Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY
Önce “modernlik ne demektir?” sorusuna cevap arayalım. “Modernlik, akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılmasıdır.”(1).
“Modern” terimi de yeni kazanılmış ve formule edilmiş bilgilerin durumunu ifade etmek için ortaya atılmıştır. Ama güncel olandan, yerleşmiş ve gelenekselleşmiş olandan ayrı olan anlamına da gelir. Bunun gibi gerçek değişimleri, düşüncenin, zihniyetin ilerleyici dönüşümünü, geleneğin imkânını, ne şekilde olursa olsun yenilik hastalığına tutulmayı da ifade etmektedir.
Bu manada modernlik, sırf değişim değildir; ama toplum hayatının bölümlerinin (siyaset, iktisat, aile, din ve sanat gibi) gittikçe daha çok farklılaşmasını ihtiva eder.
Moderniteye bağlı insan, dünyadaki etkili gelişmelere ve bilgilere açık olan insandır. Bu açıdan bakıldığında “Osmanlı idarecileri, modernleşme yolunda dünyaya açılıyor mu idi?”diye sormak lazımdır. Aslında Osmanlılar kuruldukları dönemden beri hatta Selçuklular döneminde bile, Doğu ve bilhassa Batı dünyası ile şu veya bu şekilde temaslarını devam ettiriyorlardı.
Bugün Batının diğer dünya ülkelerine göre teknolojide ileri durumda olması gibi,Osmanlılar da kuruluş ve yükseliş dönemlerinde hem Doğu hem de Batı ülkelerinden teknoloji açısından ileri durumdaydılar. Buna rağmen Fatih Sultan Mehmet, İtalya ile temasa geçmiş, oradan ressam getirtmiş ve oğlu II. Bayezit Leonardo da Vinci’den boğaza köprü istemiştir. 16. asrın ilk çeyreğinde vefat eden Pîrî Reis’in meşhur haritasını çizerken Batılı kaynaklardan istifade ettiği de bilinmektedir. Buna Endülüs’ten (İspanya’dan) gelen Yahudîler arasındaki yahudi bilim adamlarının katkılarını da ilâve etmek lâzımdır. Demek ki Osmanlı idarecileri ve bilginleri bilhassa Batı ile ilgilenmişler, batıya açılmaya önem vermişlerdir.
Bunun en güzel örneğini 1656’da ölen Kâtip Çelebi de görüyoruz Kâtip Çelebi veya Hacı Halife, değerli bir düşünür, bir bilgin ve bibliyoğrafyacıdır. Osmanlı ile batı dünyası arasındaki bilhassa bilim alanında ortaya çıkan açığın ilk farkına varanlardandır. Coğrafya ve tarih konusunda Latinceden o gün için önemli olan bazı eserleri tercüme ettirmiştir.Bunun yanında cihannüma adlı meşhur eserini yazarken de batılı kaynaklardan faydalanmıştır.
Kâtip Çelebi yazdığı bazı eserlerinde (bilhassa “Mizan-el-Hakfî İhtiyar’il-Ehakk” adlı eserinde) medreselerdeki programlardan felsefe ve tabii ilimlerin kaldırıldığından şikâyet eder. Gerçi Muallim Cevdet “Mektepler ve Medreseler” adlı eserinde Kâtip Çelebi döneminin medrese programlarını incelediğini, felsefe ve tabii ilimlerin ders programlarında yer aldığını söylerse de bir zihniyet dönüşümü yaşandığı ve zihniyetin tersine döndüğü muhakkaktır.
Osmanlıların batılılar ile coğrafî, askerî ve siyasî temasları sebebiyle batıdaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerden, keşiflerden haberdar oldukları bilinmektedir. Onlar, Batı ile temas neticesinde ateşli silâhlar, haritacılık ve madencilik konularındaki teknik ilerlemeleri ülkeye nakletmişlerdir. Buna ilâveten göçmen yahudi bilginler kanalıyla Rönesans dönemi Batı astronomisi ve Tıp sahalarında erken dönemlerde temaslarda bulunmuşlardır. Önceleri bu ilgiyi seçmeci tarzda gösterirken harblerde mağlub olmaya başlayınca Avrupa bilimini ve teknolojisini, ihtiyaçlarına göre almışlardır. Daha doğrusu askerî ve pratik gayelerle bilime ilgi göstermişlerdir. Dolayısıyla bilim alanında teori, deney ve araştırmayı bir bütün olarak önemsememişlerdir.
Kâtip Çelebi’den sonraki dönemde padişahlar, tercüme heyetleri kurdurmuşlar; Doğu’dan Batı’dan çeşitli eserleri tercüme ettirmişlerdir. Bu heyetlerden birinin başında Yanya’lı Esad Efendi vardır. Esad Efendi Aristo’nun Fizik kitabını Yunanca aslından Arapça’ya çevirmiştir.
1729 da padişah III.Ahmet, bir ferman çıkarmış ve Aristo’nun eserlerini tercüme edenlerden vergi alınmayacağını söyleyerek bu tarz eserlerin tercümesini teşvik etmiştir. Ferman 1743 de tekrarlanmıştır.
Yanya’lı Esad Efendi’nin niyeti, padişahınki gibi iyi ve samimidir. Fakat tutulan yol yanlıştır. Neden?Çünkü, Batı’dan fizik, kimya alanlarında kitap tercüme edilecekse, bunlar M.Ö. 330 larda yazılmış olan Aristo’nun fizik kitabı olmamalıydı. Aksine 18. asırda Batı’daki gelişmeleri aksettiren eserlerin çevrilmesi lâzımdı. Üstelik eser, Türkçeye değil, Arapça’ya çevriliyor! Neden?Çünkü Türkçe, terimler bakımından yetersiz görülüyor. Ama o tercümelerTürkçe yapılsaydı, Türkçe terimler ve kavramlar da daha erken dönemde gelişmiş olurdu.
Aslında Osmanlıların Batı bilim ve teknolojisi ile temasları, zamanla kendi bilim geleneklerini terk etmelerine yol açmıştır.Bu da gösteriyor ki modernleşmenin, ilerlemenin ancak Batı bilim ve teknolojisini olduğu gibi nakletmekle mümkün olacağına inanmalarına sebep olmuştur.(Durum bugün de farklı değildir). Halbuki teknolojiyi doğuran temel bilimlerin kendimizde üretilerek uygulanması ve yeni teknolojilerin geliştirilmesi gerekirdi (25 Nisan 1999 da “Üçüncü 1000’e girerken Türkiye” sempozyumunda konuşan Koç grubu yetkilisi Necati Arıkan, bugün Türkiye’nin teknolojide Batı’ya ulaştığını, fakat AR-GE de geri olduğunu söylemiştir. Demek ki bilimsiz, araştırmasız teknoloji transferi tercih edilmektedir).
Osmanlı Devleti, 18. asırda Batı’dan birtakım teknik elemanlar getirmiş, Müteferrika İbrahim’e matbaayı kurdurmuş, 1770’den sonra mühendishaneleri açmıştır. Fakat mühendishanelerin hocası ve kitapları da olmadığı için, bunları da Fransa’dan transfer etmiştir.Yani “bir mühür, bir müdür” anlayışıyla yüksek okullar açmış; ama onlarda Fransızca tedrisat yapmak zorunda kalmıştır. Tıpkı 1826’da açılan Tıbbıye-i Şâhânede olduğu gibi.
Osmanlı yenileşmesinde veya modernleşmesinde, yenilik hareketlerinde daima çeşitli engeller ile karşılaşılmıştır.Bunlar değişik zamanlarda değişik şekillerde tezahür etmiştir.
Bu engeller, umumiyetle Osmanlı’nın bünyesinden, ıslahat işine girenlerin hazırlıksız ve çoğu zaman yetersiz olmasından ileri gelmiştir.Bir de dünyadaki siyasî gelişmelerin doğurduğu ağır şartlardan ileri geldiği söylenebilir.
II.Mahmud’un yöneldiği reform hareketlerinde karşısına çıkan engellerden birisi gerici hareketlerdir. Marksist düşünceyi benimsemiş Niyazi Berkes’in tespitlerine göre, bu gerici grup, dinî mânâda bir grup değildir.Bu “çıkarcı gericilik”tir. Bunların bir çoğu Paris’te,Berlin’de, Londra’da okumuş olabilirler. Fakat, “Türk toplumunun modern bir düzene girmesinden en çok zarar görecek olan ve çıkarları ellerindeki toprak monopolünde bulunan toprak ağaları ve derebeyi artıklarıdır.” “Tanzimat’a kadar yapılmak istenen bütün reform teşebbüslerini asıl baltalayan bu güçtür. Tanzimat’ın çeşitli reformlarını gerçekleştirmeyen, onları kendi çıkarlarına uyacak biçimde sokmayı başaran dinciler değil, işte bu çeşit gericilerdir. Meşrutiyeti bu güç, dejenere etmiştir.”(2).
Modernleşme hareketinin fikrî temelleri de çeşitli vesilerle Batı ülkelerine vazifeli olarak giden bazı Osmanlı aydınlarınca geliştirilmiştir. Bunlardan birisi Mustafa Sami Efendi’dir. Bu zat bir vazife dolayısıyla bazı Avrupa ülkelerini ziyareti neticesinde gördüğü yenilikleri ve farklılıkları “Avrupa Risalesi” isimli küçük eserinde belirtmiştir. Ama esas olarak Tanzimat’ın fikir babası sayılan Sadık Rifat Paşa’nın o zaman ileri sürdüğü fikirler, Tanzimat’ın fikrî temelini hazırlamakta büyük rol oynamıştır.
Zaten Batı aydınlanmacılığının esas fikri sayılan ilerlemecilik, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet aydınları tarafından benimsenmişti. Namık Kemal,“Renan Müdafaanamesi” isimli eserinde iki yüz senede bizim Batı’ya ulaşabileceğimizi söylüyordu. Sadullah Paşa da:
“Zaman zaman-ı terakkî, cihan cihân-ı ulûm
olur mu cehl de kabul bekâ-yı cemiyyet.”
Ziya Gökalp gibi bir çok düşünürün ve aydının yazılarında ilerleme düşüncesi, kilit nokta vazifesi görür. Mustafa Kemal’e göre de ilerlemenin ölçüsü “asrın sür’at ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir”. O, medeniyeti, mukavemet edilemeyen coşkun bir sele benzetir. Hatta M.Akif Ersoy da Batı medeniyetini sineleri paramparça eden bir ceryan gibi görür:
“Karşı durulmaz cereyan sine çâk
Kaçtı duranlar olur elbet helâk!”
Bunun gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti daha sonra fırkası (partisi), ismini pozitivizmin iki ilkesi olan ilerleme (progres) ve birlik(ünite) kelimelerinden “İttihat ve terakki” olarak almıştı. Niçin Osmanlı aydınları bu “ilerleme” ideolojisini bu kadar benimsemişlerdi?Çünkü hepsi ilerlemenin Batı’nın ilkeleri ile mümkün olacağına inanmıştı; çünkü hepsi, Osmanlı devletinin bu ilerleme sayesinde modernleşip yıkılmaktan kurtulacağını düşünüyordu. Çünkü gerek Tanzimat gerekse meşrutiyet aydınları olsun ister materyalist, ister spiritualist olsun, hepsinin ortak endişesi, kendi yüce Osmanlı devletini ne pahasına olursa olsun yaşatmaktı. Böyle köklü bir endişe, bir varolma kavgası ontolojik bir problem olarak bütün aydınları şöyle veya böyle modernleşme macerasına sürüklemişti.
Sadık Rıfat Paşa da aynı endişelerle yenileşme hareketinin içinde yer almıştır. Kendisi Viyana’ya büyükelçi olarak gönderilmişti. Orada şansölye (Başbakan) olan prens Mettermich ile uzun süre sohbetleri ve tartışmaları olmuş, Batı’nın üstünlüklerinin sebeplerini araştırma imkânı bulmuş, gözlemlerini de ilâve ederek, fikirlerini bir lâyıha halinde padişaha sunmuştur. Sadık Rıfat Paşa, Tanzimat Fermanından bir buçuk sene evvel yazdığı “Avrupa Ahvâline Dair Risale” adlı eserinde “Avrupa’nın üstünlüğünün sebebi nedir?”sorusuna cevap aramaktadır.
Sadık Rıfat Paşa Avrupa’nın üstünlüğünün sebeplerini şöyle tespit ediyor:
1)Avrupa, medeniyete ısındırmak gayesiyle ülkelerinin ilerlemesi için gerekli idari düzenlemelerin gelişmesini hedeflemektedir .Bunun için nüfusu artırmak, ülkenin ve devletin imarına, asayiş ve rahatın temin edilmesine önem vermektedir. Bunun esası “her bir kavim ve milletinin can ve malı, ırzı ve itibarı hakkından tam bir emniyetin elde edilmesi”dir. Avrupa devletlerinde “Bu gibi emniyet ve hürriyet haklarına ziyadesiyle itina edilir ve muteber tutulur” (3).
Sadık Rıfat Paşa “Hukukun üstünlüğü” esasına dayanan bir icraatı lüzumlu görürken 1990’dan sonra bizde ifade edilmeye başlanan bir ilkeyi de koymuş oluyor. “Hükûmetler halk için konulmuş olup yoksa halk, hükûmetler için yaratılmış değildir.”Bu da halkın rızasını esas alan iktidar fikrine götürmektedir.
Tanzimat’ın programında da Osmanlıyı pratik yoldan hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet haline getirme gayreti vardır. Osmanlı milleti meydana getirmek için azınlık ve etnik milliyetçiliklerin devleti yıkmasını önlemek için“Vatan ve millet sevgisi” ile “Kalbleri kazanmak” kavramları geliştirilmiştir.
?erif Mardin’in dediği gibi Tanzimat fazla ve hızlı modernleşmiştir. Fakat buna rağmen batılılara yaranamamış ve 1856 “İslahat Fermanı” yayınlanmak zorunda kalınmıştır. Ferman Müslümanlar üzerinde tahripkâr bir tesir göstermiş ve Osmanlı devletinin İslâmî hüviyetini kaybettiği düşünülmeye başlanmıştır. Dolayısıyla Müslümanların şiddetli tepkileri ile karşılaşılmıştır .Çünkü devlet, halkına, örf ve adetlerine, inançlarına yabancılaşmaya başlamıştır.
Tanzimatcıların aşırı modernleşmesi, bir grup aydın tarafından şiddetli bir tepki ile karşılanmıştı. Modernliğin farklılık, farklılaşma, yerleşmiş inanç ve geleneklerin dışına çıkma anlamına geldiğini başta söylemiştik.İşte tanzimatçıların hızlı farklılaşması ve Batı’yı ulaşılması gereken en büyük ideal olarak görmeleri ve göstermeleri, yeni bazı problemleri de doğurmuştu. Osmanlı inanışları, örf ve adetleri bir kenara atılarak modernleşmek mümkün müydü?İslâm’a rağmen mi modernleşmek lâzımdı?Yahut İslâm ile birlikte modernleşmek mümkün müydü?Yani Müslüman halk, müslümanlığını yaşamaya devam ederken batılı çağdaş değerleri ve kurumları rahatça kabul edebilecek miydi?Çağdaş siyasî ve sosyal düzeni kabul ederek İslâm’dan vaz mı geçecekti?Yahut İslâm’a sarılarak diğerlerinden vazgeçmek zorunda mı kalacaktı. Yahut bir senteze mi gidecekti?
Tanzimat, Meşrutiyet ve hatta Cumhuriyet dönemleri bu sorulara cevap arayan tartışmalarla doludur.
Bir toplum, her şeyden önce içinde yaşadığı şartları gözönünde bulundurmak zorundadır. Hem toplum olarak içinde yaşadığı millî şartlar, hem de evrensel şartlar dikkate alınmak zorundadır .Devrin yaşanılan şartlarının neler olduğu araştırılırken, şartları teşkil eden yaygın ortak kanaatlerin kökenine, oluşum sürecine doğru geriye bakmak, devri anlamlandıran şartların gerçeklikle ilişkilerini ortaya koymak gerekir.
Bizi kuşatan dış şartların, evrensel değişmelerin bizim gerçekliğimiz, olabilmesi için bizim onlarla ilişki içine girmemiz lâzımdır. Yani onlar bizim hayatımıza girmiş olmalı, bizim anlam dünyamıza müdahale etmiş ve onu yönlendirmiş bulunmalıdır.?u halde modernitenin hayatımıza girmesi ve girince edindiği yerin tesbit edilmesi yerinde olacaktır .Modernitenin hayatımızda bir yer edinmesi modernleşmedir. Modernite hayatımıza girmezden evvel,Osmanlı toplumu olarak, her yönüyle bu hayat, düzenlenip yaşanıyordu. O, boş olan bir alana dalmadı; ama mevcut yaşanılan hayat içinde bir yer açılarak onun hayata hâkim olması sağlandı.
Bu ne demekti?Modernitenin Osmanlı hayatında geçerli hale gelmesi,Osmanlı için bir“değer” halini alması anlamına gelir veya bir değer haline gelmiştir, demektir.
Burada olgu (modernite) nasıl değer haline geldi? Olgudan değer çıkar mı gibi tartışmalara girmeye imkân yok.
Modernite, geçerli görünerek Osmanlı hayatına girdiği için“önceleri pratik bir zorunluluk olarak katlanıldı; ancak bu pratik zorunluluklar anlamını yitirince”, mutlak bir geçerlilik iddiasında bulunmaya başladı.” (4).
Tanzimatçıların aşırı modernleşmeleri, kültür taklitçiliği olduğundan, Batı’nın kültürel köklerine inilmediğinden dolayı “Müslüman topluluğu temelinden sarsmıştı” (5).
Tanzimatçıların bu hızlı ve aşırı modernleşmesine karşı yeni Osmanlılar, tepki olarak, demokrasi anlayışlarını İslâm’dan aldıkları ilkelere dayandırmak istediler. Çünkü onlara göre, gerek Tanzimat, gerekse Islahat Fermanı “millet-i islâmiye”yi, “millet-i hâkime” iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum bırakmıştı. Böylece Osmanlı Devleti’nin İslâm devleti olma niteliği kayboluyordu. (6).
Osmanlının demokrat aydın zümresini teşkil eden Yeni Osmanlılar,Asr-ı Saadet’in yaşanmış bir altın çağ olarak yeniden ideal haline getirilmesine, Batı’dan ödünç aldıkları birtakım kavramlarla yeni bir ideoloji ve dünya görüşü ortaya koymaya çalıştılar.
Bu sebeple Batı’dan alınan“Demokrasi” kavramı meşveret “parlamento” kavramı şûra, “seçim” kavramı biatgibi islâm’dan alınmış kavramlarla karşılandı.Namık Kemal,Ali Suavi,Ziya Paşa gibi “Yeni Osmanlılar” Tanzimat’ın lâik kanunlaştırma hareketine karşı şer’i hukuku müdafaa etmişler ve yeni tezler getirmişlerdir(7). Osmanlıda bu modernleşme hareketi zaman zaman dinî bir esasa da dayandırılmıştır:
Meselâ “Yeni Asır” gazetesinin 1895 de çıkan ilk sayısında Osmanlı armasına yer verilmiş ve altına şu mealde cümleler yazılmıştır:
“Bir hadiste,Allah her asırda dinini yenilemek üzere bir yenileyici (müceddin) gönderir. Bu asırda İslâm’ı yenileyecek olan(modernleştirecek olan)padişahımız Abdulhamid Han Hazretleridir.”
Bu ifade çok dikkat çekicidir. Çünkü o dönem Osmanlı toplumunun modernleşme ve yenileşme isteğini ifade etmektedir. Aynı zamanda yenileşmeye bakış tarzını da ortaya koymaktadır.
Fakat daha sonraları, Tanzimatla başlayan lâikleşme II. Meşrutiyet’e kadar devam etti. Meşrutiyet döneminde de aynı hızla yol aldı .Ziya Gökalp, bunun sosyolojik temellendirmesini de yaptı ve üçlü sistemi içinde bir akım olarak yer verdi; yani bir sentez yapmayı denedi. Böylece Cumhuriyet dönemine ulaşıldı.
Burada, “Osmanlı modernleşmesi,Osmanlı’yı
kurtaramadığına göre neye yaradı?” diye sorulabilir. Evet modernleşme Osmanlıyı
kurtaramadı; ama Osmanlının ömrünü uzatmaya yaradı ve Cumhuriyet dönemi
inkılâplarını, reformlarını ve modernleşmesinin tarihî, sosyolojik ve toplumsal
temellerini hazırladı, demek isabetli olur.
(1)AlainTouraine, Modernliğin Eleştirisi, İstanbul 1992, s.23.
(2)Niyazi Berkes,Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara, 1975, s.27.
(3) M.Türköne, Osmanlı Modernleşmesinin Kökleri, İstanbul, 1995, s. 60.
(4) Tahsin Görgün, “Bir Problem Olarak Modernite”, İslâm ve Modernleşme kitabı içinde, İstanbul, 1997, s. 30.
(5)?erif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişimYayınları, İstanbul, 1991, s. 89.
(6) M.Türköne, a.g.e., s.66.
(7)M.Türköne, a.g.e., s.85-86.