Deli Bekir

 

Feridettin ATATUĞ

 

1-

En iyisi işi deliliğe vurup, bildiğince yaşamaktı. Öyle yaptı.O zaman da adı deliye çıktı!Deli Bekir aşağı, Deli Bekir yukarı...Bir yıla kalmadı, kendi bile kabullendi bu adı...

“Deli Bekir”liği sevdi! İnsanların eğlenceleri olacakmış, maskaraları olacakmış, farketmezdi. Yeter ki onu da insandan sayıp, aralarına alsınlardı... Bunu, belki de bir ahır köşesine terk edilişinin, o uzun çileli yalnızlığına hiç dönmemek için istiyordu... Eğlenecekler miydi, eğlensinlerdi!... Gülecekler miydi, gülsünlerdi!... Deli mi diyeceklerdi, desinlerdi!...Ama, onu dışlamasınlardı. Dışlanmak, yalnızlıktan da öte, bir cinnetti!..

2-

Onu Balgat’lılar, Gamalgilin Cemal’in düğün gecesinde harman yerinde oynanan sinsinde tanımışlardı. Gördüklerinde yalınayaktı, üzerinde yakasız bir gömlekle, yamalıklı bir pantolonu vardı. Yoksulluğunu ve garipliğini umarsamayan bir coşku ile davula ayak uydurarak sinsin meşalesinin etrafında dönüyordu... Bir eli arkasındaydı, öteki eli meşalenin ateşine uzanmıştı. Başı sağ omuzuna yatıktı, ayakları parmakları üzerine kalkıktı. “Huuu!” diyen, bir derviş gibi raksediyordu. Zurna, sanki ney olmuş, ilâhi bir musikinin hüzünlü havasını estiriyordu... Bu ilâhi esinti, önce gençliklerinin sinsinlerini özleyen yaşlıları duygulandırdı!... Fısıltılarla başlattıkları özgülerini, tâ Söğütözünde yankıyan alkışlara dönüştürdüler!...

Meşalenin çatırdayan alevleri karşısında kendinden geçercesine rakseden Deli Bekir, davulcu aptal Şakir’i coşturdukça coşturuyordu. Nasıl coşturmasındı ki, çeyrek yüzyılı bulan davulculuğunda böylesine oynayanı ilk kez görüyordu...

Gelgelelim Deli Bekir’in izleyenleri hayran bırakan bu oyunu, Çakırgilin Ali’nin oğlu Osman’ın yiğitliğine dokunmuştu. Var mıydı yabandan gelip delikanlılara meydan okumak?... Yumruklarını sıkmıştı, birden Deli Bekir’e vurup düşürecekti!Avına yaklaşan bir kedi gibi, adetâ sürünerek kalabalığı yardı ve ansızın yayından fırlayan ok gibi:

-Haaayt! diyerek, Deli Bekir’in üzerine atıldı.

Hani,“Her kuşun eti yenmez”di ya, bizim Osman da Deli Bekir’i yakalayıp yenemedi. Onun kıvrak ve hızlı hareketler, Osman’ı hem yoruyordu, hem de sinirlendiriyordu. Neredeyse inen her tokmak, davula değil de Osman’ın yüreğine vuruyordu!... Deli Bekir’in el, bel ve ayak hareketleri, oyunun güzelliğini sergiliyordu. Sinsinin kuralına uygun olarak icra-i sanat yapıyordu... Osman, avının bu oyununa pes etmeye edecekti ama, içindeki delikanlılık hırsını bir türlü yenemiyordu...

Ağaların ağası Şemsettin Ağa,Osman’ın imdadına yetişen ilk komutunu verdi:

- Sinsini durdurun!

Davul sustu. Osman’la Deli Bekir de durdular.

Şimdi tüm gözler,Osman’ı, Deli Bekir’i ve Şemsettin Ağayı izliyordu. Şemsettin Ağa, yanan sinsin ateşinin şavkında Osman’la Deli Bekir’in ellerini eline aldı. Sonra da Deli Bekir’in elini havaya kaldırarak sinsinin galibi ilân etti!...

Töremizde yenmek de vardı, yenilmek te...Yenilen yenenin elini, yenen de yenilenin alnını öperdi. O gece biraz farklı oldu. Osman,Deli Bekir’in elini öpmeye çalıştı, lâkin Deli Bekir öptürmedi. Ama, Deli Bekir Osman’ın alnından öperken söylemeden edemedi:

-Üzülme, bu bir oyun!..

3-

Kıvrılıp yattığı çorak damın üstünde, köpeklerin havlamalarıyla uyandı. Gece ile sabahın hasret giderdiği alaca karanlıkta oğuşturduğu uykulu gözleriyle nerede olduğunu birden kestiremedi. Damdan etrafına bakarken sinsinden kalan küllerin uçuştuğu harman yerini gördü. Dün geceyi hatırlamaya çalıştı:Alevli sinsin ateşini...Davul sesini... Tatlıya bağlanan oyunu...

Üzerine yorgan yaptığı serinlikten kurtulmak için ayağa kalktı. Yattığı dam, yerden epeyce yüksekti. İyi ya nasıl ve nereden çıkmıştı buraya?İpinden boşanmış bir at gibi, damın bir o yanına, bir bu yanına koşuyordu!Ama iniş yolunu bir türlü bulamıyordu. En iyisinin, ortalığın ışımasını beklemek olduğunu düşündü. Düşündüğü gibi yaptı. Uzaktan göz kırpan kentin lâmbalarının sönmesini ve gümüşü gökyüzünün tek tük kalan yıldızlarının kaybolmasını bekledi...

Gökyüzünden Dikmen tepelerine inen boz aydınlık, gele gele Balgat üstünü gümüşü bir renkle kaplarken, Lâz hocanın ezan sesiyle karışıyordu. Az sonra da hava ışıyınca, her şey olduğu gibi meydana çıkmıştı. Gübre yığınının dama ulaştığı yerden kolayca aşağıya indi. Koşuşan birkaç tavuktan başka, hiç kimse yoktu görünürde. Ancak, çamaşırhanenin yanına gelince görmüştü Şemsettin Ağa’yı. Kendine çeki düzen vererek, Ağa’nın ellerine sarıldı:

-Hayırlı sabahlar Ağam, dedi.

Ağa, sabah namazını kıldığı camiden geliyordu. Bitiremediği dualarıyla dudakları kıpır kıpırdı. Ama,Deli Bekir’i çabuk tanımıştı. Deli Bekir’in saçları dağınıktı, akşamın coşkusunu yitirmiş kara gözleri, umut bekleyişi içindeydi... Ağa, bu umudun:“Sıcak çorbana beni de ortak et!” deyişini, onun dilinden değil, bu kara gözlerinden duydu! Gariplerin, hele yoksul gariplerin, dillerinden çok, gözleriyle konuştuklarını iyi bilirdi...

Hafızasına hiç silinmemecesine kazılan dün geceki sinsin oyunu, korkusunu beter körüklemişti, Deli Bekir’in!...Ya dün geceki sinsin oyunundan alınmışlarsa!...Kimin yanına sığınırdı, kim bakardı yüzüne?... O, bunları düşünedursun, Ağa dostça yanaştı ona. Ağa’dan beklemediği bu davranışla kendine geldi.

-Sana da hayırlı sabahlar! deyişini, duydu Ağa’nın...

O sevgi bakışların altında çocukluğu yeniden canlanıyordu.Şımarmak geliyordu içinden...

Deli Bekir’in yüzünde kurduğu bu yeni dünya, Şemsettin Ağa’yı da içine aldı...

-Bize gidelim, çorbayı birlikte içelim! dedi, Ağa. Yanıtı bir başka oldu Deli Bekir’in. Elindeki çubuğu at yapıp üzerine bindi:“Deeeh!” diye, sürerek çeşmeye doğru hem koştu, hem seslendi:

-Elimi, yüzümü yıkar gelirim Ağam!...

Ağa, başını bir o yana, bir bu yana sallayarak söyleniyordu:

-Deli, n’olacak!...

Çift kurnalı pınarın bol suyunda, vücudun belden yukarısını iyice yıkadı. Kurulamadan gömleğini, çelik kesilen vücuduna giydi. Sonra da bir tay gibi hoplaya hoplaya, Ağa’nın ardından koştu...

Eve geldiklerinde kapıyı, Ağa’nın karısı açmıştı. Karşısında Ağa ile Deli Bekir’i görünce şaşırdı. Ağa, şaşıran karısına:

-Bu, bir garip! diye,Deli Bekir’i tanıttı. Deli Bekir’in yanaklarında sevinç gülleri gonca gonca açtı...

-Ver elini, öpem! dedi.

Ağa’nın karısı ellerini uzattı. Deli Bekir de öptü.O zaman Ağa’nın karısı bir hoş oldu. Buruk bir acının ıstırabını duyarak göğüs geçirdi. Sadece:

-Gel evlâdım, diyebildi.

Deli Bekir, çıplak ayaklarına bakarak çekine çekine:

-Ben girmeyim, aha şuracıkta oturayım, dedi.

Ağa ile karısı, birlikte direttiler:

-Olmaz öyle şey, içeri gir, dediler.

O da içeri girdi. Sedirin kapıya yakın köşesine oturdu. Az sonra kurulan yer sofrasına ilk kez başkaları ile bağdaş kuruyordu. Oysa bu güne dek ya bir ağıl köşesinde ya da bir ahır içerisinde verilen bir parça yavan ekmek ile bir çanağa doldurulmuş ılık ıççak çorbayı yalnız başına kaşıklamıştı...Çoğu kez konuk olduğu evlerin köpeklerine verilen yemek artıkları ile kemiklerin kokusuna imrenirdi; aralarına girip verilenlere ortak olmak isterdi... Belki de bunun için bütün bunların gerçek olduğuna inanamıyordu. Yoksa, sahiden deliriyor muydu ne?!!!

Ardarda gelen çorbalara ve bazlamalara “yeter” diyemiyordu. Karnını tıka basa doyuruyordu. Yedikçe ellerinin, kollarının, ayaklarının güçlendiğini hissediyordu. Gülmek, sevinç çığlıkları atmak geliyordu içinden...

Ağa’nın karısı, yeni ördüğü bir çift yün çorap ile bir de Ağa’nın eskitemediği yemenisini Deli Bekir’e verdi:

-Sağlıcakla giy! dedi.

Çoraplarla yemeniyi alarak, dış kapının eşiğine oturdu. Kendinden önce ayaklarının dillenip,“Yaşasın!” dediklerini duyuyordu sanki. Başını eğmiş, ayaklarını okşuyordu. Bayramlıklarını giydirir gibi çorapları ve yemeniyi özene, bezene giydirdi ayaklarına... Sonra da ayaklarına:

-Şımarıp da taşla, dikenle dalaşmayın haa, diyordu.

İçerde Ağa ile karısı, duydukları bu sözlerle bir yoksulun, oynadığı tek perdelik dramı seyreder gibiydiler. Karısı Ağa’ya, kaybolan yavrusunu yeni bulmuş bir ananın ıstırabı ile fısıldıyordu:

-Bu insancığı yanımıza alalım!

Düşünceleri ile duygularını yüzlerinde kümeleştiren bu iki insan, dış kapıya çıktıklarında Deli Bekir’i, bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevinç çığlıkları atarak koştuğunu gördüler.

Gittikçe uzaklaşan patırtılar ve sevinç çığlıkları, bu iki insanın merhametli bakışları altında eriyip gidiyordu...

4-

Toprağın ve ağaçların esvaplarını çıkardığı bir Sonbahar günüydü. Ağa’nın bahçesindeki ağaçlardan dökülen yaprakların nemli sarılığında, serçeler sanki mevsimin son dansını yapıyorlardı...

Birden bir kalabalık belirdi evin önünde. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği ile tüm Balgat’lılar, ellerinde bayraklarla Kâtip Ziya’nın peşisıra, davulların eşliğinde Onuncu Yıl Marşı’nı söyleyerek yürüyorlardı. Aslında bugün ne bayramdı, ne de düğündü. Halkın bunca coşkusu, kaldırılan köy mezarlığının sökülen taşları ile geceyi gündüze katarak yaptıkları okulun, açılış töreni içindi. Böylesi bir töreni Balgat’lılar, Kerim dayının söylediğine göre, yıllar öncesi bir ilkbahar günü yaşamışlardı. O gün, 1920 yılının 23 Nisan Cumasıydı. Yine böyle kadını, erkeği ile tüm Balgat’lılar, bayraklarla süsledikleri kağnılarla, at arabalarıyla Taşhan’daki Hacı Bayram Camiine gitmişlerdi.Orada Anadolu’nun dört bir yanından gelen muhteşem kalabalıkla genç Türk Devletinin başarısı için dualar etmişlerdi!...İlk kez mavi gözlü, güneş saçlı Mustafa Kemal’i orada görmüşlerdi!...

Çok geçmedi, açılan eller ve yaşlı gözlerle yapılan dualar,Allah katında kabul görmüştü. Sakarya’dan, Dumlupınar’dan ve İzmir’den sökün eden zaferler, üç yıl sonraki Sonbaharın 29Ekiminde“Cumhuriyet” olarak şahlandı!...

Gün geldi, tüm Türk insanı gibi Balgat’lılar da tüfeklerini bir zafer anısı olarak evlerinin duvarına astılar!Şimdiki savaşları cehaletleydi. İşte bunun için, yeni yaptıkları okullarıyla sevinçliydiler, gururluydular!...

Bu yeni savaşçıların içinde Deli Bekir de vardı. Ak yakalı önlük giyecek kadar küçük değildi ama, okumaya ve yazmaya onlar kadar istekliydi... İsmail Eğitmene:“Beni de okula al!Sınıfınızı süpürürüm, tahtanızı silerim, sobanızı yakarım!” diyordu. İsmail Eğitmen,Deli Bekir’i kırmadı, onu da yaşlıların okuyacağı gece okuluna yazdı.

5-

Gözleri ışıl ışıldı Deli Bekir’in. Kara gözlerinde şimdi ne aş, ne ekmek, ne de giysi vardı.Belki şaşıracaksınız ama, onun gözlerinde sadece, evet sadece kitap ve kalem vardı.O da katılıyordu, avazı çıktığı kadar“Çıktık açık alınla” diyerek, söylenen Onuncu Yıl Marşına!...O, bu marşı söylerken kinden gözleri dönmüş biri geldi yanına, ağzındaki sigarayı yüzüne tüttüre tüttüre:

-Öte çekil! dedi.

Hızla iteledi onu!Deli Bekir, kara gözleriyle mahsun mahsun baktı ona. Sonra kara gözleri, kibrit gibi alev alev yandı. Boğazı, sıkılmışcasına kesik kesik soludu...“Savaş hepimizin!” diyecekti, diyemedi. Çekildi...En arkada, çıktığı bir taşın üstünden, garip garip izliyordu kalabalığı...

İsmail Eğitmen, okul kapısından Deli Bekir’i görüvermişti. Ökseye tutulan serçe gibi tutulmuştu gözlerine!Deli Bekir’e bakıyordu. Birden kimilerinin beklemediği bir şeyi yaptı İsmail Eğitmen:

-Bekir Çileli!

Diye, önce onun adını okudu. Ama Deli Bekir,“Buradayım” demekten korkmuştu. Zaten oradakiler de bu adı ilk kez duyuyorlardı. Meraklı gözlerle aradıkları Bekir Çileli’yi, az sonra Deli Bekir olarak görünce,Eğitmen İsmail’in şaka yaptığını sandılar. Şaka olmadığını anlayan birkaç kişi:

-Okul mu açıyoruz, yoksa tımarhane mi?!

Diye, bağırıyorlardı. Şemsettin Ağa elini havaya kaldırınca süt dökmüş kediye dönüp sustular. Cahilliğin ne acımasız, ne kötü olduğunu,Ağa iyi bilirdi... Nitekim, lâf atanları görmemezlikten gelip, olanları şaşkınlıkla ve korkuyla izleyen Deli Bekir’i kucakladı, öptü. Sonra da ona:

-Hayırlı olsun! dedi.

Deli Bekir, tam “sağol” diyecekti ki bet sesli bir adam, bağırdı:

-Bunun neresi hayırlı be? dedi.

Bütün başlar, bet sesli adama çevrildi. Bu, Çakırgilin Ali’nin oğlu Osman’dı! Kirli sarı dişlerini sergileyerek sırıtıyordu:

-Ben bu okula gidip, bir deli ile aynı sıraya oturamam!... diyordu.

Kâtip Ziya,Eyüp Efendi, Ömer Efendi ve karakol komutanı Onbaşı Kaya, Osman’ı karga tulumba kalabalığın içinden çıkardılar.

İsmail Eğitmen, gece okuluna devam edeceklerin adlarını tekrar okumaya başladı. Dedeler ile nineler de vardı okunanların içinde!...Buna karşın Deli Bekir rahat değildi? Osman’ın çizdiği tablo, gözleri önüne geldikçe, gizli bir korkunun etkisi ile ürperiyordu!Kendi kendine:

-Ağa da olmasaydı, hâlim perişan olurdu, diyordu.

O gece, yaşlılar okulunun öğrencileri petrol lâmbalarının aydınlattığı sınıfı doldurmuşlardı. Deli Bekir, en arka sıraya oturmuş, etrafını ürkek bakışlarla izliyordu. Korku ve sevincin güreş tuttuğu kara gözlerinde, korku baskın çıkarak dolu dolu yaşlara dönüştü!Elmacık kemikleri üzerinde toplanan göz yaşlarından birkaç damla, sarı yapraklı defterinin üstüne düşünce, yandaki sırada oturan Bekçi Salih’in dikkatini çekivermişti. Ona baktı baktı derinden çekti göğsünü... Yaşlı gözleri, konuşamayan dilinin tercümanı oldu...

Yaşadıkça kim bilir daha neler görecekti?Ömür, derelerde akan suya benzerdi!Bazen berrak, bazen de bulanık akardı... O, bu derelerin akan berrak suyu olmak için çobanlık yaptığı tepe ve düzlüklerde günlerini, okulda öğrendiklerini tekrar ederek geçiriyordu.

Kendini büsbütün okumaya vermişti. KâtipZiya’nın arada bir verdiği gazeteleri, akşamları Ağa’ya okurdu.Onun bu hevesine katılanlar, onu kitapsız bırakmıyorlardı...

Günler, Deli Bekir’in hevesini kursağında bırakan olaylarla doluydu. Bunların başında da devam eden İkinci Dünya Savaşı geliyordu. Ülkemiz,İkinci Dünya Savaşı’nın ateş çemberi içinde kalmıştı. Savaşa girmemiştik ama, savaşın tüm sıkıntılarını yaşıyorduk... Ekmek karneliydi. Gaz ile şeker hem pahalıydı, hem de zor bulunuyordu. İşte, gazın lâmbalarda son damlasının yakıldığı bir geceydi. Sınıfta kala kala bir lâmba kalmıştı. O gece tek lâmbanın fersiz ışığında, 3. sınıfın okuma kitabındaki “Balkabağı ile kozalak” parçasını, Deli Bekir okuyordu. Sınıfın duvarlarında yankıyan sesini, dışarıdan duyanlar, Eyüp Efendi’nin bataryalı radyosundaki gece haberlerini okuyan spikerin sesini sanırlardı...Sesi o kadar düzgün, o kadar hoş geliyordu duyanların kulağına...Nitekim bu ses, o gece okula habersiz gelen Gezici Başöğretmeni daha sınıfa girmeden yanıltmıştı. Yanındaki karakol komutanı Kaya Onbaşı’ya bu yüzden:

-Sınıfta radyo mu var?demişti.

Aslında Kaya Onbaşı da ilk kez duyuyordu bu sesi. Şaşkın şaşkın:

-Balgat’ta sadece bir radyo var, o da Eyüp Efendi’lerde, diyordu.

Girdikleri sınıfta bambaşka bir manzara ile karşılaştılar. Koca sınıfta yanan bir petrol lâmbası vardı. Bu sarı cılız ışıkta görebildikleri, okumaya yeni başlayanların yüzleriydi. O yüzlerde, yeni Türk Ulusunun ruhunu okuyordu sanki...Başöğretmen, “Bu savaş, ancak bu ruhla kazanılır.” diye, geçirdi içinden. Kaya Onbaşı ile birlikte, bu savaşçıların arasına oturdular. Deli Bekir, kaldığı yerden yine okumasına devam etti...

Deli Bekir’in sesi de, okuyuşu da çok güzeldi. Başöğretmen yanına gidip, onu kucakladı.

-Senin adın ne?dedi.

O, herkesin kendisini çağırdığı adı söyledi:

-Deli Bekir!

Başöğretmen, hiç bozuntuya vermeden:

-Demek Deli Bekir?

Diye sorunca,Yanıtı Eğitmen İsmail verdi:

-Bu, halkın ona verdiği ad, asıl adı Bekir Çileli...

Bu kez Başöğretmen, Kaya Onbaşı’ya döndü:

-İşte ortak yanımız, diyordu. Er olur Çanakkale’de İngiliz donanmasını batırarak, deli olur okulda cehaletle savaşarak dünyaya parmak ısırtırlar... İşte biz bunlarla varız, bunlar sayesinde sırtımızı yere getiremezler!...

Eğitmen İsmail’e:

-Bekir’in en kısa zamanda Millî Eğitim Müdürlüğüne getir, dedi.

Deli Bekir, o gece sabaha kadar uyumadı. Sabah olunca yine koyunları önüne katıp, Kuyucak mezrasının yolunu tuttu.

Sadık köpeği Karabaş, bacakları arasına giriyordu. Bıraksaydı elini, yüzünü yalayacaktı. Karabaş’ın gözlerinde kendini görüyordu sanki. Ayrılacaklarını anlamış mıydı ne?Vıyanklayıp duruyordu... Karabaş’ın bu hâli, yüreğine ok gibi saplanıyordu. Ağlayacak gibi oldu, Karabaş’ın başını göğsüne dayadı. Sonra gözü önünde alabildiğine uzanan boz toprağa, küme küme bulutların kapladığı gökyüzüne, çıplak ağaçlara ve kanat çırpan kuşlara bakıyordu. Onlara “Allahaısmarladık” demek geliyordu içinden...

Güneş, tepesinin üstüne gelince, o da kurnasından ipince bir suyun aktığı minik pınarın yanına oturdu. Azık torbasından çıkardığı bir topak kel peyniri, bazlamasına katık ederek, hem kendi yedi, hem de Karabaş’a verdi. Sonra da bir türkü tutturdu:“Anam anam garibem” diye. Sonbahar güneşi gariplere türkü söyletirdi... Gariplerin kanları fıkır fıkır kaynardı bu türkülerle...O, bu türkülerle büyüdü hep...

Gece öğrendiklerini, kitabından okumayı, defterine de yazmayı unutmadı...

Saatler ilerledikçe, güneş de Polatlı’nın erken kar yağan tepeleri ardına iniyordu. Karabaş sürüyü toplamak için sağa, sola koşmaya başladı. Az sonra da yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzayan ince yoldan Balgat’a gidiyorlardı. Onların, bugün de Şemsettin Ağa, çamaşırhanenin yanında karşıladı. Bu kez, kuru bir“hoş geldin”le geçiştirmedi, sarıldı ona...Elele birlikte gittiler eve...

O gece yıkandı, tertemiz oldu.

Ertesi gün, erkenden uyandı. Ağa’nın karısının hazırladığı çamaşırları ve giysiyi giyince bambaşka bir Bekir olmuştu. Onu bu hâliyle görenler, bayramlıklarını giydiklerini sanacaklardı. Nitekim Ağa’nın karısı, nazar duasını okuyup yüzüne üflemişti...

Camgöz’ün faytonuna Ağa ve İsmailEğitmen’le birlikte bindiler.Sevinçle hüznün karıştığı gözleri, ilk kez ayrılığın yaşlarıyla doluydu...Ağa’nın karısı, onu son kez alnından öptü:

-Allah’a emanet ol! dedi.

Ve hıçkırıklarını zor tutarak, elindeki kovadaki suyu, hareket eden faytonun arkasından dualarla döküyordu...

O akşam, Şemsettin Ağa ile İsmail Eğitmen, Balgat’a Deli Bekir’siz dönmüşlerdi. Sabaha kalmadı Deli Bekir’in Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gittiği haberi,hızla yayılmıştı. Küçük, büyük tüm Balgat’lılar, günlerce ondan söz ettiler.

-Deli Bekir öğretmen olacakmış!

-Demeeeee?!...

-Varsın Çakırgilin Ali’nin oğlu Osman, onu beğenmesin.

-Artık Osman kına yakar!

-Eğitmen İsmail,Deli Bekir gitti, okulun tadı kaçtı, demiş.

-Doğru demiş...

Balgat’lıların bir rüya gibi yaşadıkları Deli Bekir, kışın köy odasında, baharın tarlada, yazın harmanda kâh destan oldu söylendi, kâh masal oldu anlatıldı. O arada AraplarınCemile, anasına dayatıverdi:

-Ben nişanı bırakacağım! diye.

-Aptal olma kız, Çakırgilin Osman’dan iyisini mi bulacaksın?

Dediyse de anası, dinletemedi sözünü...

-Ben cahil adamla evlenmek istemiyorum, hem ben okumak istiyorum! diyordu.

Cemile dediğini yaptı. Bir gün erkenden bohçasını da alarak, Samanpazarındaki halasına kaçtı!Anası oldu, babası oldu; Çakırgilin Osman altın bilezikler, tarlalar vadetti Cemile’yi Balgat’a getirtemediler...

Balgat’lıların dilinde Deli Bekir’den sonra, bir de Arapların Cemile söylenir oldu...

Gün geldi çocuklar büyüdü, büyükler büsbütün kocadı. Günler geçtikçe söylenenler yeni yeni olaylarla külleniyordu. Balgat okulu beş sınıflık oldu. İsmail Eğitmen gitti, yerine baş öğretmen geldi. Balgat gittikçe köylülüğe vedâ ediyordu...

İşte olayların birbirini kovaladığı günlerden birinde, yine bir Sonbahar gününde Balgat okuluna bir taksi gelmişti. Ak yakalı çocukların çığlıklar atarak koştukları bu taksiden lâcivert giysili bir erkekle gri tayyörlü bir bayan indiler. İkisi de bu çocuk cıvıltıları içinde okula girdiler. İkisi de hem heyecanlı, hem sevinçli, hem de hüzünlüydüler. Pırıl pırıl bir sonbahar güneşinin altında bambaşka bir Balgat’ı görüyorlardı. O zaman da ikisi, içlerinden, taa içlerinden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyorlardı...O gün ikisi de okula, ayrı ayrı sınıfların öğretmenleri olarak girmişlerdi...

Akşam okuldan çıkınca, elele tutuşup Şemsettin Ağa’nın evine gittiler. Onları, Ağa’nın evinde Karabaş karşılamıştı. Havlamadığı gibi kuyruğunu sallıyordu onlara...Bu kez kapıyı ak sakallı bir adam açmıştı.

-Buyurun, diyordu.

Cami yıkılsaydı da mihrabı yerindeydi!Tanıdılar onu. Birlikte boynuna sarılıp:

-Ağam, canım ağam! dediler.

Ağa birden afalladı. Sonra da:

-Bekir!...Bekir’im benim! diyordu.

Seslere Ağa’nın karısı da geldi.O da sarıldı:

-Deli Bekir, sen ha?Maşallah!...Maşallah!.. diyordu.

Ama ne Ağa, ne de karısı, Deli Bekir’in yanındaki bayanı görmüyorlardı sanki. Sonunda bayan:

-Ben de Arapların Cemile’yim, demek zorunda kaldı.

Şemsettin Ağa, acı acı gülümsüyordu. Yıllar önceki sinsin oyunu geliyordu gözleri önüne... Sonra Osman’ın kini...

Asıl oyun, şimdi oynanıyordu... Çakırgilin Ali’nin oğlu Osman, yine kaybediyordu...