside sunma geleneği çok eskilerden beri süregelmektedir. Şâirler, Hz. Peygamber'in Ka'b b. Zübeyr'e kendisine sunduğu kasideye karşılık hırkasını hediye vermesini örnek göstererek memduhun kaside sunan şaire câize vermesini sünnetten saymışlar, hatta câize vermeyenlerin hicvedilmelerinin câiz olduğunu bile söylemişlerdir (İsen, 1995, 8). Kendisine caize vermeyen vezire karşı 3. Murad devri şairlerinden -adı bilinmeyen- birinin şu iki beyti bu hicviyeye iyi bir örnektir: Kerem ehli makâmıdur bu sadr Gel begüm sen vezâretün bana ver Kaside sunan her şairin caize aldığı veya bu kasidenin hemen memduha ulaştırıldığı şeklindeki bir düşünce doğru değildir. Kaside memduhun kendisine verildiği gibi bir vasıta ile de ulaştırılabiliyordu. Gelibolulu Âli bu maksatla görevlendirilmiş münekkitlerden biriydi. Bir şehzadeye sunulan kasidedeki: Melâhat ehli zamânında bulmadı ta'zîm matlalı beytini Âli beğenmemiş “ta'zim bulmadı” ifadesinin “ta'zim olunmadı” şeklinde olması gerektiğini söylemişti. Şâirin dediği gibi ise, Tanrı'nın bir lütfu olan güzelliklere rağbet olunmamak gibi bir zevksizliğin ve saygısızlığın ortaya konulduğunu ve dolayısıyla övülenin aslında yerildiğini söyleyerek kasideyi geri çevirmişti (Çavuşoğlu 1986, 23) Pek çok insanın zannettiğinin aksine caize almak kolay bir şey değildir. Kasidenin değerlendirilmesinde pek çok faktör rol oynamaktadır. Mısır zaferinde Revânî “berf” (kar) redifli kasidesini Yavuz'a sunmuştu. Yavuz Selim'in verdiği cevap bu işin ne kadar detaylarının olduğunu ortaya koymaktadır. “Her mevsimi sıcak olup karın ne idüğü bilenmeyen bir yerde ne münasebetle bunu yazdın?” Şâir bu sözlerle iyice azarlanmıştı (Çavuşoğlu, 1986, 26). Kasidenin tarifinde “birini övmek ve ondan câize beklemek” ifadesi sıkça kullanılır. Kasideler üzerine lâyıkıyla ve derinlemesine bir araştırma yapılmamasına ve bu metinler; yapı, dil, etkilendikleri sosyal çevre, devrin dünyaya ve insana bakışı, hâkim idarî sistemler ve şairin düşünce yapısı açısından detaylı bir şekilde ele alınmamasına rağmen, kaside söyleyenler “yağ yakmak, aşırı mübalağa ile övmek, para almak için her türlü şaklabanlık yapmak, el etek öpmek, layık olsun olmasın her devlet büyüğüne kaside sunmak vs.” gibi haksız ithamlarla karalanmışlar ve hakir görülmüşlerdir.2 Biz bu incelemeyle verilen bu kararların isabetli olup olmadığı üzerinde duracağız. Kaside ve Cihan Hâkimiyeti İdeali Kasideler üzerinde eğer bir söz söylenecekse, bu sözün en başlangıçta onun ideal insan tipi figürü üzerinde olmalıdır. Bakî'nin aşağıdaki beytinden de anlaşılacağı üzere gazel verilir , kaside sunulurdu : Bu devr içinde benim pâdişah-ı mülk-i sühan Sunulmak tabiri bir büyüğe bir şey vermek anlamını da ihtiva ettiğinden, kasidenin devlet erkanıyla iç içeliği hep gündemde tutulmuştur. Fakat kaside sadece devlet büyüklerine yazılmamıştır. Mesela Ahmet Paşa Bursa Sancak Beyi iken Emir Sultan, Şeyh Tacettin gibi tasavvuf büyüklerine de kaside yazmıştı. Hatta bundan da öte Necâti'nin “arpa” redifli, arpayı övdüğü güzel bir kasidesi de mevcuttur (İleride değinilecektir). Fakat kaside deyince bizim aklımıza hemen, devlet erkânı (Padişah, vezir vs.) gelmektedir. Kasidelerin çoğunun onlara sunulması belki de böyle bir inanışa sebep olmuştur. Devlet erkânına sunulan kasidelerdeki aşırı övgüler yüzünden pek çok şair haklı haksız karalanmıştır. Fakat biz bir konuya özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Acaba şairin kasideyi sunduğu devlet büyüğü kimdir? Kendisine bir kaside sunulmak için ne yapmıştır? Dünya düzeni, devlet-i ebed müddet için ne gibi bir faaliyette bulunmuştur veya bulunmuş mudur? Araştırmalarımız esnasında maalesef biz bu bilgileri bulmakta bir hayli zorlandık. Şiir ve tarih birbirinden ayrı vadilerde seyrettiği, tarihçilerimizin edebiyattan, edebiyatçılarımızın ise tarihî bilgilerden istifade etmeye pek de niyetleri olmadığı için bu değerlendirmeler hakkıyla yapılamamaktadır. Bir de kaside sunmakla el etek öpüp para koparma fikr-i sabiti peşinen kabullenildiği için araştırmacılarımız bu konuda pek de derine inmemişlerdir. Şâir şiir yazarken padişaha veya sadrazama hangi sıfatları verir, onu hangi konumda, nasıl görmek ister, bu istek ve övgülerinde samimî midir yoksa riyâkâr mıdır? Bu sorulara hakkıyla cevap verebilmek için tarihe müracaat edip memduhların gerçek kişiliğiyle ortaya konması gerekmektedir. Kanaatimizce şair (hepsi değilse bile büyük bir kısmı) at üstünde fetihten fetihe koşan, aldığı ülkeler ve cengaverlikleriyle Osmanlıların nam ve şöhretini ve sancak-ı İslâmı daha da ötelere ulaştıran ve milleti sevinçlere boğan padişahın yanında İskender'in yanındaki Aristo gibidir. Fetih için, zafer için, devlet-i ebed müddet ve cihan hâkimiyeti için sürekli Padişahı teşvik etmekte ve ona övgüler sunarak da bu niyetlerini desteklemekte, onu coşturmaktadırlar. Osmanlılar dönemi Türk şiiri üzerine değerli bir araştırma yapan Dora D'İstria eserinin büyük bir bölümünde bu tema üzerinde durmakta ve şairlerin bu cihetini hep ön plana çıkarmaktadır. Maalesef bizde kasideler bu yönüyle herhangi bir incelemeye tâbi tutulmamıştır. Bir yabancının Türklerin cihan hâkimiyeti için çok önemli bir motivasyon aracı gördüğü şiir, bizde bir yağ çekme aracı nitelemesinden kurtulamamıştır. D'İstria kasidelerde çokça isimleri geçen Süleyman ve İskender efsanelerinin alelade bir övgü maksadıyla kullanılmadığını söyler: “ Barbar bir dünyayı evrenin bilinebilen en uç noktalarına kadar süren ve gece ülkelerine giren, ölümsüzlüğü bulmak için orada bin yıl yürüyen İskender, ürkütücü Asya'ya bir avuç kahramanla giren ve dünyayı üstünde eğilmeye zorlayan kişiye yaraşır bir seleftir ” (D'İstria, 1982, 25). Yazar, Osmanlı Hükümdarlarının sürekli cihan hâkimiyeti fikrinde olduklarını, bunu her zemin ve fırsatta dile getirdiklerini (Yavuz'un “bu dünya iki hükümdara fazla, bir hükümdara az” sözünde olduğu gibi), kasidenin de sürekli onların bu amacına yönelik bir üslûpla ele alındıklarını söyler. “ Ahmet Dâî'nin İskendernâme'si evrensel hükümdarlık besleyen sultanların çok hoşuna gitmişti. İskender'in hayat öyküsü II.Mehmet ve I.Selim'e büyük zevk verirdi ” (D'İstria, 1982, 26). İşte şairler bir nevi motivasyon aracı olarak veya cihan hâkimiyeti fikrine kendilerince bir katkı düşüncesiyle de kasideleri kaleme alırlardı. Kanaatimce dünyayı fethetme kastıyla yola çıkan bütün cihangirlere bu tarz övgüler sunulmuştur. “Efsânevî şiirin savaşçı sultanlara esinlediği tad, evrensel hükümdâr, yani Hz. Muhammed'in tasarımlarına yaraşır izleyiciler olmanın, bütün Osmanlı padişahlarının ideali oluşuyla daha da anlaşılırlık kazanır. Fatih Sultan Mehmet ve Kanunî Sultan Süleyman gibi hükümdarlar, tasarladıklarının tamamını gerçekleştirecek kapasitede görünüyorlardı. Üstün yetenekli bir kadın olan güzel ve etkili Zeynep Hanım, II.Mehmet'e gönderdiği bir şiirinde –Divanını ona ithaf etmişti- halkta yerleşik kanıları çok açık bir dille ifade etmekteydi. Toz içinde yüzüne herkesin hayran kalacağı genç padişahın görevi dünyayı fethetmekti. Zafer yüklü sancağı Çin'e kadar götürmeliydi. (Saltanatı) İskender gibi, inci ve yakut sürükleyen, dalgaları miskten daha hoş kokan, köpüğü yıldızlardan daha parıltılı, göğün sekizinci katındaki Kevser sularında güçlendikten sonra, bin yıl sürmeliydi. Ve daha sonra Yunan kahramanından daha mutlu olacaktı, çünkü ölümsüzlük çeşmesini o keşfedecekti (D'İstria, 1982, 27-28). Yazar, Osmanlı şiirinde, amacı sadece dünyayı fethetmek olan İskender'den çok Süleyman'ın adının geçmesine de dikkatimizi çeker. Süleyman, kutsiyet ve adaletin sembolüdür; amacı kuru kuruya bir savaş değildir. Görüldüğü gibi bırakın kasidenin bütününü, içinde geçen isimlerin tercihinde bile çok önemli ayrıntılar gizlenmektedir. D'İstiria şairlerin padişaha övgü yazmayı sadece caize almak amacıyla değil, soylarını kıtalararası zaferlerle cihanın dört bir yanına yayan büyük insanları kutlamak amacıyla da yazdıklarını belirtir ve örnekler verir: “II. Murat döneminde Seyfî hükümdarın başarılarına bir destan armağan ediyordu. Osmanlı şairlerinden hayranlık uyandıran başarılarını Fakîrî ezgiyle dile getiriyordu. II. Mehmet döneminde Şehdî ulusal tarihi destan hâline dönüştürmek istedi. Osmanlı şiirinin altın çağını yaşadığı Kanunî Sultan Süleyman döneminde Şükrî ve Derûnî I.Selim'e, Arifî ve Mahremî de Süleyman'ın saltanatına övgüler yazdılar.” (D'İstria, 1982, 18) Padişahı öven bir şairin kim olduğu, kıymetinin ve gelecek için değerinin ne olabileceği hususlarında en güzel cevâbı belki de Nef'î vermiştir. Bu cevap bizim araştırma ve insafımız içinde bir hayli önem taşımaktadır. Eğer şairler olmasa hükümdarı kim bilir, kim tanırdı: İltifât et sühan erbâbına kim anlardır Aynı muhtevalı bir cevap da Hayâlî'den: Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev Eğer şairin kastı kaside yazıp, kuru ve abartmalı bir övgüyle padişahtan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î kendileri de birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman ve IV. Murat karşısında “O mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezdi. Şâirin Osmanlı hükümdarına hangi gözle baktığını D'İstria şöyle özetler: “Süleyman diğer küçük Yahudi krallarından son derece farklıdır. Çünkü her dindar müslümanın düşlediği şeyi gerçekleştiren evrensel hükümdarlardan biri olmuştur. Aslında, eğer yüce Emir Allah'ın yeryüzünde gerçekten bir nâibi varsa (ki bu naib şaire göre Osmanlı Sultanıdır D.A.T.), dünyamızın bazı kısımları nasıl olur da onun otoritesinin dışında kalır, doğrusu, bunu anlamak zordur. Diğer hükümdarlar onun ancak vasalları olabilirler.” (D'İstria, 1982, 22). Evet şaire göre yeryüzü Allah'ındır. Bu dünyada onun bir halifesi vardır; öyleyse o halife cihanın tamamına hükmetmelidir. D'İstria'nın şairlerin diğer hükümdarlara bakışını verirken kullandığı vasal kelimesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Zira gerçekten kaside için anahtar tabirlerden biri de bu kelimedir. Vasal, kendi başına hükümdar olmayıp bir başka hükümdara bağlı olarak hükmeden anlamına geliyor. Şâire göre bütün diğer hükümdarlar ancak Osmanlı hükümdarının vasallarıdır. Şairlerimiz övdüğü padişâhı Türk büyüklerine değil de İran hükümdarlarına benzettikleri veya onlarla kıyasladıkları için sürekli eleştirilmişlerdir. Oysa burada bir incelik sürekli göz ardı edilmiştir. Vasal tabirinden de anlaşılacağı üzere şairimiz Osmanlı sultanıyla bir Acem şahını kıyasladığı zaman onları asla bir birine denk tutmaz. Divanlar incelendiğinde görülecektir ki umumiyetle bu karşılaştırmalarda Acem şahı küçük gösterilir, hakir görülür. Aynı şeyi şair Acem şairiyle kendini kıyaslarken de yapar; Pâdişâh-ı bahr u ber Sultân Süleymân Şâh kim Bugün Hâkânı sensin Türk ü Çîn'in Cür'a-nûşun bezm eyvanında yüz Dârâ vü Cem Sâye-i lütf-ı Hudâ Hazret-i Sultan Ahmed Şâirlerimizin evrensel bir hükümdar karşısındaki tutumunda bir fikr-i sabitleri yoktur. Yeryüzü fethini gerçekleştiren herhangi bir cihangir şairimiz için bir örnek teşkil eder. D'İstria bu hususla ilgili şunları söyler: “Osmanlı şairleri evrensel bir hükümdar (Süleyman, İskender) düşüncesi fikirlerine uygun olduğu sürece, Süleyman efsanesini kendilerine mal etmeye hazırdırlar. Böyle olunca Uzun adı verilen Firdevsî'nin Süleyman-nâme'si çarçabuk meşhur oldu. Büyük İskender de Süleyman gibi varlığı ile doğulularda düşler yaratan yerküresi imparatorlarından biridir. (D'İstria, 1982, 23) D'İstria şairin şiir yazarken taşıdığı kaygıya da işaretle, onun amacının sadece kuru bir övgü yazmak olmadığını belirtir, şairin şiirinin bir cihan hükümdarına yakışır olma kaygısını da taşıdığını söyler. Metinleri incelerken bu hususa özellikle dikkat ettiği anlaşılmaktadır. Ona göre şair, bir tabiat tasvirinde bile bir cihan savaşı düzeninde sıralanmış bir yığın çiçek görür. Ağaçlar da daha az duygulu değildir. Örneğin çınar, evrenin hükümdarında kötülüğü uzaklaştırsın ve kentin fethedilişini kolaylaştırsın diye Allah'a yalvarmak için geniş kollarını açar.” (D'İstria, 1982, 28-29). Nef'î'nin II. Osman'ın Seferi İçin Yazdığı Kaside Şâir ve onun cihan hâkimiyeti felsefesine inanmış şiirine dair verilebilecek en önemli örneklerden biri Nef'î'nin bir kasidesidir. Nef'î'nin II.Osman (Genç Osman)'a yazdığı bu kaside bir çok kişi tarafından tenkide uğramış ve şair bu şiiri sebebiyle töhmet altında bırakılmıştır. Devlet-i ebed müddet ve cihan hâkimiyeti felsefesi ışığında biz bu şiiri incelemek istiyoruz. Sonuçta görülecektir ki Nef'î bu kasideyi zannedildiği gibi sadece kuru bir övgü veya yalnız caize almak amacıyla yazmamıştır. Nef'î klâsik edebiyatımızın kaside üstadı olarak bilinir. Onun kasidelerinde tasvir ettiği ortamı kelime yapısıyla bile yakalamak mümkündür. Sert ve haşin tabiatı kasidelerine de yansımış, doğru bildiğini zaman ve zemin dinlemeksizin söyleme huyu, sonunda hayatına mal olmuştur. Sağlığında dört padişah görmüş olun Nef'î'nin I.Mustafa'ya ithaf edilmiş herhangi bir kasidesi yoktur. Kasidelerinin çoğu kendi tabiatına uygun bulduğu IV. Murat'a ithaf edilmiştir. Diğer kasideler ise I.Ahmet'e ve II.Osman'a ithafen kaleme alınmıştır. Bu kasideyle ilgili Rıza Tevfik şunları söyler: “Kasidelere gelince, hele Nef'î'ye gelince, onların bence hususiyeti ve ehemmiyeti zamanın fetih işleriyle alakalıdır. Sultan Osman ötede mağlup olmuş, Nef'î de hâlâ ona kaside yazıyor, tuhaf olur bu, gülünç olur. (Ünaydın, 1972, 126). Rıza Tevfik'in bu sözüyle ilgili, Diyorlar Ki, kitabını baskıya hazırlayan Şemsettin Kutlu şunları söyler: “II.Osman Lehistan'a karşı bir savaş açmıştı, bu savaşta Türk ordusu büyük kayıplara uğramıştı. Hal böyle olduğu halde bazı çevreler neticeyi, memlekete bir zafer kazanılmış şeklinde göstermeye çalışmıştı. Bunun üzerine Nef'î de padişâhı öven bir kaside yazmıştı. Rıza Tevfik bu samimiyetsizliği kınamaktadır.” (Ünaydın, 1972, 336) Üzerinde durulan esas nokta Nef'î'nin mağlup olmuş ve hezimete uğramış bir padişahı överek göklere çıkardığı ve dolayısıyla samimiyetsizlik yaptığıdır. Rıza Tevfik'in dediği şekilde acaba gerçekten II.Osman büyük bir mağlubiyete mi uğramıştı? II.Osman 14 yaşında tahta geçmişti. Devri Osmanlının en karışık zamanlarından birine tekabül eder. Zamanında memlekette büyük fitneler zuhur etmiş, devlet, muhteris valide sultanların (II.Osman'ın validesi için aynı şey söylenmemektedir) ve fesat ehli vezirlerin elinde kalmıştı. Sultanın ilk yaptığı şey devlete çeki düzen vermek olmuştu. Balkanlarda çıkan büyük karışıklıkları gidermek amacıyla Lehistan'a savaş ilan eder ki bu kararı verdiğinde henüz 16 yaşındadır. Hotin Seferi olarak da bilinen bu sefer kesinlikle bir yenilgi değildi. “Yirmi beş gün boyunca yapılan saldırılar düşmanı kaleden atamadı ama etrafta dehşet uyandırdı. Nuri Sultan yüz bin esirle ordugaha döndü.” (Uzunçarşılı; 1988; s. 131) Hotin kalesinin muhasarasında kalenin alınamamasının en büyük amillerinden birisi, yeniçerilerin itaatsizliği ve disiplinsizliği olmuştu. Rivayetlere göre asker savaştan kaçmış, para az veriliyor diye muharebeye iştirak etmemiş, günlerini yağmayla geçirmiştir. Yeniçerilerin isyanları ve çapulcu davranışları, savaşa karşı isteksizlikleri, devlet erkanı arasındaki çıkar çatışmaları (Hotin Seferinde çok değerli bir kumandan olan Karakaş Mehmet Paşa düşmana karşı savaşırken, kaleye bayrak dikeceği sırada göğsüne isabet eden iki kurşunla, şehit olmuştu. Onu kıskanan Veziriazam Hüseyin Paşa hasedi yüzünden Mehmet Paşa'ya yardım etmemişti.) II.Osman'ı sulha mecbur etmişti. “Leh elçileri gelip bu harbe sebep olduklarından dolayı özür dileyerek Sultan Süleyman zamanındaki esas üzere sulh yapmak istediler. Lehistan Kanuni zamanında olduğu gibi her yıl 40.000 (Kırk bin) altın verecekti. (Uzunçarşılı; 1988; s. 132) II.Osman, Kanuni'den sonra yaklaşık 60 yıldır ordunun başında sefere çıkan ilk Osmanlı sultanı idi. Onun dönemine kadar Uzunçarşılı'nın deyimiyle Osmanlı sultanları “bizzat ordunun başında cephelerde uğraşan bir başkumandan değildir.” (Uzunçarşılı; 1988; s. 120) Genç Osman 16 yaşındadır. Bir cihan imparatorluğunun başında ordusuyla sefere çıkmış ve Avrupa'da dehşet uyandırmıştır. İstanbul'a girişi de büyük bir zafer alayıyla olmuştur. Savaşa iştirak eden düşman tarafı özür dileyip yalvararak sulh isterken bu savaş için nasıl olur da mağlubiyetle neticendi denilebilir? 16 yaşındaki cihan hükümdarı kişisel özellikleri itibariyle de tabiri caizse tam Nef'i-meşrep birisidir. Fevkalade bir tahsil görmüştür. “On dört yaşında iken Farsça ve Arapça'yı ana dili kadar iyi bilen II. Osman'ın hatta Latince, Yunanca ve İtalyanca'yı da öğrendiği söylenir. Klasik İslâmî ilimlerin yanında kuvvetli bir tarih, coğrafya ve matematik tahsili gören genç şehzade, Divan edebiyatının da tüm inceliklerini kavramıştır. Genç Osman aynı zamanda bir hattattır. Hz. Muhammed'in ayağını resmederek, yanına bir tuğra çekmiştir; altında da şu beyit yazılıdır: Türbe-i nûr-ı âlem-dâr-ı Resûl'e bu nişân / Eser-i şâh-ı cihân Hazret-i Sultân Osmân” (Keskinkılıç; 1999; s. 120). Döneminin Avrupa'yla ilgili eserlerini bile okumaktadır. Düzgün şiirler yazacak kadar edebiyata vakıftır. Bünyece çok kuvvetli, üstün bir pehlivan, yiğit bir silahşördür (Öztuna; 1986; s. 331) ve cihan hâkimiyeti emeliyle büyük hayaller ve hırslarla doludur. İngiliz elçisi Thomas Roe'nin şu tespiti bile, Nef'î'nin ona ilgili kasideyi sunması için yeter bir sebeptir. Thomas Roe II.Osman'la ilgili şunları söyler: “Osman, mağrur, büyük ruhlu ve pek cesur bir genç idi. Hıristiyanların can düşmanlarından biriydi. Ecdadının zaferlerine karşı büyük bir gıpta duymakta, büyük işler planlamakta ve namını hepsinin üzerine çıkarmak için hırslı gayret sarf etmekteydi.” Esasen Nef'î'nin kasidesine bakarak da biz onun hangi endişeler ve niyetlerle bu kasideyi yazdığını anlayabiliriz. Onun I.Ahmet'e yazdığı kasidelerde fethe çıkmış, cihan hâkimiyeti inancı taşıyan bir kişiye hitaben kullanılabilecek kelime kadrosuna pek rastlanmaz. Sultan Ahmet Camii'ni de yaptıran “Kaside-i Aliyyü'l-Âl Der Ta'rif-i Cihâd-ı Sultan Osman” kasideyle biz, Nef'î'nin onun cihadını nasıl övdüğünü, küffara karşı seferini nasıl coşkunlukla karşıladığını, hele şu beytiyle İngiliz Elçisinin: “Büyük bir Hıristiyan düşmanıydı” sözünü nasıl haklı çıkardığını anlamaktayız: Ser-firâz ettin Livâü'l-hamd-i din-i Ahmed'i “İslam dininin Livâü'l-hamdini (sancağını) yücelttin. Küfre, imansızlığa gerçekten Ali'nin zaferini, üstünlüğünü gösterdin.” Gerçekten de uzun senelerden beri ilk defa bir Osmanlı Sultanının başkomutanlığında küffara karşı Livâü'l-hamd açılmaktadır. Tîgına n'ola yemîn eylerse rûh-ı Murtaza Tarihi bilgiyle Nef'î'nin şiiri yan yana getirildiğinde herhangi bir samimiyetsizliğe rastlamak mümkün değildir. Aksine, kaside Sultanın seferini ve bu seferin ehemmiyetini yürekten bir coşkuyla destekleyen ve idrak eden bir şairin samimi duygularını yansıtmaktadır. Denildiği gibi eğer Nef'î riyakar bir şair olsaydı hiç yoksa I. Mustafa'ya da bir kaside sunardı. Şâir gerçek bir hayırsever olan I.Ahmet'i bu yönüyle övmüş, büyük bir gaza ve cihat ruhu taşıyan Genç Osman'ı ise -kendi meşrebine de uygun olarak- bu cihetleriyle tebcil etmişti. Nef'î'den bahsederken, hak bildiğini söyleme yolunda kellesini fedâ eden bir cüretkârden bahsettiğimizi de unutmamalıyız. Bizleri bu tür fahiş hatalara düşüren asıl sebep kanaatimizce edebiyatla tarih arasındaki kopukluktur. Kendisine kaside sunulan bir Sultan veya Vezirin hayatını ve kişiliğini merak eden bir insan bu hedefine ulaşmak için gerçekten büyük bir emek sarf etmek zorundadır. Halbuki bu kişiler bütün yönleriyle ortaya konulsaydı o zaman sıhhatli bir değerlendirmeden söz edilebilirdi. Bizler, kendilerine kaside sunulan kişileri ne derece tanıyoruz? Hayatı ve Devlet-i Al-i Osman, İlâ-yı Kelimetullah için sarf ettiği çabalar hakkında neler biliyoruz? Eğer bilmiyorsak onlarla ilgili hükümleri neye istinaden veriyoruz? II.Osman'la ilgili verilen tarihi bilgilerdeki hatalar ve değerlendirmeler ortadadır. Tarihî şahsiyet tümüyle ortaya konmadan onunla ilgili tespitlerimiz ne derecede isabetli olacaktır? Örneğin Nabî'nin kendisine kaside sunduğu IV.Mehmet'i bizler Avcı Mehmet olarak öğrendik. Yine bize öğretilmişti ki kendisi av peşinde koşarken, sadrazamlarını savaşa gönderir, kendi gayet müreffeh yaşardı. Oysa bu makale vesileyle yapmış olduğumuz kısa bir araştırmada IV.Mehmet'in ordusuyla bu derece kopuk bir insan olmadığını öğrenmiş olduk. IV. Mehmet'in Uyvar seferi imparatorlukta büyük sevinç, Avrupa'da dehşet uyandırmıştır. Uyvar'ın fethinden sonra 50 Alman kalesi daha alınmış, bu, dehşeti daha da artırmıştır. Bütün Avrupa hükümdarları Sultan Mehmet'e sempatilerini bildirmişler, hatta Fransa Kralı XIV.Lui imparatorun emrine (Sultan IV.Mehmet'e) 5000 kişilik seçkin bir birlik yollamıştır (Öztuna, 1986, 364). Fazıl Ahmet Paşa'nın komutanlığında gerçekleştirilen efsanevi Girit zaferinde gâh ordugahın yakınlarında, gâh Edirne'de, gâh Golos'ta görünür. Çarpışmaların şiddetlendiği anda dayanamayıp Teselya'ya gelir. Orada (2918 rakımlı) Olimpus dağına tırmanır. Tırmanma esnasında atı uçuruma düşüp yuvarlanır, yola yayan devam eder. Zirveye yaklaştıkça geniş bir uçurumu atıyla atlayarak buna cesaret edemeyen maiyetini heyecan içinde bıraktığı malumdur (Öztuna, 1986, 367). Bu sahneleri izleyen, yahut duyan şairin hükümdar yahut efsaneleşmiş tayıyla ilgili neler söyleyebileceği kişinin hayaline kalmış bir şeydir. Yine kendisine kasideler sunulan Fazıl Ahmet Paşa, üç buçuk yıl Venedik'ten hiç çıkmamış, Osmanlı ordusunu bunca yıl boyunca (savaş harici) dünya tarihinde görülmedik bir şekilde yer altında saklamış, Venedik'in fethiyle dört buçuk asırlık Venedik hâkimiyetine son verilmişti (Öztuna, 1986, 367). Şâirin kasidesine işte böylesine efsaneleşmiş insanların bir övgüsü ve takdiri olarak bakılırsa sanırım hükümlerimiz daha makul olacaktır. Bugün alelade bir futbol galibiyeti için iletişim vasıtalarının tümünde, sokaklar ve meydanların her yerinde binlerce kaside yazılırken, bırakın sıradan insanları devleti yöneten insanlar bile maç sonrasında bunu büyük bir zafer olarak alkışlar ve övgüler yağdırırken, o günün insanının bu büyük zaferleri ve zaferlerin kahramanlarını övmesine neden hayret edilmektedir? Bizler IV. Murat'ın atlarıyla ilgili Nef'î'nin kasidelerini alayla karşılarken Girit civarında Kandide'yi zorlayan Gazi Hüseyin Paşa'nın Koytas adlı tayının Avrupa'da uyandırdığı hayranlığı maalesef bilmemekteyiz. Avrupa'ya büyük bir şöhret ve nam salan bu Paşa ve Koytas adlı atının tabloları yine Avrupa'da yapılır, resimleri basılır ve satılır (Öztuna, 1986, 357). Avrupa'da tabloları basılıp satılan bu paşa'nın cengaverliği gerçekten dillere destan olmuştur. Çarpışmalarda çenesinden iki kurşun yer, biri çıkar fakat diğeri çenesinde kalır. Buna rağmen çenesini mendiliyle bağlayarak muharebeye devam eder. Bu tür kahramanlıkların daha yüzlerce örneği verilebilir. Fakat amacımız bir tarih dersi vermek değildir. Kanaatimiz şu ki, bizler kasidenin sunulduğu ortama ve kendisine kaside sunulan şahıs hakkında yeterli derecede bilgiye sahip olmadığımız için büyük yanılgılara düşmekte ve indî hükümler vermekteyiz. Elbette zerre kadar övgüye layık olmadığı halde göklere çıkarılan şahıslar ve onları öven şairler olmuştur. Fakat örneğini verdiğimiz -ve çok daha fazlası verilebilecek- insanlar ve hadiseler ortada dururken çok uzun bir zamanı kapsayan tarihî birikim nasıl olumsuza göre değerlendirilebilir, yahut da bir tanım yapılırken nasıl olur da sadece olumsuz yan ön plana çıkarılır? Bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta budur. Bundan sonra yapılması gereken, kendisine kaside sunulan şahısların tarihî kimliklerini objektif bir şekilde ortaya koymak ve verilecek hükümleri bunlara istinat ettirmek şeklinde olmalıdır. Sosyal, Kültürel ve Tarihî Açıdan Kasidenin Önemi Kasideler en önemli edebî hazinelerden biridir. Onunla ilgili tanımların çoğunda “birisini övmek veya yermek amacıyla kaleme alınan eserlerdir” şeklinde bir tarif vardır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, çoğu zaman, “caize almak amacıyla yazılmışlardır” gibi haksız ve kasıtlı tanımları yapılan bu şiir biçimi hakkında acaba bilgilerimiz ne derece sıhhatlidir? Esas dikkati çeken nokta şudur: “Caizeyi” ilgilendiren kasidenin fahriye (övgü) kısmı bir bütün içerisinde ancak bir bölüme tekabül eder. Örneğin 70 beyitlik bir kasidede fahriye ancak 10-15 beyit civarındadır. Peki geri kalan kısımlarda acaba neler vardır? Şâir neler demektedir? Bütün kasideler acaba birini övme veya yerme amacıyla mı yazılmıştır? Kaside, devrinin sosyal olaylarından, felsefî kaygı (düşünce gelişimi, fikrî atmosfer) ve insanî erdemlerden tamamen uzakta mıdır? Kaside nazım şekliyle ortaya konulan eserler hakkıyla incelendiği zaman, tarihin aydınlatılmasında ve günümüze ışık tutmada bir rolü olabilir mi olamaz mı? Bütün bunlar cevap bekleyen sorulardır. Fakat bütün bu sorulara cevap bulabilmek hele örneklere dayalı açıklama getirmek bir hayli zordur. Zira tarihçilerimizin tarihî olayları nakilde edebî ürünleri, edebiyatçılarımızın edebî değerlendirmelerinde ise tarihî verileri sıhhatli ve yeterli bir şekilde kullanmamaları, ayrıca bu güne kadar pek çok edebî eserlerimizin sağlıklı ve kullanılabilir yayınlarının yapılmamış olması bu sorulara güvenilir cevaplar vermede büyük engel teşkil etmektedir. Bizler bu bölümde tespit edebildiğimiz kadarıyla bu konularda bazı örnekler vererek kasidenin bu mühim rolüne de işaret etmek istiyoruz. 15 Ocak 1945 tarihli İstanbul Dergisi'nde Ali Canip Yöntem'in yayınlamış olduğu “18. Asır Edebiyatı için Mühim Bir Vesika: Şâir Seyyid Vehbî'nin Vekâletnâme'si” adlı bir makale yukarıda işaret ettiğimiz soruların bir kısmına ışık tutacak mahiyettedir. 1720 yılında Sultan III. Ahmet'in bir çocuğu (İbrahim) olur. Devrin şairleri çeşitli şiirlerle tebriklerini sunarlar. Sultan Ahmet, bu şiirlerin içinden Osman-zâde Tâib'in şiirini pek beğenir ve onu Melikü'ş-Şuarâ ilan eder. Bunun üzerine ondan devrinin bir değerlendirmesi istenmiş olacak ki Tâib hicivle şöhret bulduğundan ve bundan dolayı hayli zarara uğradığından: Edersin Tâib'â her fırkanın erbâbını ta'rîf Vekilimdir benim Vehbî-i mûciz-dem beyân etsin beyitleriyle işin içinden sıyrılır ve Seyyid Vehbî'yi kendisine vekil tayin eder. İşte bu olay üzerine Vehbî bu vekâletnameyi kaleme almıştır. Vekâletname 170 beyitlik uzun bir kasidedir. Kasidede devrinin hemen bütün şairlerinin adı geçer. Bu kaside devrinin edebiyat dünyasının adeta bir portresidir. Şâirler arası münasebetler ne şekildedir, kim revaçta, kim unutulmuştur? Tezkirelere bile adı geçmemiş nice şairi bu kasideden öğrenmekteyiz. Yaygın kanaat Yunus Emre'nin Divan şairlerince hiç anılmadığı şeklindeyken, bu kasideyle Vehbî'nin beğendiği şair Nahîfî'yi sırf Yunus Emre'ye benziyor diye övdüğünü öğreniyoruz:3 Nahîfî kim ilâhiyât-ı Yunus'tan müessirdir Kemâlâtıyla şimdi câ-nişîn-i ârif olmuştur Yine bu kasideden öğrendiğimize göre, o günün en büyük şairleri arasında bugün adını bile anmadığımız kişiler vardır. Sami Bey devrinde en mümtaz üstatlardandı. Yine, genç yaşta ölen Cazim de devrin “taze-gûyan”ındandır. Ali Canip Yöntem mezkur yazısını şu görüşüyle bitirir “18. asır edebiyat ve fikriyatıyla uğraşmak isteyenler için Tâib ve Vehbî'nin, hassaten Vehbî'nin kasideleri incelenmeye değer vesikalardır.” (Yöntem, 1945, 28). Şimdi sormak gerekir, hangimiz o devri değerlendirirken bu vesikalardın yararlanıyoruz. Bırakın yararlanmayı bu vesikaları acaba kaçımız gördü? Kasidenin sosyal hayattaki rolü için verilebilecek en iyi örneklerden biri Şeyh Gâlib'in bir kasidesidir. III. Selim'le çok derin ve samimî bir muhabbeti olan Şeyh Gâlib edebiyatımızın en mümtaz şahsiyetlerinden biridir. Belki de Osmanlı Sultanlarına en yakın şairimiz o olmuştu. Hareme girebilecek kadar padişahla ünsiyet kesbetmişti. Onun bu durumundan hareketle Orhan Okay şöyle söyler: “III.Selim için yazdığı on iki kasidede câize karşılığı bir methiyeden çok, hasbi bir sempati aramak daha doğru olacaktır. Hüsn ü Aşk'da ifade edilen: Her ne ki söylerim senâdan beyti onun bütün methiyeleri için geçerlidir.” (Okay, 1995, 3). İşte, Şeyh Gâlib'in III. Selim'e yazmış olduğu bu kasidelerden biri, kasidelerin ne kadar önemli işlevler gördüğüne en iyi örneklerden biridir. Şeyh Gâlib, III.Selim tarafından Galata Mevlevîhanesi'ne şeyh tayin edilir. Kendisi de bu mevlevîhanenin müdavimlerindendir. Şeyh Gâlib görev yerine geldiğinde burasının harap bir halde olduğunu görür. Bunun üzerine III. Selim'e: Gönül bir beyt-i ma'mûr-ı safâdır aşk mî'mârı matlalı kasidesini sunar. Gâlip, bu kasideyle Mevlevîhanenin harap ve perişan bir durumda olduğunu şairce ifade etmektedir. Kasideyi okuyan padişah şiirdeki imayı anlar ve hemen dergahın onarılmasını emreder (Kaplan, 1944, 6). Kasidenin tesiri bu kadarla da kalmaz, “dergah bütün müştemilatıyla birlikte yenilenmiş, ayrıca güzel bir şadırvan bir süre sonra da padişah için bir hünkar mahalli yapılmıştır. Sarayın bu ilgisi devlet erkânını da harekete geçirmiş ve kısa süre içinde Galata Mevlevîhanesi, başta içilecek tatlı suyu olmak üzere bütünüyle elden geçirilerek cennet bahçelerini andıran bir mekân haline getirilmiştir. Padişah bununla da yetinmemiş, şairle dostluğu ilerlettikten sonra dergahın faaliyetlerine daha rahat devam edebilmesi için yeni vakıflar da tesis etmişti” (İsen, 1995, 8), Bütün bu hayırlı işlere bir kasidenin vesile olduğu göz ardı edilmemelidir. Kendisine şiirler sunulan sultanların savaştan, fetihten ne anladıkları veya ne amaçla cihan fethini arzuladıklarına dair bazı şiirlerde fevkalade detaylarla örülmüş bilgiler bulunmaktadır. Nâbî'nin Fetihnâme-i Kamaniçe adlı eserinde IV.Mehmet'in bir zaferi anlatılmaktadır. Şâir bu eserinde padişahın ne gibi amillerle hareket ettiğine dair tarih kitaplarında rastlanılamayacak kadar ince bir ayrıntıdan bahseder. Bu şiirde “ IV.Mehmet'in zafer kılıcı ile cihanı feth arzusu taşıdığına değinerek din düşmanları üzerine zafer niyetinde bulunurken bir şehzadesinin elinde Kur'an-ı Kerim'i görerek dersini sorduğuna değinir. O da “İnnâ fetehnâ leke” (Biz sana apaçık bir fetih -ve zafer yolu- açtık) cevabını verince bunu sefere ve fethe işaret sayarak Leh mülküne (Polonya'ya) hareket eder. Kamaniçe'yi kuşatır ve 9 gün gibi kısa bir sürede fetheder” (Karahan, 1987, 8). Kasideler, yazıldıkları devrin sosyal hayatına da ışık tutmaktadır. “III.Süleyman'ın 1687, II.Ahmet'in 1691'de tahta çıkışlarına karşı sessiz davranan Nabî, II.Mustafa'nın saltanat makamına oturması üzerine bir cülus kasidesi yazarak ülkenin içinde bulunduğu harap durumu ve karışıklığı dile getirir.” (Karahan, 1987, 13) Bilhassa Nâbî'nin kasidelerinde devrin sosyal hadiseleriyle ilgili bir hayli bilgi mevcuttur. Sadrazam Hüseyin Paşa'ya sunduğu kasideye: Lil'lahi'l-hamd olup ma'reke-i cenk tamâm beytiyle başlar. Bizler bu kasideyle o devrin bütün olaylarını adeta adım adım takip ederiz. Kasidenin sunulduğu dönemlerdeki derin bunalımlar şairane bir şekilde kaleme alınmıştır. Bu anlaşmayla gelen geçici huzur ortamının, yıllardır süren kargaşa ve savaşların, sonundaki barış ortamının insan psikolojisi üzerindeki tesiri gayet güzel vurgulanmıştır (Karahan, 1987, 73-74), Nabî'nin bu tarz kasideleri ayrı bir inceleme konusu yapılacak kadar geniştir. Nâilî'nin Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa'ya sunduğu kasidede devrin sosyal hayatının önemli bir yansıması vardır. Kaside, Paşa'nın İran'la savaşlara son verdiği Kasr-ı Şirin anlaşmasının akabinde yazılmıştır. Kasidede, yıllarca süren, askeri ve halkı bıktıran savaşların başarıyla sonuçlandırılması ve halkın büyük sevinci dile getirilmektedir. Yine Nâilî'nin Sofu Mehmet Paşa'ya sunduğu bir kasidede bizler, şairin o devirdeki ayaklanmalar ve karışıklıklardan rahatsız olduğunu, halkın çektiği sıkıntıları, ehliyetsiz ve cahil kişilerin yönetiminden acı acı yakınmaları görüyoruz (İpekten, 1991, 29). Yahya Bey, Divanında, 22 beyitlik bir kasidesinde, Kâsım Paşa'nın Bağdat'ta Şat ırmağı üzerine bir köprü yaptırdığını söyleyerek, bu köprü vesilesiyle Paşa'ya övgüler düzmektedir. Kurıda yaşda yoldaşlık idüp Hızr-âsâ Şat-ı Bağdat'a şeref virdi bu cisr-i âlî Sihr ise ancak olur kime nasîb olmuşdur Getürür anı gören nûr-ı nebîya salavât Nesr-i tâir gibi Şat ırmağını hoş geçerüz Âhiret köprüsine benzedürin anı hemân Bu kaside vesilesiyle bizler, Şat ırmağı üzerine yapılan bu köprünün halk arasında ne büyük bir sevinç yarattığını da öğrenmiş oluyor, şairin böylesi büyük bir eseri bina eden insanı ebedileştirdiğine de şahit oluyoruz. Kasidenin sosyal olayları yansıtma ve tarihe ışık tutmasıyla ilgili son örneği Fuzûlî'den vermek istiyoruz. “Fuzûlî biri Terci-i Bend tarzında yedi kasideyi dönemin Bağdat Valisi Ayas Paşa'ya sunmuştu. Bu paşa gerçekten çok yararlı icraatlarıyla yörede şöhret yapmıştı. Bu kasideleri okuyan herkes, Ayas Paşa'nın Bağdat'a nasıl huzursuzluk içinde geldiğini, onun, nasıl askerleri tanzim ederek isyanları tenkile başladığını, Kerbela ve Necef'i ziyaretten sonra, Al-i Kazma şeyhini nasıl te'dib ve Basra'yı nasıl fethettiğini, Vasıt ve Cezâyir taraflarında itaat ve emniyeti iade eylediğini hülasa olarak o devrin Irak tarihi için birinci derecede önemli ve hayatî olan emniyet meselelerindeki zafer ve başarılarını adeta adım adım takibe imkan bulur.” (Karahan, 1949, 102) Yine tarihteki karanlık bir noktayı aydınlatması bakımından Fuzûlî'nin bir kasidesi önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Kanunî Bağdat'ı ziyaretinde Kerbelâ'ya Fırat'tan su getirilmesini emretmişti. Bu suyu kimin getirdiği tartışma konusu olmuşsa da, Fuzûlî'nin Mehmet Paşa'ya sunduğu bir kasidesinde mevcut: Şehid-i Kerbalâ'ya su getirmek kastın etmişsin beytiyle bu işi Mehmet Paşa'nın yaptığı anlaşılmaktadır (Karahan, 1949, 41). Fuzûlî'nin yine bir kasidesinden anlaşılmaktadır ki, Ayas Paşa, bulunduğu şehir, imar, sükun ve emniyet açısından berbat bir haldeyken bu şehri onarıp, “yola getirilmesi müşkül mülkü” abâd eylemiştir. Fuzûlî Divanında 11 numara ile kayıtlı ve “Kaside der Tevaîf-i Bağdat ve Medh-i Sultan Süleyman” başlığını taşıyan kaside, bir kasidenin gerçekte ne olduğunun en güzel örneklerinden biridir. 71 beyitlik bu kaside Bağdat şehrinin, sosyal, kültürel ve tarihî bir fotoğrafını yansıtmaktadır. Şehirdeki tarihî, dinî şahsiyetler, İslâm dinî açısından şehrin önemi, Bağdat'ın tarihin büyük olaylara merkezlik etmesi, coğrafî ve tabiî güzellikleri, kültürel zenginliği vs. gibi birçok konu bu kasidede çok güzel bir üslupla harman edilmiştir. Her yönüyle Bağdat tarihî araştırmacıları için zengin bir vesika niteliği taşımaktadır. Kasidelerin sosyal tarihe ışık tutmasının yanında, kültür hayatının değişik cephelerinin tarihî açıdan sağlıklı takibi için de ayrı bir önemi vardır. Örneğin tarım kültürü ile ilgili vereceğimiz şu örnek konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Türk ziraat kültürü araştırmalarında kasidelerin ne kadar önemli olduğunu Cemal Kurnaz'ın “Seyyid Mehmed Rızâ'nın Kızanlık Kasidesi” başlıklı makalesinden anlamaktayız. Elma konusunda hiç bir yerde bulunmayacak kadar önemli bilgilerin yer aldığı bu kaside adeta bir “elma destanı”dır. “Kızanlık'ta kadı olarak görev yapan şairin saydığı ve çoğu bugün unutulmuş olan elma isimleri, hem dil, hem de meyve olarak nasıl bir zenginlik karşısında olduğumuzu göstermektedir: “şeker elması, leb-i dilârâ, misket, mayıs elması, meslemî, gül-âbî, sürhî elma, gelincik elması, pik elması, elif elması, ağırşak elması, gevrek şâh, ak elma, kızıl elma, Bosna elması, Bosnavî, Petroç elması, Sinop elması, gürbulad (?), borlı elması, tanaburnu, Engürüs elması, câna gönlü, ıraf elması, yaycı elması, demir elması, kâfir elması, Pojiga elması, kaytayan elması, bozdoğan elması, peri hâce, çekirdek elması, kabak elması, kızılcık elması, yaban elması.” (Kurnaz, 1997). Cemal Kurnaz, “Zağra'nın Armutları” adlı bir yazısında da Ubeydî'nin Zağra Armutları üzerine yazmış olduğu bir kasideyi değerlendirmekte ve bu tür kasidelere dikkat çekmektedir. (Kurnaz, 1997, 261-264). Kültür tarihimiz açısından diğer önemli iki kaside de şair Yüsrî'ye aittir. Yüsrî, Esmâ-i Kütübi Müştemil Na't-ı Şerîf adını taşıyan ve; Dilâ nedür sebeb-i men'-i iktisâb-ı kemâl Beyân -ı Muhtasar ile bana nedür Maksûd Beni açıkda kodun itmedün dü âlemde beyitleriyle başlayan kasidesinde, devrindeki kitap adlarını kullanmaktadır. Her beyitte adları geçen kitap adları tevriyeli bir şekilde zikredilmekte ve o devir entelektüel hayatına yön veren eserler için bu kaside önemli bir kaynak görevi görmektedir. Yüsrî diğer bir kasidesinde ise, kasideyi, devrindeki kıyafet adlarıyla kurmuştur. Esmâ-ı Libâsı Müştemil Kaside adını taşıyan ve; Gûş tut hâme-i zînet-dih-i endâmı beyân Dest-mâl nigeh-i âz-ı arak-çîn in iken Tâ-benâ-gûşe yetişdi hatt-ı nev-hîzi dahî beyitleriyle başlayan bu kasidede de kelimeler tevriyeli bir şekilde kullanılmaktadır. Bu kaside Türk kıyafet tarihi için önemli bir vesikadır. Şairlerin Biyografileri Açısından Kasidenin Önemi Biz iki örnekle bu konuya da dikkat çekmek istiyoruz. Kasidenin, şairin hayatı, kişiliği ve görüşlerini yansıtmada da önemli rolleri vardır. Gölpınarlı, Fuzûlî'nin son on yılını kasidelerinden hareketle izaha çalışır. Nâbî'nin; Hakkın olup vezende nesîm-i inâyeti Yeni olup diyâr-ı Halep'ten keşîde-pâ mısralarıyla başlayan Teberdar Mehmet Paşa'ya sunduğu kasidede, onun sıhhati, İstanbul'a duyduğu özlem, psikolojik yapısı, İstanbul Türkçesinin güzelliğine dair fikirleri hakkında gayet edibâne fikirler deruhte edilmiştir (Karahan, 1987, 19). Osmanlı devri şairlerinin biyografisi okunduğunda görülecektir ki, onların hayatları hakkında çok kıt olan bilgilerin büyük bir kısmı da yine onların şiirlerinden yola çıkarak oluşturulmaktadır. Anlatım Tekniği Açısından Kasideler Kasideler, sadece yapı olarak değil, üslub özelliği, anlatım tekniği, dil özellikleri açısından da ihmal edilmiştir. Bu bölümde dil ve anlatım tekniği açısından birkaç önemli noktaya değinerek bu konuya da dikkat çekmek istiyoruz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi kaside, birkaç bölümden meydana gelmesine rağmen yanlış olarak sadece Methiye bölümüyle anılır ve anlatılır olmuştur. Yine eksik kalan konulardan biri de onun anlatım tekniğiyle ilgilidir. Kaside beyitler halinde, hikâye etme tekniğiyle ilgisi olmayan bir anlatımla yazılır. Acaba öyle midir? Hikâye etme tekniği sadece mesnevîlerde mi mevcuttur? Tür özellikleri itibariyle Mesnevî hikâye etme özelliğine dayanır. Kasidede pek de hikâyeye rastlanmaz, ancak bunun da istisnaları olmuştur. Nedim'in; Ale's-Sabâh ki bânû-yı mihr-i ferruh-fâl matlaıyla başlayan ve İbrahim Paşa'ya sunulan kasidesi tam bir hikâye etme tekniğiyle yazılmış, kurgulu bir metindir. “Sabahleyin uğurlu güneş hanımı gökyüzünün kenarından yüzünün güzelliğini gösterdi” matlaıyla bir sabah vakti kendi halinden söz açarak kasideye başlar. Güneş doğarken kalkmış, hırkasını omzuna almış, külahını yana eğmiş, kedersiz, ferah bir halde oturur. Bir müddet yazı yazar, sonra yorulur. Dinlenme esnasında gam denilen eski düşman atını sürerek Nedim'in yaratılış ülkesine hücum eder. Maişet sıkıntısı, dostların kıskançlığı derdini artırır. Bu arada şimal rüzgarı habercisinin koşarak geldiğini görür. Nedim'in onu karşılayacak takati yoktur, gönül yardımına koşar. ‘Gel ey nesim-i saba hatt-ı yarden ne haber' diyerek onu karşılar. Konuşmaya başlarlar. Nedim onların konuşmalarına kulak verince kendisinin sorulduğunu anlar. Haberci hemen Nedim'in yanına gelir. Onun sararmış yüzünü görünce bu hal ne? diye sorar. Nedim zamaneden ve felekten şikayet edip ‘niye geç kaldın?' diyerek şimal rüzgâra, habercisine siteme başlar. O da cevap vererek ‘gamı bırak sana müjdem var' der ve sevgilisinin Nedim'in mahallesini aradığını söyler. Daha sözü bitmeden kulağına naz ve işve kervanının davulunun sesi gelir. Derken kapı çalınır. Nedim koşup kapıyı açar. Bir de bakar ki sevgilisi yarı sarhoş bir halde bütün işve ve nazıyla kapıdadır. Şiir üzerine sohbete başlarlar. Sevgili eline Enverî Divanını alarak fal açar. (Mazıoğlu, 1988, 42-43). Yine Nedim'in bir kasidesi anlatım tekniği olarak bir hayli değişik tarzda kaleme alınmıştır. Kaside tamamen diyaloglardan oluşur. Şiirde bir Sultan konuşur, bir Sadrazam. Nâbî'nin Kaside-i Azliye'si de bu bakımdan değişiklik arz eder. Musahip Mustafa Paşa'nın Kethüdalığından kendi arzusuyla ayrılmasından sonra, etrafındakilerin tutum ve davranışlarının değişmesi üzerine yazdığı bu kasidede, insan ruhunun, insan psikolojisinin derin bir tahlili vardır. Bir hayli uzun (94 beyit) olan bu kasidenin büyük kısmı (60 beyit) insanların türlü yönlerdeki imkanları daralıp da özellikle ekonomik sıkıntısı başlayınca, yahut mevki ve makamı elinden gidince çevresinin nasıl dağılacağını, eski dostlarının nasıl -düşman olmasalar bile- ya bigânelik ve ilgisizlikle veya eleştirilerle zaten eksilen huzurun büsbütün yok olmasına sebep olacağını başarılı beyitlerle ifadelendirmektedir: “Eteğine yüz sürmeye fırsat gözeten şimdi eziyet için eteğine yanaşıp ısrar ediyor, merdivenlerde koltuğuna girmeye koşuşan, şimdi merdivende senin önüne geçmeye çalışıyor.” Bu sadece yabancılar için geçerli olsa onlardan zaten beklenen budur. Fakat insanın ekmeği ve tuzu ile yetişmiş olanlar bile insana böyle idbar günlerinde itibar etmezler. Ağıra giden de budur. Anlatımda ağırlık noktasını insanın psikolojik tahlili oluşturmaktadır (Karahan, 1987, 72-73). Yine Nâbî'nin en uzun kasidelerinden biri olan Sulhiye'si, uzun yıllar süren savaşların ardından barışın gelmesiyle halkın sevincini gösteren önemli bir tarihî vesika niteliği taşımaktadır.4 Bu kasidede şair Karlofça Antlaşmasıyla ortaya çıkan durumu değerlendirmekte ve bugün bizlerin tanımladığı gibi bu barış anlaşmasını hiç de bir yenilgi olarak vasıflandırmamaktadır. Şekil olarak dikkat çeken kasidelerden birisi de Fuzûlî'nin Ayas Paşa'ya sunduğu kasidedir. Şiir kasideler bölümünde yer alır ancak Terci-i Bend şeklinde yazılmıştır. Kaside 11 bendden oluşur. Necati divanında yer alan ve ‘Kaside' başlığı taşıyan bir şiir bildiğimiz veya tarifini yaptığımız kaside tanımlarından hiç birine uymamaktadır. Şiir ne bir şahsa ne bir büyüğe yazılmıştır. Kanı ol yâr-ı mihribân arpa matlaıyla başlayan 21 beyitlik bu kaside Kaside-i Arpa başlığını taşımaktadır. Arpaya ithafen yazılmış çok hoş bir latifedir (Necati Bey, 1992, 109-111) Bir şahsa sunulmaması ve bir zamanı ve nesneyi anlatması bakımından veya sadece şairin felsefî görüşlerini ihtiva eden kaside başlıklı şiirler ayrıca inceleme konusu yapılmalıdır. Yukarıda Necati'den bu manada arpa kasidesini örnek vermiştik. Bir de Hayali Bey Divanı'ndan örnek vermek istiyoruz. Bu divanda yer alan ve topu topu 8 beyitten oluşan bu kaside Kaside-i Seher başlığını taşır. Bu şiirde sadece seher vaktinin bir tasviri yapılmaktadır ki bir şahsa filan ithaf edilmemiştir (Hayali, 1992, 31-32) Ahmed Paşa, kaside der-Sıfat-ı Ab, başlığıyla su için bir kaside yazmış ve suyu insan için olan bütün özellikleriyle ele almıştır. Su, bu şiirde; insanî, nebatî, mecazî, sembol ve imaj olarak bütün özellikleriyle işlenmiş adeta bir su ansiklopedisi oluşturulmuştur. Şiir, toplam 93 beyitten müteşekkildir (Ahmed Paşa Divanı, 1992, 99-104). Nâilî Divanındaki 37 no'lu kaside Kaside-Beçe adını taşır. Nâilî bu kasidesinde tasavvufî ahlâkî düşüncelerini ve çeşitli öğütlerini anlatmıştır. Yine şairin dünya görüşünü de bu şiirde bulmak mümkündür (Nâilî Divanı, 1990, 127-128). Hayâli Bey de 12 beyitlik Kaside-i Hayâli Beg adını taşıyan kasidesinde kendi görüş ve düşüncelerini ve çeşitli nasihatlerini anlatmıştır (Hayali Divanı, 1992, 83). Dil Açısından Kaside Kasidenin dil hususiyetlerine dair bir iki tespitimizi aktarmak, bu konuya da dikkat çekmek istiyoruz. Bütün kasidelere ulaşmak mümkün olmadığı ve daha evvel bu mesele ayrıntılı bir şekilde ele alınmadığı için mahdut bir iki örnekle konuyu arz edeceğiz. Kasidelerinde kullandığı dil bakımından en dikkat çeken şahıslardan biri Nailî'dir. Kasidelerinin dil olarak ilginç hususiyetlerden biri, kelime kadrosunun övdüğü kişiye göre bir ayrıcalık arz etmesidir. Defterdar Mehmet Paşa'yı överken Nesibi “Kalemiyye” yapmıştır. Şeyhülislam Bahaî Efendi'yi överken hem şair hem de hattat olan bu zatın övgüsünde şiir, suhen, kalem, tumar ve midad gibi şiir ve yazıyla ilgili kelimeleri çokça kullanmıştır (İpekten, 1991, 32-34). Tuğrakeş Ahmet Paşa için yazdığı kasidede tuğra övülmüş, tuğranın şekli, kağıdın beyazlığıyla mürekkebin siyahlığı türlü benzetmelerle anlatılmıştır (İpekten, 1991, 38). Kaptan-ı Deryayı överken şiire bir yalıyı överek başlar (İpekten, 1991, 39). Naili'nin Şeyhülislam Mehmet Emin Sunizâde'ye yazdığı kasidenin nesibi de kalemiyye'dir. Nef'î'nin kasidelerinde atları ve kılıçları överken kullandığı dil, tam bir kılıç ve at kelimeleri kadrosudur. Şitaiyye ve Bahariyye kasidelerinde de kelime kadroları kışı ve yazı bütün güzellikleriyle yansıtacak şekildedir. Kasideler bazen de yeni göreve atanan bir şahsı tebrik mahiyetinde yazılmıştır. Bu tür kasideler ayrı bir inceleme konusu yapılacak kadar zengindir. Bazen de kasideler, bir zafer ardından İstanbul'a büyük bir debdebeyle giren kahramanlar için yazılmış, devrin insanlarının coşkusu çok güzel bir tasvir ve tahlille işlenmiştir. Nef'î'nin II.Osman'ın seferi dönüşü yazdığı, Kasr-ı Şirin antlaşması sonucu İran'la savaşlara son veren ve devlete bir dönem için de olsa huzur ve sükun temin eden Kemankeş Kara Mustafa Paşa'ya Nailî'nin sunduğu kaside, halkın derin sevinç ve coşkusunu, Mora kıtasını baştan başa Devlet-i Aliye'ye katan yiğit ve dürüst, Avusturya ile yapılan savaşta alnından vurularak şehit olan Şehit Ali Paşa'ya Nedim'in sunduğu kasideler bir kahramana, bir efsanevî askere halkın duyduğu derin sevgi ve hayranlığın ifadesini bulmaktayız Yine Yahyâ Bey'in Divandaki 33 numaralı kasidesi denizcilik terimlerinin tarihî geçmişi açısından büyük bir önem arz etmektedir. Yahyâ Beyin bu kasidesinde devrinde (16.yy.) kullanılan pek çok denizcilik terimini görmek mümkün olmaktadır. Bahr-ı âlemde eyâ kendüyi gören gevden beytiyle başlayan 24 beyitlik kaside tamamen devrinin deniz ve denizcilik terimleriyle yazılmıştır (Yahya Bey Divanı, 1977, 128-130). Tıpkı Yahya Bey'in kasidesinde olduğu gibi, şair Âgehî'nin de tamamen denizcilik terimleriyle yazmış olduğu; Çektirip firkateni benden ırağ oldun sen beytiyle başlayan bir kasidesi mevcuttur (Kocatürk, 1963, 110). Dil açısından bir hayli değişik olan kasidelerden biri de Dâî'ye ait olan bir kasidedir. Dâî'nin III. Murad'a sunmuş olduğu 45 beyitlik bu kaside Kur'an surelerinin adlarının beyitlerde kullanılması suretiyle yazılmıştır (Kocatürk, 1963, 113). Besmeledir suver-ârâ-yı ser-i Kur'ânî beyitleriyle başlayan bu kaside boyunca Kur'an'daki bütün surelerin adı bir bir zikredilmektedir. Sure adlarını, Kur'an'î anlamları sabit olmak kaydıyla, şairin başka bağlamlar içinde zikrettiği bu kaside, gösteren ve gösterilen sistemi içinde değişik bir örnek olacağı için ayrıntılı bir şekilde incelenmelidir. Dil incelemeleri açısından son derecede önemli kasidelerden biri de şair Yüsri'ye aittir. Cinâs-ı Durûb-ı Müştemil Kasîde-i Nâ-Şenîde başlığını taşıyan ve; Ham-ı zülfün dehenin büsbütün efsûn ola tâ Nev-demîde hattına gamze-i çeşmi mâil Gözlerin kıpkızıl olunca o gül ruhsâre Gözüni yumyumuşak kuh-i Sıfâhân çeküp Dili vasf-ı ham-ı zülfündür miden âzâde beyitleriyle başlayan bu kaside kendi sahasında çok değişik bir örneği oluşturmaktadır ve bir başka örneğine rastlanmamıştır. Bu şiirde, büs bütün, kıp kızıl, yum yumuşak, kap kara, tas tamam kelimeleri pekiştirme sıfatı görevini görür, normalde pekiştirme kelimelerinin anlamları dikkate alınmaz veya anlamları yoktur. Fakat bu metinde şair pekiştirme kelimelerini hem pekiştireç olarak kullanmakta hem de onların anlamlarını da dikkate almaktadır. Gazelde ki büs (bûs): öpmek; kıp: gözleri kırpmak; yum: gözünü yummak ; kap: içinde su veya sıvı herhangi bir şey olan kap ; tas: İçinde sıvı herhangi bir şey içilen kap anlamına gelmektedir. Sonuç Osmanlı dönemi kaside edebiyatı ve bu edebî nevin ortaya koyduğu ürünler, zannedildiği gibi sadece kuru bir övgü ve yergiler yığınından ibaret değildir. Her şiir gibi bu şiir dalı da kendine has bir üslup ve kurguyla devrinin pek çok bakımdan şahitliğini yapmakta ve gelecek nesillere, geçmişin önemli ayrıntılarını taşıyan bir iletişim vasıtası görevini ifa etmektedir. Türk Osmanlı tarihinin pek çok ayrıntısı için önemli bir kaynak ve belge olarak gördüğümüz kasideler hakkıyla incelendiğinde Türk sosyal tarihinin yazımında önemli bir işlev yükleneceği kanaatini taşımaktayız. Bu yazıda bu kanaatimizi destekleyecek mahiyette mahdut miktarda da olsa örnekler verilmiş ve araştırmacıların dikkati bu yöne çekilmeye çalışılmıştır. Kaynakça Ahmed Paşa Divanı , (Haz: Ali Nihat Tarlan), Akçağ Yay., Ankara (1992) BABACAN, İsrafil, (2003), XIX. Asırda Sosyo-Kültürel ve Folklorik Özellikler Taşıyan Bir Kaside: Kaside-i Garra-i İnek , Milli Folklor, S. 58, Yaz, s. 133-149. BİLKAN, Ali Fuat, (1998), Nâbî'nin Sulhiyesi ve Yorgun Osmanlı , Nâbî, Hikmet-Şâir-Tarih , Akçağ Yay., Ankara. ÇAVUŞO/LU, Mehmet, (1986) Kaside , Türk Dili Dergisi , Türk Şiiri Özel Sayısı II. (Divan Şiiri), S. 415,416,417, Ankara. ÇELEBİO/LU, Amil, (1998), Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları , MEB. Yay., İstanbul. D'İSTRİA, Dora, (1982), Osmanlılarda Şiir , Çev. Sema Taneri, Havass Yay. İstanbul. Hayâlî Divanı , (Yayınlayan: Ali Nihat TARLAN), (1992), Akçağ Yay., Ankara. İPEKTEN, Halûk , (1983), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri, Edebî Bilgiler , Erzurum. İPEKTEN, Halûk , (1991), Nâilî, Hayatı-Sanatı-Eserleri , Akçağ Yay., Ankara. İSEN, Mustafa, (1995), Osmanlı Devlet-Sanat İlişkisi ve Bu İlişkinin III. Selim ile Şeyh Gâlib'deki Yansıması , Yedi İklim , S. 51. KESKİNKILIÇ, Esra, (1999), Sultan II. Osman , Şule Yay., İstanbul. KAPLAN, Behice, (1944), İstanbul Dergisi , Cilt 2, s. 20. KARAHAN, Abdulkadir,(1949), Fuzûlî, Muhiti-Hayatı ve Şahsiyeti , İstanbul. KARAHAN, Abdulkadir, (1987), Nabî , Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara. KARAHAN, Abdulkadir, Nef'î Divanından Seçmeler , İstanbul Ü. Yay. KOCATÜRK,Vasfi Mahir (1963), Divan Şiiri Antolojisi , Edebiyat Yay., Ankara. KÖPRÜLÜ, M. Fuad, (1986), Türk Edebiyatı Tarihi , İstanbul. KURNAZ, Cemal, (1997), Divan Edebiyatı Yazıları , Akçağ Yay., Ankara. MAZIO/LU, Hasibe, (1988), Nedim , Kültür ve Turizm Bak. Yay., s. 42-43. Ankara. Nâilî Divanı , (Haz: Haluk İpekten), Akçağ Yay. Ankara (1990) Necati Bey Divanı , (Yayınlayan: Ali Nihat TARLAN), (1922), Akçağ Yay., Ankara. Nef'î Divanı , (Haz: Metin Akkuş), (1993), Akçağ Yay., Ankara. OKAY, Orhan, (1995) Gâlib Dede'nin Dramı , Yedi İklim , S. 51. ÖZTUNA, Yılmaz, (1986) Osmanlı Devleti Tarihi , I. Cilt, Faysal Finans Kurumu Yay. İstanbul. PALA, İskender, (Tarihsiz) Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü , Akçağ Yay. Ankara. PALA, İskender, Şâir ve Patron , E Dergisi , Haziran 2003, S. 51, s. 43-47. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, (1988), Osmanlı Tarihi , III. Cilt, I. Kısım, TTK Basımevi. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref, (1972), Diyorlar ki , (Hazırlayan: Şemseddin Kutlu) M.E.B.Yay. İstanbul. Yahyâ Bey Divanı, (Haz: Mehmet Çavuşoğlu) (1977), İstanbul Ü. Edb.Fak.Yay. İstanbul. YÖNTEM, Ali Canip, (1945), 18. Asır Edebiyatı İçin Mühim Bir Vesika: Şâir Seyyid Vehbî'nin Vekâletnânesi , İstanbul Dergisi , c. 3, s. 28. Yüsrî Divanı, (Haz: Aslıhan Yıldız Acar) 2001. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Ünv. Sosyal Bil. Ens. Konya.
SOVEREIGNTY Abstract The kasides, which are considered, written or expressed by the poets to praise or to criticize someone, had various functions. The kaside is a part of Ottoman literature. Yet, it is also an important source of history since it gives considerable information upon various issues such as ideal type of statesman; sights of daily life and economic of society, different aspects of language, biographical history etc. As a result of the fact that the kaside had been very popular among the poets of Ottoman society it produced innumerable poems during the centuries. Having done so, it developed a very difficult structure of its own that can not be explained by few simple definitions. In this study, the kasides have been taken into account as historical documents of political and cultural history of Ottomans. Because of that the kasides prove to be carrying features of a historical document and information for the researches of social history. Key Words: Kaside, history, culture, social life, document --------------------------------------------------------------------------------- 1 Kaside ile ilgili olarak son yıllarda yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapılmıştır. Daha geniş bilgi için bu çalışmalara başvurulabilir. Ali Fuat Bilkan, Nâbî'nin Kasideleri ve Kasideciliği , Gazi Ü. Sos. Bil. Ens., Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1987. Ayşe Gülay Keskin, Klasik Türk Edebiyatında Kasîde Nazım Şekli (XIII-XIV-XV. Asırlar) , Gazi Ü. Sos. Bil. Ens., Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1994. Babacan İsrafil, Türk Edebiyatında Kaside (XIX.Yüzyıl), Gazi Ü. Sos. Bil. Ens., Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2001. Bilal Çakıcı, Eski Türk Edebiyatında Kaside Nazım Şekli (XVI. yüzyıl) , Gazi Ü. Sos. Bil. Ens., Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1996. Ertan Akbaş, Necati Beğ Divanı'ndaki Kasidelerin Dil Özellikleri ve Sözlüğü , Atatürk Ü. Sos. Bil. Ens., Erzurum 2001. Tuba Işınsu İsen (2002), Divan Şiirinde Fahriye , Bilkent Üni., Ankara 2002. Yaşar Aydemir, Türk Edebiyatında Kaside (XVII. Yüzyıl), Gazi Ü. Sos. Bil. Ens., Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1994. 2 Halil İnalcık'ın yayınlamış olduğu Şâir ve Patron ( Doğu Batı Yay., Ankara 2003.) adlı eseri üzerinde, edebiyat câmiasında son dönemde yapılan tartışmalar bu meselelerin hâlâ sıcaklığını koruduğuna en iyi örnektir. Halil İnalcık da şairlerin para için kaside yazdığını ileri sürmüş ve bunun üzerine tartışmalar çıkmıştı. Bu tartışmalar hâlen de devam etmektedir. Bu kitabın değerlendirilmesi ve karşı eleştiriler için bkz: İskender Pala, Şâir ve Patron , E Dergisi , Haziran 2003, S. 51, s. 43-47. 3 Nahîfî ve edebiyatımızdaki önemi için şu esere bakılabilir: Amil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları , MEB Yay., İstanbul 1998, s. 263-347. 4 Bu kasideyle ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Ali Fuat Bilkan, Nâbî'nin Sulhiyyesi ve Yorgun Osmanlı , Nâbî, Hikmet-Şâir-Tarih , Akçağ Yay., Ankara 1998, s. 124-129. |