Bizim Beş Numara
Cafer
AKMAN (*)
Sancaktar
Tekkesi Sokağı.
Kocamustafapaşa’da
Arnavut kaldırımlı, daracık bir sokak.
Çocukluğumun
geçtiği, misket oynadığımız tahta kılıçlarla hayali savaşlar yaptığımız, bazı evlerden,
kadınların üzerimize su döktüğü sokağımız.
Hiç
unutamam; bu sokakta henüz beş-altı yaşlarındaydım, nereden dilime dolandığını
ve anlamını bilmediğim, bir tekerleme gibi söylediğim bir slogana çok kızan
yaşlı bir kadının, elinde eski evinin büyük anahtarı, ağzında ciklet, hışımla
evinden çıkıp, “Edepsiz!Nereden öğrendin bakayım sen bu sözleri?” deyişini.
Yine
hiç unutamam; bu sokakta her sabah, poğaçacının belinde beyaz önlüğü, elinde
camekânlı küçük sandığı içinde -benim tadına bakma saadetine erişemediğim-
poğaçaları, “poğaça!” diye bağrışını... Her sabah arkadaşım Yücel’e poğaça
verirken kapakları açılan küçük camekândan yayılan poğaça kokusunu ve imrenen
bakışlarım altında bir poğaça alıp yiyen Yücel’i...
Bu
sokakta bahçe içindeki evinde yalnız yaşardı ismini hatırlayamadığım esrarengiz
adam.‘Kedileri hiç sevmez!’ derlerdi. Bahçesindeki kuyunun serinliklerinde
yankılanır, soğuk suyunda boğulurmuş kedilerin acı çığlıkları...Evinin
yakınından bile geçemezdik. Esrarengiz şatoda yaşayan bir masal deviydi yalnız
adam...
Karamela
şekerlerin satıldığı, kapısından gaz kokusu yayılan küçücük bir bakkalı da olan
bu daracık sokakta daracık da evler sıralıydı sağlı sollu. Hayâl meyal
hatırladığım bu evler, sıradan evlerdi. Hani bugün koruma altına alınan eski
İstanbul sokaklarında ve kartpostallarda görünen tahta kafesli, cumbalı,
geçmişin mahrem hatıralarıyla mahzun duruşlu, ketum evler. Bu sokakta böylesi
evler yoktu. Tahta devri kapatmış, betonu başlatmış bir dönemin evleriydi
onlar. Biraz eski, biraz yeni, melez şeyler. Hele bunların içinde biri vardı
ki, işte benim anlatmak istediğim bu ev, bu evin sakinleri...
Bu
eve demir kafesli, tahta büyük bir kapıdan girilirdi. Mimarisi hiçbir mimariye
benzemezdi bu evin.Önceleri bahçe içinde, üstte iki, altta tek dairesi olan bu
ev, ilâve evciklerle genişletilmişti. Kimi iki katlı, kimi tek katlı; kimisi
bodrumda, kimisi de bahçe içinde...
Burada
oturan insanlar, bugün apartman hayatının getirdiği birbirinden kopmuşluğun
içinde değillerdi. Her biri Anadolu’nun bir yerinden gelmişti bu insanlar; kimi
kentli, kimi kasabalı, kimi köylü... kimi işçi, kimi memur, kimi doktor, kimi
esnaf... Ortak bir şeyleri paylaşan bu insanların hayatları gerçek birer
romandı, cilt cilt. Her biri hayatın ayrı bir yüzünü katmıştı bu büyük romana.
Kimi bir trajediydi, kimi bir dram, kimi de bir komedi... Ama hepsi de hayatın
bir başka yüzüydü...
Bu
binayı yapan, bu insanları burada buluşturan ne düşünmüştü, bunu gerçekte kimse
bilemez.O bir mürşitti, o bir veliydi çoklarınca. Her sınıftan çeşit çeşit
insanı zıtlıklarıyla Beş Numarada toplamayı bilen zamanın kutbuydu...
Biz,
Beş Numara’nın karanlık bodrumundaydık. İki küçük odası vardı evimizin. Biri
ancak günün aydınlığını gösteren tavana yakın sabit küçük camlı, diğeri
karanlık koridora açılan pencereli iki küçük oda. Küçük de bir holü vardı.
Kapımızın önünde de bir kuyu. Her zaman bahçede görmeye alıştığım kuyunun,
burada, koridorda oluşunu hatırladıkça hep garipsemişimdir. Her hâlde önceleri
bahçe olan burası, ek binalarla kapatılmış olmalıydı. Bu kuyu bizim
buzdolabımızdı, annemin yazın yakıcı sıcağında karpuzu, bir kap içinde suyu
sarkıttığı buzdolabımız...
Radyonun
lüks olduğu yoksul evimizden ezan duyulmaz, kandiller hiç görülmezdi. Ramazan
akşamlarında iftara çok yaklaşıldığında herkes sofraya oturur, ben kandillerin
yanışını gözlemekle görevlendirilirdim.
Bu
görev çok hoşuma giderdi. Sokağımızdan görünen küçük Cerrahpaşa Camii’nin küçük
minaresinin kandilleri sarı ışıklarla aydınlanınca, ciddi bir görevi yerine
getirmenin gururuyla, sevinçle koşar, daha kapıya varmadan“Kandiller yandı!...”
diye bağırırdım.
Yer
sofrasında hiç konuşulmadan ibadet sessizliğinde başlanılan yemek, yine hiç
konuşulmadan ibadet sessizliğinde bitirilirdi. Babamın ve annemin yemekte hiç
konuşmamaları bir töreden miydi, yoksa onların birbirlerine anlatacak bir
şeyleri yok muydu bilmiyorum. Sadece biteviye ortadaki tabağa daldırılan kaşık
seslerinin ve ağız şapırtılarının duyulduğu bu anlar çocuk yüreğimiz, her
zamankinden çok kıpırdar, biz dört çocuk, annemizin tavsiyesiyle gülmemek için
tırnaklarımıza bakardık. -Çünkü annem de çocukken öyle yaparmış- Sofrada
gülmenin bize neye malolacağını hepimiz tecrübeyle bilirdik...
Bu
evde, babamın bana aldığı siyah kurşun askerimi hiç unutmadım. Çünkü kurşun
askerim, babamın bana aldığı yegane oyuncağımdı.
İlkokula
o sıralar başladım. O zamanlar onbeş yaşlarında olan ablam elimden tutar, okula
götürür getirirdi.
O
yıl, evimizde bir facia yaşandı, babamı delirmişçesine kızdıran, annemin
yüreğini pare pare yapan. Benim o zaman anlayamadığım, hatta bu durumdan
çocukça bir oyun çıkardığım... hatta
Ablam
onbeş yaşında narin bir genç kız. Beyaz tenli. Gözleri ne renkti
hatırlamıyorum. Ama babamın ayağında ayakkabıları olduğu hâlde, evimizin küçük
holünde, onu yerde tekmeleyişini hatırlıyorum. Ne yapmıştı da böyle dövüyordu
babam bilmiyorum. Ama o herhâlde “baba vurma!” diye yalvarıyordu.
Abim,
ablamdan biraz büyüktü. Yaramaz, ele avuca sığmaz bir çocuk. Bizi sevindirmek
için pazardan oyuncak aşırışını hatırlıyorum.
Abimin
elinde bir fotoğraf vardı, ablamın cebinde bulmuş. Elinde tehditkâr bir şekilde
sallayarak, “Seni babama söyleyeceğim!” diyor. Ablam yalvarıyor, “Onu bana ver,
babama söyleme!” diye. Abim kararlı, söyleyecek...Ablam ortadan kayboluyor.
Annem yana yakıla arıyor. Ben çocukça oyunumu oynuyorum, olan bitenden
habersiz. Yatağa yastık koyup, üstünü örtüyorum, anneme, “İşte, ablam burada!”
diyorum. Zavallı annem boşuna seviniyor...
Evimizin
küçücük camı da kararıyor, karanlığın aydınlığı yutuşuyla. Ablam yine yok.
Benim çocuk bedenim uyurken gecenin kollarında, annem her hâlde gözleri yaşlı,
en uzun karanlık gecesini yaşamıştı. Ertesi gün tanımadığım birileri geliyor,
bizim fotoğraflarımızı çekiyorlar. Babama durmadan birşeyler sormak istiyorlar
ama babam kapıyı yüzlerine çarparak kovuyor onları. Adamlar sırnaşık, yapışkan
gibi...
Marmara’nın
karanlık suları, ablamın korkudan titreyen narin vücudunu, dalgalarının bir
anne şefkatindeki yumuşak okşayışlarıyla sükûna kavuşturduktan sonra kumsalın
serin yumuşaklığına bırakıvermiş. Polisler onu o hâlde bulmuşlar...
Ablam,
korku sinmiş utancını Marmara’nın karanlık sularında gizlerken, annem de
teselliyi herhâlde Rezzan Hanım’ın kollarında bulmuştu.
Rezzan
Hanım, annemin zor günlerinde teselli bulduğu bir melce değildi sadece.
Genç
yaşında bir mürşidin sevenleri halkasındaydı. Sadece bizim bodrumdaki karanlık
evimizin değil, çevresindeki insanların karanlık gönüllerini de aydınlatan bir
insandı.
O
yıllardaki yüzünü hayâl meyal hatırladığım Rezzan Hanım’ın bizlere gösterdiği
anne sıcaklığındaki ilgiyi, çocuk ruhumun evinde bulduğu huzuru çok iyi
hatırlıyorum. Geçirdiği bir kazada bir kazan suyla yanmasına rağmen gösterdiği
mütüvekkilce sabrı, annemin dilinden hiç düşmez. “Bacakları hep yandı da, bir
kere bile ‘ah!’ demedi.-hep ‘Allah!’ dedi” derdi. Eşi İsmail Bey, askerî bir
doktordu. Özel muayenehanesini, daha sonraları hayırseverliği ve cömertliği
sebebiyle kapatmak zorunda kaldığını öğrenmiştim. İsmail Bey, alıştığı askerî
disiplinle değil, arkadaşça davranırdı çocuklarına.
Çamaşırların
elle yıkandığı devirdi. Annemin egzamalı ellerinden çamaşır yıkayamadığı
zamanlarda anneme yardım ederdi Rezzan Hanım.
Beş Numara’nın karanlık koridorları ve güneş görmeyen
rutubetli evimiz onunla aydınlanır, onunla ısınırdı.
Bizim
Rezzan Teyzemiz. Beş Numara’nın hiç zeval bulmayan güneşiydi...
Bir
Zahine Hanım vardı, yüzünü hatırlamadığım. Beş Numara’nın en gürültülü
ailesiydi. Sık sık evlerinde kavga olur, kızı Nadide, ağzı burnu kan içinde
feryatlarla fırlardı dışarı. Abisi Nihat’ın dövdüğünü söylerdi kendisini. Bazen
anneme fısıltıyla bir şeyler anlatır, kimsenin olmadığı anlarda bir
delikanlının karanlık koridorda kendisini sıkıştırdığını söylerdi.
“Demir
Yumruklu Nihat” derlerdi abisine. Bir kahvehane işletirdi kardeşiyle. Birgün
Zahide Hanım’ın yürek parçalayan feryadıyla çınladı Beş Numara’nın koridorları.
Gazetelerde
boy boy resimleri çıktı Demiryumruklu Nihat’ın, tıpkı ablam Şerife gibi.
“Birkaç yerinden bıçaklanmıştı, yanında kardeşi olduğu hâlde. Demiryumruklu
Nihat, birkaç yerinden bıçaklandığı hâlde yine de kovalamıştı kendisini
bıçaklayanı. Öyle yazıyordu gazeteler.
Zahine
Hanım da teselliyi her hâlde Rezzan Hanım’ın kollarında bulmuştu...
Bir
süre sonra Beş Numara’nın bahçesindeki küçük evlerden birine taşınmıştık.
Babam, annem, bir neşeli, bir neşeli. Biz de öyle... Keşke hep taşınsaydık; her
seferinde daha güzel evlere... Yeni evimizin bahçesinden Marmara’nın güneşte
yaldızlanan küçük bir parçası bile görünüyordu.
Babam
bir de radyo almıştı eve, eski, büyük birşey. Ne kadar çok sevinmiş, başından
hiç ayrılmamıştık. Tahta kutunun içinden gelen ses ne kadar sihirliydi... Ama
sevincimiz uzun sürmedi. Radyo bozulmuştu. Babam radyoyu götürdü.Bir daha da
radyomuz olmadı uzun zaman...
Burada
oturduğumuz yıllarda babamın gecenin bir saatinde, bir tornacıda çırak olan
abimi uykusundan uyandırıp, kimi zaman horladığı için, kimi zaman da akşam
götürüldüğü dinî bir konferansta uyuduğu veya konferanstan kaçtığı için
dövüşünü hatırlıyorum...
Yeni
komşularımız olmuştu. İsmet Bey’le eşi Hatice Hanım. Nüket adlı çok güzel bir
kızları olan bir aile, bir çingene aile, içip içip “godoş!” diye birilerine
bağırıp nara atan, evinin saksılarını yüksekçe bahçeden aşağıya fırlatan Battal
İbrahim...Küçücük bahçe içindeki küçücük evlerde, küçücük dünyaları olan, ama
büyük acılar yaşayan birçok aile...
İsmet
Bey’ler Beş Numara’nın en neşeli ailelerindendi. İsmet Bey, fanatik bir futbol
seyircisiydi. Pazar günleri açık camlarından, açık kapılarından futbol
sunucusunun sesi hiç eksilmezdi. İsmet Bey, âdeta stadyumda seyrederdi maçı.
Takımı gol attığında çocuklar gibi sevinir, gol yediğinde her hâlde kızar,
küfürler ederdi. Küçücük bir de kızları vardı, uzun sarı saçlı, sevimli birşey.
Adı Hülya’ydı.
Mutlu
bir aileydi İsmet Bey’ler. Mutluluklarını bizim evimize de taşırlardı. Onlar
evimize misafir olduğu anlar, her hâlde en mutlu anlarımızdı.Ne kadar
sevinirdik. Akşam misafirliklerinde babamla cevizkabuğu oynardı İsmet Bey.
Bazen benimle de oynardı, tıpkı babamla oynadığı gibi... Ne kadar neşeli
insanlardı İsmet amcamız,Hatice teyzemiz... Evde doğru dürüst konuşmayan
babamızın her zaman asık olan yüzü güler, bambaşka bir adam olurdu. Her zaman
gelmesini isterdik İsmet amcamızın,Hatice teyzemizin...
Birgün
stadyumda iken İsmet amcamız, radyodan stadyum tribünlerinden bir bölümünün
çöktüğünü öğrenen Hatice teyzemiz, ne kadar üzülmüş, ne kadar korkmuştu.
Kocaman kadın, tıpkı bizim gibi gözyaşı döküyordu, kocası için!..
Komşularımızın
en neşeli bir başka ailesiydi çingene aile. Kısacık boyluydu Şükran Hanım.
Sırtında da ortopedik bir özürü vardı. Sanki sevgi, yüreğine sığmamıştı...
Karıkoca birbirleriyle çocuklar gibi oynarlardı. Eve kapıdan girer, camdan
çıkarlar; camdan girer kapıdan çıkarlardı. Bir küçük, bir de delikanlı oğulları
vardı.
İbrahim
Amca’nın bir bakkal dükkânı vardı. Bakkal dükkânını satıp, eski bir araba aldı,
dolmuşluk yapmak için. Eski, küçük, siyah bir araba. Hergün arıza yapardı.
Çingene komşumuzun küçük çocuğunu götürürdü yanında muavinlik için. Bir de
tornavida taşırdı hep yanında. Kavgada kullanmak için. İşi hep kötüye gitti
İbrahim Amca’nın.Sonunda arabasını da sattı.
Bir
genç vardı, komşularımızdan birinin oğluydu. Tuhaf biriydi. Sık sık evimize
gelirdi, gündüzleri babam yokken.“Teyze, ben tabiat hastasıyım” der, nazlı
nazlı salınarak şarkılar söylerdi anneme.
Birgün
babam, “Ne işi var delikanlı çocuğun senin yanında?” dedi anneme.“Adaam...
delikanlı mı sayılır, onun neresinden kıskanıyorsun...” dedi annem gülümseyerek.
Komşumuzun
güzel kızı Nüket, Antepli bir gençle nişanlıydı. Hukuk öğrencisiydi nişanlısı.
Hep fıstık getirirdi Antep’ten. Birer avuç dağıtılırdı kapı komşularına. Yılda
bir kez bir avuç zenginliği tanırdı Beş Numara...
Beş
Numara, bir yılbaşı gecesi üçüncü trajedisini yaşadı.
Sabah
kalktığımızda, bahçede heyecanlı koşuşturmalar vardı.“Nüket’in nişanlısı,
kayınpederini bıçaklamış sustalıyla!..” dediler. Büyüklerin bacakları arasından
eve baktığımda çocuk ruhumu ürperten manzarayla karşılaştım:Evin duvarları
kanla dalga dalga kırmızıya boyanmıştı.
Bir
yılbaşı gecesi başlayan güzel beraberlik kanla bitmişti. “Kızı sana
vermeyeceğim!” demişti Nüket’in babası, Nüket’in nişanlısına...
Güzel
komşu kızımız Nüket’in birkaç gün elinden hiç düşmedi nişanlısının
mektubu.“Benden sana fayda yok...” diye başlayan mektubu defalarca okudu
gözleri yaşlı.
Kayınpederi
ihbar etmiş, evinde uyuşturucu da bulunmuş... artık kurtulması mümkün değil
çocuğun, diyorlardı.
Gazetecilerden
biri geliyor, diğeri gidiyordu.
Sonra
“çocuk nasıl yapmışsa yapmış, intihar etmiş” dediler.
Nüket’in
gözlerindeki yaşlar daha da çoğaldı...Çingene komşumuzun delikanlı oğlu,
Nüket’in babasını, gece ölümden kurtarmanın gururunu yaşadı günlerce. Sonra
güzel Nüket’i istedi yaralı babasından. Nüket,“olmaz!” dedi...
Biz
taşınmıştık Beş Numara’dan Sağmalcılar’a. Babam, orada, çalıştığı lokantanın
yeni şubesinde çalışıyordu.
Bir
akşam çalıştığı lokantadan getirdiği bir termus dondurmayı külah külah yemiştik
sahilde. Babam, “Dondurmanın külahı yenmez.” demişti.
Annem,
yıllar sonra birgün, eski komşularını ziyarete giderken beni de götürdü
beraberinde.
Yücel’in
annesi, bende çocuğunu arar gibi, Yücel’in henüz dokuz yaşında, veremden nasıl
öldüğünü anlattı gözleri yaşlı...
“Yalnız
adamın cesedi denizde bulunmuş. Balıklar hep yemişler. Elbiselerinden
anlamışlar onun olduğunu!” dediler...
“Nüket,
bir Almancıyla evlendi” dediler...
İbrahim
Amca’nın evine yoksulluğun ağırlığı bir kat daha çökmüştü...İbrahim Amca,
üstünde çizgili pijaması, bir köşede hiç konuşmadan gözleri sabit bir
noktadaydı. Hanımı, “Akıl hastanesinden yeni çıkardık...” dedi.
Rezzan
Teyzemiz de taşınmıştı Beş Numara’dan.
Beş
Numara’nın karanlığı artık aydınlanmıyordu...
İstanbul,
3 Şubat 2000
(*)
Atikehanım İlköğretim Okulu Hendek-Sakarya.