Necdet ÖZKAYA
Müsteşar Yardımcısı
Tarihi yazmak, tarihi yapmaktan zordur. Tarih yazanlar tarihe sadık kalmazlarsa, sadece kendilerine, mensubu oldukları millete hatta bütün insanlığa kötülük etmiş olurlar. Bundan da daha kötüsü, ilme ihanet etmiş olurlar. Tarihî olayları, kendi düşüncelerine, fikirlerine ve amaçlarına uygun düşecek tarzda yazmak, anlatmak, yorumlamak, tarih ilmine hizmet değil, olsa olsa kendi efendilerine hizmet etmek demektir.
Fuat Köprülü’nün söylediği gibi tarih “her şeyden önce ilmî hakikatin hizmetkârı” ve şahidi olmalıdır. Tarihe “yalancı şahitlik” yaptırmak milletin arasına nifak sokmak, toplumu huzursuz kılmak, insanları birbirine düşürmek amacını taşımaktadır.
Bir başka tarihçi “şimdiki zaman, tarihe kendi çözümlerini onaylatmaya başladığı zaman onu bozar diyor. Tarih bilgisi insanların anlaşmasına ve sulh için yaşamasına yardım etmezse neye yarar?” (1)
Taha Akyol, Osmanlı’da ve ‹ran’da Mezhep ve Devlet isimli kitabında, çağdaş tarihçiliğe örnek olarak Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges’in “Eski Fransa’nın Müesseseleri Tarihi” adlı kitabından şu alıntıları yapmış;
“Bu kitabı yazarken biz Fransa’nın eski müesseselerini ne övmeyi ne yermeyi düşündük, sırf onları tasvir etmeye ve aralarındaki bağlantıları göstermeye niyetlendik.” (2)
Aynı eserde yazar, bir başka büyük tarihçiden Marc Bloch’un tarih anlayışını “Tarihçi uzun süre ölü kahramanlara methiyeler veya lânetler dağıttı... Taraf tutan bir yargıç rolünü üstlendi.” şeklinde naklediyor.
Böyle bir anlayış “tarihi” yalnızca bir siyah ve beyaz tablosu hâline getirerek, onu tanınmaz ve işin içinden çıkılmaz hâle sokar.
Üzülerek belirtmek zorundayım ki bizde de genellikle tarih anlayışı bir siyah veya beyaz tablodan ibarettir. Kendi tarihimizdeki olaylara bakış açımız ya “dostça” veya “düşmanca” dır. Tarihî kahramanları ya göklere çıkartır veya yerin dibine sokarız. Sevdiklerimizin bir noksanını ve hatasını duymak bizi öfkelendirir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı dolayısıyla başlayan tartışmaları izlerken bir vatandaş olarak çok fazla üzüldüğümü ifade etmek isterim. Sahip olduğu diplomaya göre bir aydın gibi konuşması gereken birçok kimse “Osmanlı Devleti”nin Türk tarihinin kara bir lekesi olduğunu, onun mirasını reddettiğimiz ölçüde çağdaşlayabileceğimizi” söylemektedir. Hatta hükûmetin 700. yıl kutlamalarını resmîleştirmesine anlam veremediklerini dillendirmektedirler.
Halbuki Osmanlıyı atlayıp da Göktürkler’e, Hunlar’a uzanarak onlarla ilgi ve ve irtibat kurmak sanıldığının aksine insanın zihnini ve gönlünü rahatlatmıyor ve milletimizi mesut etmiyor. Osmanlı dönemini önceden peşinen bir kara leke olarak nitelendirdikten sonra, görüşünü haklı çıkaracak tarihî olayları aramaya girişmek ve kendisine şahitler bulmak mantığıyla hangi dönemi inceleyip irdelerseniz, orada da kara lekeler veya insan aklının, şuurunun, vicdanının kabul edemeyeceği vak’aları bulmakta zorlanmazsınız.
Bir kısım dönemlere ve kişilere sahip çıkmak, bazı dönemleri ve kişileri reddetmek doğru bir anlayış değildir. Faydası da yoktur. Türk tarihine ve kültürüne bütüncül bir gözle bakmak birkaç bin yıllık tarihimize sahip çıkmak suretiyle yeni nesillerde millet ve tarih şuurunun uyanmasını sağlayacaktır. Atatürk’ün ifadesiyle; “Türk çocukları ecdadını tanıdıkça, kendisinde daha büyük işler yapma arzusunu ve gücünü kazanacaktır.”
Her milletin tarihinde olduğu gibi bizim de tarihimizde övünülecek, gurur duyulacak; başarıları kadar insanı kahredecek başarısızlıklar, kusurlar ve günahlar vardır. Ayıpları görüp dönemi toptan karalamak yerine, onu analitik bir anayışla tahlil etmek, dersler çıkartmak daha iyi bir yoldur.
Dün Osmanlı Devleti’nde bir ayıp olarak gördüğümüz uygulama ve politikların, bir kısmının, tıpa tıp olmasa bile benzerlerini bugün uyguladığımız gerçeğini görmek zorundayız.
Dış politikalardan, iç politikalarımıza birçok alanda tarihî devlet geleneğimiz ve kültürel mirasımız kendisini kuvvetle hissettirmektedir.
Hatta siyaset, düşünce ve fikir dünyasındaki birçok konu ‹kinci Meşrutiyet Dönemi’nden intikal edip gelmektedir. Tartışmalar gelişen şartlara göre ifade ve hacim değiştirerek devam etmektedir.Hatta ‹mparatorluğun son yüzyıllarda yaşadığı zaaflarının, bunalımlarının bir kısmını hâlâ yaşamaktayız.
Çağdaşlaşmak, çağı yakalamak çaba, gayretlerimizin ve isteklerimizin kökünde Osmanlı vardır. Islahat Devri, Tanzimat Dönemi, Usul-ü cedid... yenileşme, asrîleşme, batılılaşma hareketlerimizin Osmanlı devrindeki adıydı.
Cumhuriyet, hayatımızın her alanında bu yenileşmeyi, çağdaşlaşmayı, devlet politikası hâline getirmiş, 75 yıl içinde eskisiyle mukayese edilemeyecek bir başarıya ulaşmıştır. “Muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak Cumhuriyetin, milletin ve hükûmetin vazgeçemeyeceği yüksek bir ülküdür.” Değişiklik ve yeniliklere karşı her ülkede olduğu gibi bizde de karşı çıkanlar olmuştur. Bu itirazların belli ölçü de olsa haklılık payı olabilir. Ama yapılan inkılâp çapındaki değişiklikler milletimizin hayatiyetini yüksek seviyede iddialı olarak devam ettirebilmek için şarttı, elzemdi. On-on bir asır önce dinini ve yazısını değiştirerek İslâm medeniyeti ve kültür dairesine giren milletimiz, cihan çapında devletler kurabilmiş ve üstün bir güç olarak yoluna devam etmiştir. İslâm âlemi de Türklerle birlikte yeniden silkinip, daha güçlü olmaya başlamıştır.
17. yüzyıldan başlayarak Cumhuriyette en yüksek seviyeye ulaşan batılılaşma programı güçlenerek devam etmektedir. Onun için eğitim bir manada çağdaşlaşmak demektir. Çağdaşlık hamlemiz devam ederken, bu arada kendimizi arayışımız, millî bütünleşme çabamız da devam etmektedir.
“Unutulan yüksek Türk kültürü”nü her gün yeniden keşfediyoruz ve bu duyguyla ülkemizi, muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak için her alanda yaptığımız değişiklikler eski medeniyetimizde hemen hiç yaşamadığımız yeni tecrübeler edinmemize yol açıyor.
Cumhuriyette yaptığımız harf değişikliğiyle, milletimiz uzun tarihî yolculuğunda ikinci kere yazısını değiştirmiş oldu. Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel, Ankara’da 22 Haziran 1998’de Genç İş Adamları Derneği’nce düzenlenen toplantıda, sözü eğitim meselesine getirmiş ve konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Eğitim meselesinde yalnız sınıf bulmak mesele değil, sanıyorum ki çok önemli olan müfredattır; nedir okutacaklarınız?
Bence bilgisayar koymak da kâfi değil, önemli olan müfredattır. Yani 21. asrın Türk vatandaşını yetiştireceksiniz. Yani Türk eğitimi böyle sorunlarla karşı karşıyadır.
Fransa’da üç sene süren araştırmalar yaptılar; “21. asrın Fransızı nasıl olmalı; eğitim sistemi ne vermeli?” Geldikleri birinci olay, 16 yaşındaki Fransız çocuğunun bilmesi lâzım gelen en önemli şeyin Fransızca olduğudur; yani bilimden, teknolojiden, fenden vesaireden önce, kendi ana dilini bilmesidir.
Açıklıkla ifade edeyim, biz neredeyse birbirimizi anlamakta müşkülat içerisindeyiz. “Dili arılaştıralım”, Türkçemiz zaten kendiliğinden arılaşıyor. Arılaştıralım derken fakirleştiriyoruz. Bugün Türkiye’nin, Türkiye eğitiminin en önemli meselesi Türkçe hocası, Tarih hocasıdır. Tarihini iyi okumayan, çocuklarına tarihini iyi okutmayan ülkelerin beraberliğini sağlamak mümkün değildir; zordur demiyorum, mümkün değildir.
“Bir ülkenin vatandaşlarını canını verecek kadar fedakârlığa sevk eden şey, kahramanlık ve vatanseverlik duygularıdır. Kahramanlık ve vatanseverlik duygularının zaafa uğradığı yerde toplumu ayakta tutmak mümkün değildir. Onun içindir ki evet, çağdaş olacağız, başka ülkeler gibi ileri olacağız; ama gidin bakın o ülkelere; o ülkelerin her birinde bir taraftan dünyaya uyma gayretleri, evrensellik varken; öbür tarafta nasyonalizm, yani kendi millî duygularına sahiplik; fevkalâde önemlidir.”
Sayın Cumhurbaşkanımızın büyük bir vukufla ortaya koyduğu mesele, Türk eğitiminin en kısa zaman içinde çözmesi gereken millî bir davadır.
Dün ve bugün karşılaştığımız bölücü hareketin
sebeplerinden biri de dilimizi ve tarihimizi tam olarak mana ve mahiyetiyle
bütün vatandaşlarımıza öğretemeyişimizdir. Dil ve tarih ortaklığı benimsetemeyişimizden
millî şuur ve birliği de kurmakta zorlanıyoruz.
(1) Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da mezhep ve devlet s. 19-20.
(2) Age s. 20.