İçindekiler

° Editör

° Avrupa Birliği Sürecinde Eğitimi Etkileyen Faktörler / Adil TÜRKOĞLU

° Hollanda Eğitim Sistemi ve Sınıf Öğretmeni Yetiştirmede Aktif Bir Model / Ayfer KOCABAŞ

° Kariyer Rehberliği ve Kariyer Danışmanlığı Açısından Federal Almanya ve Türkiye' deki Hizmetler / Emel ÜLTANIR

° Türkiye ve Avrupa Birliği Ülkelerinde Öğretmen Eğitiminde Yapısal Düzenlemeler ve Öğretmen Adaylarının Seçimi / Mustafa SAĞLAM - Dilruba KÜRÜM

° Avrupa Konseyi Dil Projesi ve Türkiye Uygulaması / Özcan DEMİREL

° AB Ülkelerinden Portekiz ve İspanya Eğitim Sistemlerinin İncelenmesi ve Türk Eğitim Sistemi ile Karşılaştırılması / Semra ÜNAL - Esma ÇOLAK

° AB Sürecinde Rasyonel Eğitime Geçiş: Vizyon ve Misyon / Yunus A. ÇENGEL

° Türk Eğitim Sistemi ile Avrupa Birliği Ülkelerindeki Hümanist-Demokratik Eğitim Modelinin Karşılaştırılması / Yusuf Gürcan ÜLTANIR

° Avrupa Birliği Ülkelerinde Yeni Eğitim Politikaları Yaşam Boyu Öğrenme / Ahmet MAHİROĞLU

° Avrupa Birliğine Giriş Sürecinde Türk-Alman Eğitim Sistemlerinin Karşılaştırılarak Değerlendirilmesi / Kemal TURAN

° Avrupa Birliği Ülkelerinde Okul Öncesi Eğitimin Gelişimi ve Mevcut Durumu / Mehmet ARSLAN

° Türk ve İngiliz Eğitim Sisteminde Matematik Eğitiminin Karşılaştırılması / Ali DELİCE

° Fransa' da Yüksek Öğretimin Örgütsel Yapısı: Paris Akademisi Örneği / Eriman TOPBAŞ

° Türk ve İngiliz Öğretim Programlarının Bilgisayar ve İnternet Okur Yazarlığı Açısından Karşılaştırılması / Nesrin ÖZDENER - Murat ÖZTOK

° Avrupa Birliğine Üye Ülkelerde Beslenme Eğitimi ve Türkiye İçin Öneriler / Nurhan ÜNÜSAN

° Meslek Liseleri-İşletme İşbirliğince Yürütülen Meslek Öğretimine Farklı Bir Bakış Açısı: Yapı Eğitiminde Fransa Örneği / Oktay Cem ADIGÜZEL

° AB Sürecinde Eğitim ve Eğitimin Ekonomiye Etkisi (Türkiye-Avrupa Analizi) / Zahide Ayyıldız ONARAN

° Avrupa' da Anadili Öğretimi Türkçe ve İngilizce Anadili Ders Kitaplarının İncelenmesi ve Karşılaştırılması (Kuzey İrlanda, İskoçya ve İngiltere Örneği) / Z. Canan KARABABA

° Ülkemizde İlköğretim Ders Yılının Diğer Bazı Avrupa Ülkeleriyle Karşılaştırılması ve Farklı Uygulamalar / Asım ARI

° Türkiye' de Eğitimin Sosyal Faydaları: Türkiye-AB Karşılaştırması / Figen EREŞ

° Avrupa Birliği ve Türkiye Eğitim Politikalarında Bilgi ve İletişim Teknolojileri ve Mevcut Uygulamalar / Mustafa BAYRAKCI

° Avrupa Birliğine Uyum Sürecinde Öğretmen Niteliklerinde Yeni Bir Boyut: Bilgi Okur-Yazarlığı / Abdullah ADIGÜZEL

° Avrupa Birliği Ülkelerinde Okul Yöneticileri / Ali ERDEN - Hale ERDEN

° Avrupa Birliği Yüksek Öğretim Alanı ve Yüksek Öğretimde Kalite Çerçevesinin Belirlenmesi / Berna ARSLAN

° Fransa, İngiltere ve Almanya Eğitim Denetimi Sistemlerinin Yapı ve İşleyişi / Hilmi SÜNGÜ

° Türkiye ve AB' de Endüstriyel ve Teknik Okullara Yönlendirme / Necat ÜSTÜN

° Yayın İlkeleri

 

 

Yunus A. ÇENGEL
* Prof.Dr.; Nevada Üniversitesi, Nevada, ABD (yunus@scs.unr.edu)
© 2005 T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığı
URL: http://yayim.meb.gov.tr
Yorum, öneri ve yazılarınız için;
E-posta: med@meb.gov.tr

AB SÜRECİNDE RASYONEL EĞİTİME GEÇİŞ: VİZYON ve MİSYON

 


Özet

Dünya başdöndürücü bir hızla değişiyor. Bu değişimin motoru hiç kuşkusuz bilim ve teknolojidir. Bilim ve teknolojiye hakim olanlar refah, kuvvet ve itibara sahip olmaktadırlar. Bismarck'ın dediği gibi “Okullara sahip olan ülke, geleceğe de sahiptir.” Bugünün değil de dünün ihtiyaçlarına göre eğitilmiş olmak bir bakıma eğitimsiz olmaktır ve diplomalı eğitimsizler yetiştirmek bir eğitim sisteminin gayesi olamaz. Eğitim sisteminin her kademede (okul öncesi, ilk öğretim, orta öğretim, üniversite) evrensel değerlere ve bireysel beklentilere uyumlu ve ülkenin ihtiyaçlarına cevap vermeye odaklı bir hedefi olmalıdır. İçinden geçmekte olduğumuz AB süreci, gerçek hayattan kopuk ve değişime bazı yönleri ile kapalı eğitim sistemimizi objektif olarak değerlendirmek ve modern dünya standartlarına çıkarmak için mühim bir fırsat sunmaktadır. Bu fırsat, eğitimin gayesizlik, önyargı, ve hantallıktan çıkarılıp akıl ve bilimin hükmettiği rasyonal bir platforma oturtulması için iyi kullanılmalıdır. İşe ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, neyi hedeflediğimizi sorguluyarak, yani tek tek karelerle uğraşırken tüm resmi hiçbir zaman gözardı etmeyerek başlamak lazımdır.

Anahtar Sözcükler: Eğitim, vizyon, misyon, reform, bağımsız düşünce

Giriş

Modern dünyada eğitim sisteminin mühim bir özelliği; dinamik, esnek, ve değişime açık olması, ve hızla değişebilmesidir. Hızla değişen dünyamızda ihtiyaca cevap verebilmek için bunun zaten böyle olması gerekir. Bu da ancak eğitimin hantal ve duyarsız merkeziyetçi yapıdan kurtulup büyük ölçüde yerelleşmesi ile mümkündür. Çağımızda insanları ve ülkeleri iki guruba ayırmak mümkündür: Bu değişim trenine binip öncülük eden ve değişime ayak uyduranlar ve bu değişim fırtınasını henüz idrak edemeyip kenarda şaşkınlıkla olayları seyrederek korku içinde savunma pozisyonu almaya çalışanlar. Neticede çağı yakalayanlarla kaçıranlar arasındaki mesafe gittikçe büyümekte ve aralarındaki uçurum derinleşmektedir.

Eğitim kurumları sadece öğretim, yani bilgilendirme değil aynı zamanda da eğitim yani davranışları değiştirme, kişisel gelişim ve beceri kazandırma kurumlarıdır. Einstein'in ifade ettiği gibi “ Eğitim, kişi okulda öğrenilen herşeyi unuttuğu zaman kalan şeydir. ” Whitehead, eğitimin beceri boyutuna dikkatleri çeker: “ Eğitim bilgiyi kullanma sanatını tahsil etmekdir .” Aristotle, eğitimin neticelerini ön plana çıkarır: “ Eğitimin kökleri acı, ama meyveleri tatlıdır. Eğitim, yaşlılık için en iyi tedariktir. ” Eğitimli kişiler yerlerinden kımıldıyamayacak hale bile gelseler, hayal hissinin de yardımıyla durdukları yerde muazzam ilim alemlerinde gezerler ve nezih bir haz alırlar. Eğitime sadece daha yüksek maaş alabilmek için bir araç olarak bakanlar veya mali durumu iyi olduğu için üniversiteye gitmeye gerek görmeyenlerin bu mesajı iyi algılaması lazımdır. Mevlâna, bakış açısı kazandırılmasının önemine vurgu yapar: “ Sen bakmasını bil de dikende gül gör! Dikensiz gülü herkes görür. ” Kişi tahsil hayatı boyunca saadet kaynağı olan bu veciz ifadeyi özümsüyebilse ve dikene bakınca gülü görebilmeyi hayatının parçası haline getirebilse, bu bile tek başına azımsanmayacak bir kazanımdır. Neticede eğitim, genç dimağ hammaddesine katma değer ilave etme sanatıdır.

Vizyon ve Misyon

Dünyada aklı başında hiçbir kişi veya kuruluş sebepsiz yere bir şey yapmaz ve karşılığında ne alacağını bilmeden ve hesabını yapmadan para yatırmaz. Bir kaç kişi istihdam eden bir firma dahi belli bir gaye için kurulur ve belli hedefleri vardır. Firmanın tüm birimleri ve çalışanları, tek bir vücudun azaları gibi üzerlerine düşen görevleri heyecanla yerine getirirler. Sundukları mal veya hizmetin en yüksek kalitede olmasına özen gösterirler. Müşteri memnuniyetini esas alıp, değişen piyasa şartlarını yakından takip ve adapte ederler. Harcanan her kuruşun muhasebesi yapılır ve hedeflere ne derece yaklaşıldığı düzenli olarak kontrol edilir.

Küçük bir firma için durum böyle iken, yüzbinlerce kişiyi istihdam eden ve milletin milyarlarca lirasını harcayan bir kuruluşun işinde gayesiz ve hesapsız olması, kaliteye kayıtsız ve piyasa ile değişen dünya şartlarına duyarsız kalması düşünülemez. Ama Türkiye, belki de fazla düşünmediğimizden olacak, “düşünülemez”lerin düşünülmeden rahatça yapılabildiği ülkelerden biridir. O yüzden de dünya gelişmişlik sıralamalarında mahçup edici yerlerden bir türlü kurtulamıyor. Umid edilir ki AB sürecinde Türkiye'nin tüm kurumlarında eskiden kalma alışkanlıklar bırakılıp akıl ve bilim ışığında yeni bir yapılanmaya gidilir.

Modern dünyada resmi veya özel her kuruluşun yaptığı ilk şey, vizyon ve misyon 'unu belirlemesi, yani “gelecekte ne olmayı amaçladığını” ve “bu amaç doğrultusunda neyi nasıl yapacağını” genel ifadelerle tayin etmesidir. Misyon ifadesi bazen vizyonu da içine alır. Ciddi tüm firma ve kuruluşlar, özel ve resmî eğitim kurumları dahil, vizyon ve misyonlarını ilan ederler. Tüm çalışanların da bu genel tabloyu benimsemiş olmasına özen gösterilir. Vizyon, tüm çalışanların önlerini görmesini sağlayan bir ışıktır. Vizyon, insanları kendine çekip aynı istikamete yönlendiren bir manyetik kuvvet gibidir. Kutupları uyumsuz mıknatısların birbirini ittiği gibi, vizyon da kendisiyle uyumsuz kişileri dışarı iter ve uyumlu bireylerden kuvvetli takımlar oluşmasını sağlar. Bir kuruluşun alt birimlerinin misyonu kuruluşun, kuruluşun misyonu da bir üst kuruluşun misyonunu destekler mahiyette olmalıdır. Misyon ifadesi, şu konularda net taahhütler içermelidir (Vision and Mission Statements, ACIG , 2000):

Amaç : Kuruluş faaliyetlerinin mahiyeti ve kapsamı, temel hedeflere nasıl ulaşılacağı. Mesela bir eğitim kurumu için, mezunlarının hedeflenen profili nedir?Bu nasıl başarılacaktır?

Fark : Kuruluşu benzer konularda faaliyet gösterenlerden ayrıştıran özellikler. Mesela bir özel okul, diğer özel ve resmi okullardan hangi noktalarda ve nasıl ayrılmaktadır?

Taahhütler : Kuruluşla ilişkisi olan ve iş yapanlara sunulacak hizmetler. Mesela bir eğitim kurumu, öğrencilere ve ailelerine, öğretmenlere, ve topluma neleri vadediyor?

Değer Ölçüleri: Kuruluşun temel prensip ve öz değerleri ve felsefesi çalışanlar arasında gaye ve yaklaşım birliği sağlamak için önemlidir.

Elbette vizyon ve misyon ifadeleri, “bizim de var” demek için veya bir fomaliteyi yerine getirmek için hazırlanmaz. Başkalarına göstermek için yazdırılıp dosyalanmış ve hayata geçirilmemiş vizyon ve misyon ifadelerinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü kâğıt üzerindeki ifadeler bir iş yapmaz; işi insanlar yapar. Demek kurumun vizyon ve misyonunun hayata geçirilebilmesi için çalışanların bu ifadeleri benimsemesi. mânâlarını özümsemesi ve onları yaşaması lazımdır. Bu da çalışanların kurumsal vizyon ve misyon ruhuyla hareket etmelerini ve bir takım ruhuyla çok bedenli bir ruh gibi çalışmalarını gerektirir. Aksi taktirde alt birimler ve hatta bireyler kendi kısır ajendalarını misyon edinirler, birbirlerinden ve dünyadan koparlar ve gayesizlik içinde koşuştutup dururlar. Güçlü bir devletten ziyade birbirleriyle didişen derebeylikleri andıran böyle bir ortamda, tüm kaynak ve kabiliyetler israf olur, geleceğe bakış karamsarlaşır ve hayat söner.

Başta ABD olmak üzere modern dünya ile Türkiye eğitim sistemleri arasındaki en temel fark, vizyon ve misyon yoksunluğudur. Yani neyi niçin yaptığımızı bilmeyişimiz ve bunu yeterince sorgulamamamızdır. Zaten Türkiye'de yıllardır şikaâyet edip durduğumuz ve değiştirmeye çalıştığımız “ezberci” sistemin aslında özü budur. Yani neyi niçin öğrendiğini, bilgilerin nerede ne işe yarayacağını bilmemektir. Yoksa faydalı bilgileri kalıcı bir şekilde hafızaya yerleştirmek gayet güzeldir. Güzel olmayan, bilgileri ruhsuz bir şekilde sınavlarda kullanılmak üzere hafızaya depolamaktır.

Bizde eğitim sistemi genel olarak hâlâ körü körüne ezberciliğe ve bilgi yüklemeye yani öğrenciyi robotlaştırmaya dayalı iken, ABD'de sistem düşünmeye, sorgulamaya, öğrencinin hayal gücünü ve yaratıcılığını teşvik edip geliştirmeye ve çok öğrenmekten ziyade öğrenilen bilgileri kullanıp özdeştirmeye dayanır. ABD'de çok şey ezberleyip bilgisi ile ne yapacağını bilmeyen kişiye değil, az da olsa bilgisi ile ne yapılabileceğini bilen “düşünen”, “sorgulayan”, ve “hayal eden” kişilere değer verilir. Çünkü bilgisayarlar da bilgi yüklü, ama onların bile ancak “düşünen” kişilerin elinde bir değeri var. Bir eğitim sisteminin misyonu genç ve heyacanlı dimağların heyecanını söndürüp onları köhne bilgi depolarına çevirmek, kalıplaşmış sınavlarla kalıplaşmış bilgileri ölçmek ve sınav geçme konusunda yeterince “uzman” olmuş kişilerin eline de bol imzalı bir “aferin” kâğıdı vermek olamaz. Önümüzdeki eğitim yılından itibaren ezberci eğitim terk ediliyor ve okullarımızda daha çağdaş bir eğitime geçiliyor. Değişim için iradenin ortaya konmuş olması gayet ümit vericidir. Umarız öğretmenler de bu yeni yaklaşıma uyum sağlarlar ve ezberci eğitim maziye karışır.

Misyonların Hayata Geçirilmesi

Bir kurumun güzel bir vizyon ve iddialı bir misyon oluşturmuş olması tek başına birşey ifade etmez. Bunların hayata geçirilmesi lazımdır. Bu da planlamayı, ara hedeflerin konmasını, periyodik değerlendirmeleri, ve objektif ölçümler yapılmasını gerektirir. Bu tür rasyonel yaklaşımlar Türkiye'de pek yaygın değildir, ama AB sürecinde bunların tüm kurumlarda rutin hale gelmesi lazımdır. Şu dört hususa bilhassa itina göstermek gerekir:

Stratejik plan; Kurumun vizyon ve misyonunu gerçekleştirebilmek için hangi programların uygulamaya konulacağını göstermek için hazırlanan bir plandır.

Temel Başarı Faktörleri; İyi yapıldığı taktirde kurumun başarısını temin edecek etkenlerdir. Bunlar, kurumun vizyon ve misyon ifadelerine bakarak tanımlanabilir ve listelendirebilir.

Temel Performans Göstergeleri; İlerleme miktarını belirlemek için alınan belirli ölçümler ve yapılan hesaplamalardır. Uygun ölçümlerle temel başarı faktörlerinin performansı takip edilebilir.

Hedefler; Performans değerlendirmelerinde ulaşılmaya çalışılan noktalardır. Hedefler temel başarı faktörleriyle doğrudan ilgilidir. Vizyon ve misyonu desteklemek için hangi zaman aralıklarında ne tür başarılara ulaşılması arzu edildiğini gösterir.

Bu tür planlar ve hedefler, kurumla beraber kurumun alt birimleri için de belirlenmeli ve periyodik olarak değerlendirilmelidir. Milletin harcanan her kuruşunun hesabı verilmeli ve öğrencinin okulda geçirdiği her saatinin karşılığı gösterilmelidir.

Her öğretmen verdiği ders ile işe başlıyabilir. Daha dersin başında o dersteki misyon açıkça ve yazılı olarak belirtilmeli ve şu sorulara cevap verilmelidir: Bu ders müfredata niye konmuştur? Diğer derslerle ilişkisi nedir, hangi boşluğu doldurması amaçlanmaktadır? Öğrenci bu dersi tamamlayınca hangi yeni bilgi ve becerileri kazanacaktır? Bu, hangi yaklaşımlarla yapılacaktır? Ders, öğrencinin kritik düşünme, yaratıcılığını geliştirme, iletişim, takım çalışması, etik davranış, bireysel gelişim vs becerilerine nasıl katkıda bulunacaktır? Dersin hedefine ne miktarda ulaştığı nasıl ölçülecektir?

Benzer sorular her sınıf için, tüm ilkögretim ve de orta ögretim için, üniversiteler için ve üniversitedeki her fakülte ve bölüm için sorulmalıdır. Mesela üniversitelerin temel misyonu ögrencileri değişik sahalarda eğitmek, entellektüel bir birikim sağlamak, bilimi geliştirmek ve uzmanlık kaynağı olarak topluma hizmet vermektir. Üniversiteler, temel ve uygulamalı araştırmaları ve piyasayla yakın işbirliği yapmasıyla ülkelerin ekonomik gelişiminde ve refah seviyesinin yükselmesinde merkezî bir rol oynarlar. Her üniversitenin her bölümü en azından, mezunlarının ne kadarının iş bulduğunu ve bu işlerin aldıkları eğitim ile ne kadar alakalı olduğunu belgelemelidir. Ayrıca kendi mezunları ve işverenlerle temas içinde olup, alınan geridönüşüm bilgileriyle programını geliştirmelidir. Yani bir kurum halkın parasıyla ne yaptığını hem kendisi görmeli, hem de hizmet verdiğini iddia ettiği kesimlere gösterebilmelidir ki halk dev bütçeli bu kuruluşlara harcanan paraların kendisine hizmet olarak geri geldiğini görsün ve onları desteklemeye devam etsin.

Mesela üniversitlerde akademik bir bölümün misyonunu icra edebilmesinin ilk şartı bölümdeki öğretim üyelerinin bu misyonu benimsemeleri ve aynı vücudun elemanları gibi uyum içinde çalışabilmeleridir. Bu da bölüme yeni öğretim üyesi alım kararlarında en etkin rolün – başkan ve üyeleri ile birlikte – bölüm tarafından oynanmasını gerektirir. Fakülte ve üniversite idarecilerinin de alınacak yeni üye hakkındaki görüşleri elbette önemlidir. Ancak nihai kararda en büyük ağırlık bölümün görüşüne verilmelidir. Çünkü biriminde uyumsuzluk yaratan bir eleman tüm birimin performansını olumsuz yönde etkiler ve misyonunu yerine getirmesinde bölümüne destek yerine köstek olur. Bu durumda bölüm başkanından hesap da sorulamaz, çünkü bölümün çarkına çomak sokan başkalarıdır ve onlar çomağın yarattığı hasarı göremeyecek kadar da uzaktadır. Yeni öğretim üyesi de işe girmesinde söz sahibi olmayan bölüm başkanı ve üyelerine karşı vefa borcu duymaz ve onlarla kenetlenme ihtiyacı hissetmez. Sonunda bölüm bir “birlik” olmaktan çıkar ve her öğretim üyesi kendi başına ancak birey çapında küçük işlerle meşgul olur. Bölüm başkanlığı da yetkili ve sorumlu misyon temsilciliğinden yetkiden yoksun sekreterlik görevi yapan silik bir “memur” pozisyonuna indirgenir. Artık orada bölüm değil bölümcükler, devlet değil derebeylikler vardır.

Türkiye'de sistem güvensizlik ve şişirilmiş evham üzerine kurulduğu için burada akla şöyle bir soru gelebilir: Yeni öğretim üyesi alımında esas yetki bölüm ve bölüm başkanına verilirse, ehliyetten ziyade ahbap-çavuş ilişkileri devreye girmez mi? Misyonu esas alan ve doğru işleyen bir sistemde bu olamaz, çünkü bölümün performansının düşmesini netice verir ve bunun hesabı da önce bölüm başkanından sorulur. Nasıl bir müdür veya işveren kendisinin ve firmasının geleceğini riske atıp ehliyetsiz kişileri işe alamazsa, bölümünün performansından sorumlu bir bölüm başkanı da kendisini ve bölümünü zor durumda bırakacak icraatlar yapamaz. Yaparsa, fakültedeki tüm bölümlerin performansından sorumlu olan dekan öyle bir bölüm başkanını o görevde tutmaz, çünkü tutarsa sorumluluğu kendisi üstlenmiş olur ve kendi geleceğini tehlikeye atar.

Misyonsuzluk Örneği: Lise Eğitimi

Eğitim sistemimizdeki misyonsuzluğa örnek olarak lise eğitimimize bakmak yeterlidir. Sanki lise eğitiminin tek bir gayesi var, o da öğrencileri ÖSS'ye hazırlamak. Yani en kısa zamanda en fazla soruyu en kestirme yollardan çözme becerisini kazanmak. Gerçekten de öğrencilerimiz testlere girip geçme konusunda beceri sahibidirler. İyi de bu becerinin kime ne faydası var? Hangi işveren bir kişiye bu becerisinden dolayı iş verir, veya hangi lise mezunu bu becerisine dayanarak bir iş yeri açar? İlk ve lise öğretiminde öğrencilere gerçek dünyada kendilerini “yararlı” kılacak hangi beceriler veriliyor? Her lise mezunu üniversiteye girebiliyor olsaydı, bunu yine anlayışla karşılamak mümkündü. Ama her yıl üniversite sınavlarında 5 öğrenciden 4'ü yani yüzde 80'ı yerleştirilemedikleri için başarısız sayılıyor ve bu ezici çoğunluk 18 yılını kaybetmiş olarak ve pazarlanabilir bir becerisi olmadan hayat mücadelesine terkediliyor. Tablo bu kadar vahim olduğu halde yıllardır neden bir şey yapılmıyor, anlamak zor.

Hangi aklı başında bir sanayici ürünlerinin yüzde 80'inin ıskartaya çıkarılmasına ve atılmasına seyirci kalabilir ve herşey yolundaymış gibi davranabilir? Eğer liselerin gayesi gerçekten öğrencileri üniversite imtihanına hazırlamak ise, bu işi dershaneler çok daha iyi yapıyorlar. O zaman gayesi öğrencilerini üniversiteye yerleştirmek olan ama bunu bile beceremeyen liselere ne gerek var? Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Üstün Ergüder'in dediği gibi “Bizde lise eğitimi yok” (Pamir, 2005). Bu özelleştirme furyası içinde liseleri de özelleştiriverelim veya onları dershanelere devrediverelim, olsun bitsin. Hatta lise engeli yüzünden yeterince dershaneye gidemeyen birçok öğrenci, mezuniyet sonrası ilk yılı “dershane” yılı olarak görmekte, mali külfetine katlanıp üniversiteye hazırlanmaktadır. Üniversiteye giden yolun sahte rapor alıp liselerden kaçmakta olduğuna bakılırsa, liseler üniversiteye girişe destek değil köstek olan kuruluşlar haline gelmişlerdir. Bu tür düzme raporlarla da öğrenciden doktora kadar her kesim sahtekarlığa alıştırılıyor ve sahtekarlık yaygınlaştırıp meşrulaştırılıyor. Sonunda bu eğitim sistemi sahtekarlığa duyarsız bireyler yetiştiriyor.

ABD'de pratikte yaygın olarak uygulanan ve araba tamirciliği, aşçılık dahil değişik kurslar seçmeli ders olarak düz liselerde açılır. Bizdeki gibi tektipçilik olmadığı ve eğitim robot gibi uzaktan kumanda ile yönetilmediği için, lise yönetimi yerel ihtiyaca ve talebe göre uygun gördükleri her türlü dersleri açarlar. Dersin hocaları da piyasadaki normal işci ve iş sahipleri olabilirler. ABD'de lise mezunlarının yaklaşık üçte biri üniversite veya yüksek okula gitmek yerine (ABD'de isteyen her lise mezunu üniversiteye gidebilir) kendi tercihleriyle okul içi ve dışında kazandıkları beceriler ile işe girmekte ve yaşamlarını sağlayabilmektedirler. Halka meslek kazandırma kursu açanlara devlet mali destek sağlamakta ve öğrencilere de – yaşları ne olursa olsun – burs vermektedir. Böylece eğitim yaygınlaşmakta ve değişen şartlara göre devamlı güncellenmektedir. Biz izinsiz kurs açanlara verilecek cezayı tartışa duralım, ABD'de özel sektör eğitimin her kademesinde önemli bir yer tutar ve devletin yükünü hafifletir. Evet, ABD'de de lise eğitimi 4 yıl, ama öğrencileri tek bir sınava değil, hayata hazırlayan dolu dolu geçen bir 4 yıl. Bizde öğretmenler ders verme dışında acaba ne yapabilirler ve acaba kaç öğretmen daha iyi bir iş bulduğu için meslegi bırakmıştır? ABD'nin istatistikleri bu konuda göz açıcı ve ibret verici: Yeni mezun öğretmenlerin sadece %60'ı öğretmenlik mesleğini seçiyor ve yeni öğretmenlerin %40'ı ilk beş yıl içinde mesleği bırakıp başka işe giriyor.

Ülke Vizyonu ve Eğitim

Tüm kurumlar gibi eğitim kurumlarının da nihai misyonu ülke vizyonuna katkı yapmak ve ülke insanlarının hayallerini gerçekleştirmelerine destek olmaktır. O yüzden bir ülkedeki eğitim kurumlarının genel vizyon ve misyonlarının tanımlanmasında yapılacak ilk şey, ülkenin vizyonunu oluşturmak ve bu konuda genel bir mutabakat sağlamaktır. Bu da ülkede tüm pranga ve özürlerden arındırılmış gerçek demokrasinin tesis edilmesi ve genel akıl ve ilmin rehber edinilmesiyle olur. Yani, “ Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ” ve “ Hakikî mürşit ilimdir ” sözleriyle ifade edilen prensiplerin duvar panoları yerine akıl ve kalplere nakşedilmesiyle mümkündür. Yoksa eğitim kurumlarının vizyonu, bir kişi veya partinin cılız vizyonunu aşamaz ve iktidar partileri ve bakanlar değiştikçe eğitim sistemi, dümeni kırık bir gemi gibi yalpalayıp durur. Ağrı kesici türü tedbirlerle de kalıcı çözüm değil ancak geçici rahatlama sağlanabilir.

Belki yapılması gereken ilk şey, TÜBİTAK'ın “2023 için Bilim Stratejisi”ne benzer şekilde ama çok geniş katılımlı “Vizyon-2010” diye Türkiye'nin 2010 yılında nasıl bir ülke olmayı hedeflediğini gösteren ve ülkedeki tüm kesimlerce benimsenen genel akıl ve bilim ışığında dünya gerçeklerine uygun bir vizyon ifadesinin hazırlanması ve böylelikle kavram kargaşasına ve slogancılığa son verilip ülkenin yönünün net olarak belirlenmesidir.

Dünya ülkelerine bakıldığı zaman gayet açık olarak görülür ki bir ülkedeki eğitim seviyesi, demokrasi seviyesi ile birebir ilişkilidir. Bir ülke, demokraside ne kadar ileri ise, eğitimde de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide lider olan ülkelerin demokratik hak ve özgürlüklerde de lider olmaları tesadüf değildir. Hatta denebilir ki demokrasisini dünya standartlarına yükseltemeyen bir ülkenin eğitimini bu standartlara taşıması mümkün değildir. Eğitim konusundaki tüm gayretleri ve hatta “reform” olarak takdim edilen büyük projeleri de akim kalmaya ve ölü doğum yapmaya mahkumdur. Mevsim kış kaldığı sürece bol mahsül bahçelerde değil ancak hayallerde görülür.

Bağımsızlığın Teminatı: Bağımsız Düşünce ve Demokratik Eğitim

Bir ülkenin gelişmesi için ilk şart eğitimin gelişmesidir. Eğitim ise ancak demokrasi içinde istenilen oranda gelişebilir. Dünya ekonomisinin artık bilgi-tabanlı olması ve yüksek eğitimli işgücüne dayalı olması, gelişmişlik için eğitimin önemi hakkında şüpheye yer bırakmaz. Modern dünyada eğitimin amacı bilgi yüklemek ve hatta beceri kazandırmak değil, bireylerin hayal gücü ve yaratıcılıklarını geliştirmek, bağımsız düşünmelerini sağlamak ve özgüvenlerini tesis edip girişimcilik ruhu kazandırmaktır. Einstein'ın ifadesiyle “ Hayal etme, bilgiden daha önemlidir .”

Bilgi yüklenerek ve beceri kazanarak ulaşılabilecek en yüksek nokta robotluktur, yani değerli bir emir kulu olmak ve başkasının hakimiyetini kabul etmektir. Sadece bilgi ve beceri ile donatılmış eğitimli kişiler, kendi firmalarını kurmak ve yeni bir iş sahası açmak veya yeni bir teknoloji geliştirmek yerine kendilerine iş ve aş verecek iyi bir “efendi” ararlar. Yani çobanlığa değil, koyunluğa talib olurlar. Koyunluğa rağbetin böyle yüksek olduğu yerlerde aç kurtlar da türer, işgüzar çobanlar da. Çoban köpeklerinin kimi kime karşi koruduğu da belli olmaz. “Kuzu, kuzu” bireylerden oluşan böyle bir ülkenin bırakın ileri gidip dünyada itibar sahibi bir yere gelmesi, bağımsızlığını bile koruması – “güçlü” bir silahli kuvvetleri olsa bile mümkün değildir. Gecelerini “kurtların hücumu” kabuslarıyla, gündüzlerini de “biz geçmişte neymişiz” masallarıyla avunarak, yani kendini mazide bir zaman dilimine hapsederek geçirir. Geleceğe bakmaya cesareti yoktur çünkü ümit ve heyecan ışıkları olmadığından gelecek karanlıktır. Politikalarını yüksek idealler yerine “kurtların muhtemel hücum planları” ve “geliştirilmesi gereken savunma mekanizmaları” belirler. Ama korkunun ecele faydası yoktur. Koyunun sonunda gideceği yer ya kurdun kapanı ya da kasap dükkanıdır. Yaşadığı sürece de başkalarının yününü kırpmasına ve sütünü almasına göz yummak durumundadır.

Bu tablonun Türkiye gerçeklerini ne kadar yansıttığı elbette tartışılabilir. Amerika'daki ifadesiyle, “Ayakkabı uyarsa, giy”. Ama hayatının büyük kısmını ABD'de geçirmiş biri olarak Türkiye'ye dışarıdan bakılınca ve ABD'deki sistem ile yanyana koyunca gayet net olark görülüyor ki Türkiye'de eğitim sisteminin misyonu kurt değil “kuzu” yetiştirmek. İlk ve orta öğretimde okutulan 190 ders kitabını inceleyen Bogaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Baykal da, kitapların itaatkâr nesiller yetiştirmeye kodlandığı sonucuna vardı (Çizmeci, 2005). Yani itaatkar, denileni itiraz etmeden ve sorgulamadan yapan, büyüklerine ve – bilhassa aslında “hizmetçi” olması gereken devlet büyüklerine – karşı saygılı, hiçbir şeyi – bilhassa ders kitaplarında yazılanları ve öğretmenlerin ve resmî ağızların dediklerini – sorgulamıyan, düşünmeye değer birşey varsa onu devlet büyüklerimizin düşünüp en iyi kararı alacağına inanan müstemleke mentalitesinde silik ve ürkek bireyler yetiştirmek.

Türkiye eğer AB seviyesinde bir gelişmişliği – ki bu da eğitimin geliştirilmesiyle olur – yakalama iddiasında samimi ise ve dünya çapında Nobel ödüllü biliminsanları, yazarlar, ve sanatkarlar yetişmesini gerçekten istiyorsa, fobilerini terkedip genç dimağların serbest düşünce ve yaratıcılığını iğdiş etmeyi bırakmalı ve artık iyice sırıtan “düşünce özürlü” bireyler yetiştirme politikasına son vermelidir. Zira bilimin ve ülkelerin önünü açan hür düşünce ve hayal gücüdür ve bunları canlı tutan da özgürlük ve merak hissidir. New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman, Amerikan mucizesi arkasındaki sırrı şöyle açıklar: “Amerika var olmuş en büyük yenilik makinesidir ve hiçbir zaman kopya edilemeyecektir. Çünkü bu, çok sayıda faktörün çarpımından elde edilir: En yüksek düzeyde düşünce özgürlüğü, bağımsız düşünceye verilen önem, sürekli yeni beyin göçü, ve gözünü kırpmadan risk alma kültürü. ” Şu veciz sözler de bunu teyid eder: “ Benim hiçbir özel kabiliyetim yok; ben sadece ölesiye meraklıyım .” (Albert Einstein); “ İnsanı düşünmemekten daha çok yaşlandıran bir şey yoktur .” (Christopher Morley); Yaratıcılık olmadan, biz bir hiçiz. Öğrencilere nasıl yaratıcı olunacağını öğretmek, onları özgür kılar. Buluşun anası özgürlüktür .” (John Leinhard); ve “ Eğitimin en büyük gayesi kişiye özgüveni öğretmek, ve kendi zihin aleminin zenginliklerini tanımasını sağlamak olmalıdır .” (Ralph Waldo Emerson).

ABD gelecekte mühendis ihtiyacını nasıl karşılıyacağının düşünürken, Türkiye'de sık sık mühendislerin iş bulamamasından ve bulunan işlerin de lise mezunlarının yapabileceği türden işler olmasından şikâyet edilir. Bunun sebebi mühendisliğin yaratıcı bir meslek olması ve yaratıcılığın olmadığı yerlerde mühendisliğe ve dolayısıyla mühendise ihtiyaç olmıyacağıdır. Eğer dünya mevcut ürünlerle yetinecek ve yeni ürünlere ihtiyaç göstermeyecek olsaydı, mühendislere gerek kalmazdı. Teknisyenler, ustalar, ve endüstriyel robotlar mevcut teknoloji harikalarını üretmeye devam ederdi. Yenilik ve yaratıçılığın bir ölçusü patent sayısıdır. Ankara Ticaret Odasi 2004 raporunda belirtildiği gibi, ABD'de 2001 yılında 375657 patent başvurusu yapılmışken, bu rakam Türkiye'de 3219 olmuştur ve bunların da %96'sı yabancılara aittir (ATO, 2004). Mühendisliğin gelişmesinin de ilk şartı, yine özgürlüktür ve hür düşüncedir.

Sözde ve Özde Fikir Özgürlüğü

Fikir filizleri, ancak serbestlik zemininde ve parlak hürriyet güneşi altında tam olarak gelişir ve heybetli bir ağaç olur. Mayınlı yollardan kimse gitmek istemez. Gitse bile temkinli olarak ve yavaş yavaş gider – mayınlar açıkça işaretlenmiş olsa bile. Bir ülkeyi mayınlı yollardan gitmeye zorlamak, o ülkeyi geri kalmaya mahkum etmeye eşdeğerdir. Artık apaçık görülmüyor mu ki medeniyet yolunda en hızlı ilerliyenler savunma içgüdüsüyle fikir ve düşünce yollarından mayınları kaldırmakta nazlananlar değil, aksine bu yolları asfaltlayanlardır? Fikir tarlasını yasak mayınlarından geçilmez hale getirenler, bir de oturmuş bu milletten dünya çapında sanatçı, fikir insanları, Nobel alan bilim insanları çıkmadığını ifade ederek adeta 70 milyonu aşağılıyorlar. Görmüyorlar mı ki ABD gibi değişik düşünce ve yaratıcılığın tırpanlanmak yerine teşvik edildiği yerlerde Tükler de az sayılarına rağmen dünya çapında başarılara imza atıyorlar, ödüller alıyorlar ve dünyanın gidişatına yön veriyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki yasakçılıkla geri kalmışlık ve fikir hürriyeti ile gelişmişlik yapışık ikizler gibi birbirinden ayrılmıyorlar?

Bilimden Korkmak ve Fikirlerle Savaşmak

Yel değirmenlerini düşman telakki edip kılıç çeken ve onlarla savaşmaya kalkan kahramanların hikâyelerini istihza ve tebessümle okuruz. Ama bundan daha hayret verici olan, bilgiyi ve fikirleri düşman ilan edip onlarla savaşmayı nedense kahramanlık zannederiz. Fikir ve ifade hürriyetinin en temel insanlık hak ve hürriyeti olduğu modern dünyada, fikirlerden korkmak ve onların dile getirilmesini kanun ve cezalarla engellemeye çalışmak, fikirleri “tehlikeli” görüp bu görülmez düşmanlara savaş ilan etmek, hangi akıl, ilim ve izanla bağdaşır? Bilginin sınır tanımadığı bu iletişim çağında fikirlerin polisiye tedbir ve yasaklarla yok edilebileceğine hangi akıl sahibi inanır? Artık açıkça görülmüyor mu ki insanları birbiriyle kaynaştıran cehalet değil hakikat kıvılcımlarıdır, ve onlar da fikirlerin serbestçe çarpışmasından çıkar.

Yetki ve Sorumluluk: Bir Bütünün İki Parçası

Türkiye'de sıkıntısı çekilen konuların başında yetki ve sorumluluk kullanımındaki belirsizlik gelir. Bunun da özünde tüm yetkilerin bir merkezde toplandığı merkeziyetçi hantal ve ürkek anlayış yatar. Tüm yetkileri en tepedeki yöneticiye yükleyen ve diğer tüm yöneticileri memur konumuna iten de bu anlayıştır. Geniş katılım ve istişareden yoksun olan bu anlayış demokrasi değil, tabiri caizse demokratik sultanlıktır. Bir üniversitede en küçük icraatleri bile incelemek ve onaylamak durumunda olan ve zamanının büyük kısmını formalitelerle uğraşarak geçiren bir rektörün sağlıklı bir vizyon geliştirmesi ve üniversiteyi dışarıda temsil etmesi ve imajını geliştirmesi mümkün değildir. Bir yöneticinin en küçük icraatlerı bile imzalamak durumunda olması ve sorumluluk üstlenmesi, ancak zora düşünce de “önüme getirdiler, ben de imzaladım” diyerek sorumluluktan kaçmaya çalışması sorumsuzluğun sistemleşmesidir ve çok hazin bir durumdur.

Yetki ve sorumluluk ait olduğu birimlere dağıtılmalı ve hızla değişen dünyamızda hızlı karar almayı mümkün kılan yerinde yönetim tüm birim ve alt birimler için esas olmalıdır. Rektör bir dekanı ve dekan da bir bölüm başkanını gerekli gördüğü anda görevden alabilmelidir. Tabiî rektörü göreve atayan makam da (mütevelli heyeti gibi) onu görevden alabilmelidir. ABD'de eyalet üniversitelerinin mütevelli heyetlerini eyalet halkı seçer. Dolayısıyla yükseköğretim kurumlarında nihai söz sahibi mütevelli heyetlerinin şahsında tüm kurumların gerçek sahibi olan halktır.

Eğitimin Modernleşmesi Önündeki Kalın Duvar: Tek Tipçilik

Problemlere bir bütün olarak ve global açıdan bakılmazsa kalıcı bir çözüm üretilemez. Problemler sadece bir yerden başka bir yere ötelenir. Mesela büyük yatırımlarla üniversitelerin kapasiteleri yeterince arttırılarak üniversite önündeki yığılma problemi çözülebilir. Ama istihdam sorunu hallolmadığı sürece bu gerçek bir çözüm değildir. Çünkü bu sefer yığılma üniversite kapılarından işveren kapılarına aktarılır. Tabiî üniversitlerin kendilerini bir sektör yapıp istihdam yaratmak mümkündür. Mesela ABD üniversitelerinde yaklaşık 600 bin yabancı öğrenci okumakta ve ekonomiye yılda 13 milyar dolar katkı yapmaktadır (ASEE Prism, 2004 ve Elsner, 2004). Bizde üniversite kapılarından geri çevrilen öğrencileri ABD güllerle karşılamakta, paralarını bir güzel almaktadır. 200 bin nüfuslu Kuzey Kıbrıs, 6 üniversitesiyle başta Türkiye olmak üzere 70 civarında ülkeden gelen onbinlerce yabancı öğrencilere kaliteli eğitim vermekte ve destek hizmetleriyle beraber, eğitim Kuzey Kıbrıs ekonomisinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Benzer şekilde Ürdün, sınırlı kaynaklarıyla eğitime yatırım yapmış ve ülkeyi körfez bölgesinin yüksek eğitimli eleman talebini karşılayan bir kampüs haline getirmiştir.

Peki, Türkiye bir bölgesinde “Eğitimin cazibe merkezi” olamaz mı? Elbette olabilir.Aynen turizm de olduğu gibi. Ama bunun ilk şartı ülkenin bunu vizyonunun bir parçası yapması ve bunu cazip hale getirecek altyapıyı oluşturmasıdır. Yoksa, özel üniversite açma izninin bir “lütuf” olarak görüldüğü, milyonlarca dolar yatırım yapıp üniversiteyi açan kişi veya kuruluşun kendi rektörünü bile serbestçe belirliyemediği, açabileceği programları ve alabileceği öğrenci sayısını bile başkalarının keyfi olarak belirlediği, öğrencilere tüm dünyayı kucaklayan üniversal değerler vermek yerine artık komik kaçan yerel ideolojik ezberlerin mecbur edildiği, kampüs içindeki düşünce özgürlüğünün kampüs dışından daha az olduğu, dinamizm ve değişim yerine statükoyu korumanın esas alındığı ve de üniversitelerin “kapattım” deyince kapatılabildiği bir ülkede eğitimin bir cazibe merkezi oluşturup istihdam yaratan bir sektör olmasını beklemek acaba ne kadar gerçekçidir?

Görüldüğü gibi Türkiye'nin tüm dertleri sonunda “özürlü” demokrasiye ve “sınırlı” kişisel hak ve özgürlüklere ve muasır medeniyet yerine saplantıların esas alınmasına dayanır. Türkiye bu saplantıları aşıp hür dünya ile bütünleşmeden ve sözde değil özde “demokratik” bir ülke olmadan dünya standartlarında modern bir eğitim sistemine sahip olamaz.

Demokrasinin cılızlığı ve kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlılığı, aynı zamanda toplumsal birçok problemimizin kaynağı ve kavgalarımızın da temel sebebidir. Bireylere bırakılmayan hak ve özgürlükleri devlet belirlemekte ve ortaya çıkan tek tipi halka empoze etmektedir. Bu hürriyetler asrında çok geniş bir zemini kapsayan bu tek tipte – nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğu da dahil – mutabakat sağlanması mümkün olmadığından değişik görüşteki kişi ve kuruluşlar “eğer tek görüş olacaksa, bu benim görüşüm olsun”, “Ben başkasının görüşüne tabi olacağıma başkası benim görüşüme tabi olsun,” “En doğru görüş benim görüşümdür; diğerleri yanlış ve hatta ülke için tehlikelidir” yaklaşımıyla birbirleriyle mücadeleye girmekte ve ülke bu tek tipi belirleyecek iktidar kavgalarına sahne olmaktadır. Halk, derin fay hatları gibi bu görüşlerden bölünmekte ve fay hatlarının kayması ile ülkede sosyal ve eknomik depremler olmaktadır. İktidar değiştikçe doğrular değişmekte ve ülke, direksiyonu bir sağa bir sola kıvrılan araba gibi ileri gideceğine sağa sola yalpalayayıp durmaktadır.

Aslında bu kavgaların arkasındaki ortak his “kişisel hak ve özgürlükler” hissidir, ve verilen mücadele de bu hakları koruma mücadelesidir. Tek tipçi görüşün tabii sonucu tahakkümdür, kavgadır, huzursuzluktur ve zayıflıktır – hem bireyler hem de ülkeler için. Eğer kişisel hak ve özgürlükler devlet tekelinden çıkarılıp gerçek sahibi olan bireylere verilse, herkes Batılı ülkelerde olduğu gibi kavgayı bırakacak ve işine bakacaktır.

Şu iyi bilinmelidir ki tek tipçilik birlik sağlamaz, tam aksine birliği bozar. Tek tipçilik insanların birbirine şüphe ile bakmasına sebep olur ve o ülke insanlarını birbirine düşman eder. Güveni sarsar ve ülkede güven bunalımı yaratır – ve yaratmıştır da. Geri kalmışlığı ve aşağılanmayı ülkenin kaderi eder – ve etmiştir de. Birlik ve beraberlikten dem vururken ülkeyi parçalanma ve yok olmanın eşiğine getirir – ve getirmiştir de. 20. asrın ilk yarısında moda olmuş ve iki dünya savaşına sebep olarak insanlığı yok olmanın eşiğine getirmiş olan bu insanlık dışı yaklaşım, insanların uyanması ve çabuk akıllarını başlarına almasıyla 1950'lerde terkedilmiş ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklere dayanan ve gökkuşağı gibi uyumlu bir renk manzumesi oluşturan çok kültürlülüğü esas almıştır. Bu konuda şüphesi olanlar, tek tipçiliğin sembolü olan Sovyetler Birliği'nin nasıl çöküverdiğini ve çok kültürlülüğün ve kişisel ve gurupsal hak ve özgürlüklerin sembolü olan ABD'nin dünyanın nasıl süpergücü olduğuna baksınlar. Değişen dünyadan haberi olmayan ve fikren hâlâ 20. asrın ilk yarısında mahsur kalanlar, ABD'nin de bir gün Sovyetler Birliği gibi eyalet sınırlarından parçalanıvereceğini beklemektedirler. Pek fazla ümitlenmesinler – ABD aklını kaybedip tek tipçiliğe özenmediği sürece bu, kıyamete kadar sürecek uzun bir bekleyiş olabilir.

Tek tipçiliğin birlik ve huzur değil, kavga ve huzursuzluk sebebi olduğunun bir örneğini de kendi tecrübemden vereyim. ABD'de üniversitemizin tabi olduğu emeklilik sisteminde kişi emekli olacağı yaşı kendisi belirler - kimisi 50 yaşında emekli olurken kimisi 70 yaşında olur. Peki fark nedir? 50 yaşında emekli olan çok daha az pirim ödeyip çok daha uzun süre maaş alacağından , emeklilik maaşı haliyle çok daha düşük olacaktır. Yani emeklilik yaşı herkes için değişiktir; değişmeyen tek şey pastaya yapılan katkı ile alınan payın tutarlı olması ve kimsenin haksızlığa uğramasına veya haksız kazanç sağlamasına izin verilmemesidir. Yani, temel bir insanlık değeri olan adaletin esas alınmasıdır. Neticede emeklilik yaşında çokluk, ama emeklilik sistemini desteklemekte birlik vardır. Ve haliyle böyle her zevk ve rengi kucaklayan bir sistemde “mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla öfkeli yürüyüşler ve “doğru” emeklilik yaşının ne olduğu konusunda ateşli tartışmalar ve toplumda parçalara bölünmeler olması söz konusu değildir.

Bana bazen “ABD'de de üniversite affı oluyor mu?” diye soruyorlar. Cevabı gayet basit: “Affedecek bir şey yok ki af çıkarılması söz konusu olsun.” Tek tipçi sistemde suç olan hemen herşey – okula sebepsiz yere bir kaç yıl ara vermek, belli bir sürede mezun olamamak, bir dersten çok kere kalmak, kılık kıyafet kurallarına (ne?) uymamak, izinsiz gösteri yapmak, devlet kurumlarını tazyif ve devlet büyüklerine hakaret etmek (ABD başkanına aptal, geri zekalı, hatta katil demek gibi), vs gayet doğal kişisel hak ve özgürlükler kapsamına girer.

Yine iyi bilinmelidir ki zoraki birliktelik birlik değildir. Akıl bilim, ve tarih ışığında bakıldığında açıkça görülür ki birleştiricilik zannedilen tek tipçilik aslında bölücülüktür ve tek tipçiliğin kaçınılmaz sonucu tahakkümdür, çatışmadır ve en nihayet bölünmedir. O yüzden gerçek bölücüler, artık çağdışı kalmış tek tipçilerdir. Birliğin teminatı, kişisel hak ve özgürlüklere riayettir, demokratliktir ve çağdaşlıktır. İnsanlar artık hürdür ve birinin yaşam tarzını başkalarına empoze etmenin zamanı çoktan geçmiştir. Artık açıkça görülmüştür ki saygı görmenin barış ve huzur içinde birlikte var olmanın yolu, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı göstermek ve çoğulculuğu esas yapmaktır. Modern giyimli ve başörtülü iki kişi, giyim ve belki inanç tarzlarıyla bir tezat oluşturuyor gibi görünebilirler. Ama her ikisi de birbirlerine saygı duydukları sürece kıyafet ve inanç özgürlüğü konusunda tam bir birlik oluşturmaktadırlar. Demokratlığın gereği ve toplumsal huzurun kaynağı, karşılıklı saygı ve birbirine güven duymaktır.

En büyük eşitsizlik, eşit olmayanlara eşit muamelesi yapmaktır. En büyük ayrımcılık da tipleri aynı olmayanlara tek tip muamelesi yapmaktır. Aynen birlik olsun diye ayak tipine bakmaksızın herkesi tek tip bir ayakkabıyı giymeye zorlamak gibi. Böyle dışlayıcı bir hareket, seçilenden değişik tipteki ayakları incitir, sahiplerini küstürür ve hatta onları ayakkabı düşmanı yapıp yeni arayışlara iter. Aslında buradaki düşmanlık ayakkabıya değil, seçilen tipe ve zorbalığadır. Yoksa herkes memnuniyetle ayakkabı giyer ve giymeyi savunur – yeter ki tüm ayakları kapsayacak kadar değişik tipleri olsun. Ayakları incinen ve hatta yaralanan ayakkabı madurlarını “ayakkabı düşmanı” ilan etmek duyarsızlıktır ve ayrımcılıktır. Hele hele “bunlara bir-iki tip daha sunacak olsak tam şımarırlar ve ortalığı kırıp dökerler” demek, tam bir haksızlıktır. Tek tipte ısrarı bırakıp esnekliği esas alsalar görecekler ki ülkede “ayakkabı sorunu” diye bir şey kalmayacak ve “ayakkabı düşmanı” diye mücadele ettikleri kişiler ansızın ayakkabı dostu ve savunucusu oluvermişler.

Şu iyice bilinmelidir ki tek tipçiliğin kalıplaşmış şekli olan ve eğitim sistemimizin de bel kemiğini oluşturan resmî ideolojilerin zamanı geçmiştir ve geçeli yarım asır olmuştur. Devekuşu gibi başını kuma sokup gözleri dünya gerçeklerine kapamanın şimdiye kadar kimseye faydası olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. Artık ideolojiler – inanç ve değer sistemleri dahil – bireyselleşmiştir ve devletlere değil bireylere aittir. Halk adına halkın yetkisini kullanan demokatik bir devletin yapması gereken halkın ortak paydasını temsil etmek, kişisel hak ve hürriyetleri en geniş anlamda tesis etmek, tüm değişik inanç, ideal ve hayat tarzlarını hiçbir ayrım gözetmeden garanti altına almaktır. Devletin toleranssızlık göstereceği tek şey toleranssızlığın kendisi olmalıdır. Ülkede birlik ve kalıcı huzur böyle sağlanır ve hedef aldığımızı söylediğimiz muasır medeniyet böyle yakalanır. Batı dünyası bunu yıllar evvel yapmıştır ve şimdi sefasını sürmektedir.

Evham ve saplantıları aşıp tek tipçilik yerine kişisel hak ve hürriyetler esas alındığı zaman görülecektir ki herkes bu kucaklayıcı yaklaşımı memnuniyetle karşılıyacak, saygı içinde birlikte yaşmayı prensip edinecek, ve adalete kanaat edecektir. Böyle bir ortamda yetişen bireyler de ilk fırsatta yurt dışına kaçmak yerine kendilerine insanca yaşama ve gelişme imkânı sunan ülkelerini samimî olarak sevecekler ve onu daha iyi geleceklere taşımanın gayreti içinde olacaklardır.

Türkiye tek tipçilikte ısrar edip eğitimi sıkı bir denetim altında tutadursun, binlerce Türk genci – hatta bir kısmı devletten burslu olarak – yabancı ülkelerde her türlü denetimden uzak bir şekilde eğitim görmektedir ve bunlar arasından Bakan ve Başbakanlar bile çıkmaktadır. Demek “denetimsiz” okullardan ülkeye zararlı insanlar çıkabileceği ve ülkenin geleceğini tehlikeye atabileceği tezine Türk devleti de pek inanmamaktadır ve çok sayıda yabancı okulu Türkiye'dekilerle eşdeğer kabul etmektedir. Durum böyle iken ülkede tevhid-i tedrisatın varlığından bahsetmek ve hatta onu koruma gayretinde olmak en azından muhakeme yoksunluğudur. Yabancı ülkelerdeki özerk okullarla bir problemi olmayan Türkiye'nin kendi topraklarındaki özerk okulları problem yapması ve hatta onları tehdit olarak görmesi akıl ve mantıktan ne kadar uzak kalındığının ve evhamlara teslim olunduğunun bir göstergesidir.

Eğitimde Esneklik: ABD Örneği

Türkiye'de eğitim ile ilgili en küçük bir işin devletin kontrolü dışında kalmasını “büyük tehlike” olarak takdim ederek evhamları körükleyip ülkenin batacağı havasını yaratan ama modernliği de kimseye bırakmayanlar, modern dünya ve bilhassa ABD'deki uygulamaları dikkatle incelemeli ve felaket tellallığı yapmayı terketmelidir. Önce şunu belirtelim ki ABD çok kültürlü bir toplumdur, ve muhtelif kültürlere rağmen toplum barışını muhafaza edebilmesi gerçekten takdire şayandır. Amerikalılar çok kültürlülüğü bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görürler, ve belli bir kültür mensuplarını rencide edecek her türlü davranıştan kaçınırlar.

ABD'de devlet ders kitapları ile uğraşmıyor. Bunu rekabet ortamı içinde tamamen özel sektör yapıyor ve okullar birbirinden güzel tamamen renkli kitaplardan beğendiğini kullanıyor. İlk ve orta öğretimde kitaplar öğrencilere bedava veriliyor. Öğrencilerin daha ilk okuldan itibaren eğitim ile ilgili dergilere abone olmaları teşvik ediliyor. Öğretmen günlük gazeter dahil, uygun gördüğü her türlü malzemeyi sınıfa getiriyor.

ABD'de özel sektör felsefesi “charter school” kavramı ile yavaş yavaş ilk ve orta eğitime de yayılıyor. 1992 yılında bir okul ile başlayan charter school'ların sayısı bugün 2000'i aştı (What the Research Reveals About Charter Schools, 2000). Charter School'lar mevcut kanun ve yönetmeliklerin kapsamı dışında bırakılıp özel bir statüde kurulmuş devlet okulları. Deneme mahiyetindeki bu okullar özel bir şirket gibi neredeyse tam bir serbestiyete sahip (hatta bazılarında öğretmenlerin sertifikalı bile olması zorunluluğu yok); sadece neticelerinden hesap veriyorlar. Normal bir okulda ortalama öğrenci sayısı 500 iken, charter school'larda bu sayı 150 civarında. Bu okulu işletenlere mesela Nevada eyaletinde devlet öğrenci başına 4500 dolar veriyor. Okul eğer başarılı bulunmazsa, devlet fonlamayı kesip okulu kapatılabiliyor. Bizim bölgemizdeki 4 charter school'dan birinin işleticisi verdikleri teklifle ihaleyi kazanan Türk müteşebbisler.

Charter school'lar Türkiye ile ABD'nin eğitim felsefeleri arasındaki derin farkı ortaya koyması açısından ilginç: ABD'de devlet, eğitime yeni bir yaklaşım gelsin, yeni fikirler gelişsin ve uygulansın, eğitim sistemindeki tabu ve kalıplar gerekirse yıkılsın, ve eğitimin önü açılsın diye tam bağımsız özel okulların açılmasını teşvik ediyor, onlardan vergi almak şöyle dursun onların tüm masraflarını karşılıyor. Bizde ise yeni okul ve öğretmen ihtiyacı hat safhada olduğu halde özel okul açanlar potansiyel suçlu gibi zan altında bırakılıyor, Milli Eğitim'in köhnemiş programından zerre kadar sapma var mı diye müfredatları didik didik inceleniyor, ve kapatma tehditleri altında hizmet vermeye çalışıyorlar. Vatandaşlarımıza Amerika'da Amerikan parasıyla Amerikalı çocukları eğitmek için okul açtırılması Türkler için bir iftihar tablosu, Türkiye için ise bir ibret levhasıdır. Amerikalılar bile vatandaşlarımıza güvenip başarılarıyla iftihar ederken, acaba bizim devlet adamlarımız biraz olsun düşünmezler mi?

ABD'nin teknolojide lider olmasının temelinde yatan mühim bir sebep sistemin insana güvene dayalı olmasıdır. Amerikalıar gayet iyi biliyor ki, bir ülke insanlarını ileri götürmez, tersine ülkeyi insanlar ileri götürür. Yani bir ülkenin kalkınması ancak insanlarının topyekün kalkınması ile mümkündür. O yüzden ABD'de devletin yaptığı insanların önünü açmak, varsa engelleri ortadan kaldırmak, ve “haydi göreyim sizi” deyip tüm müteşebbisleri teşvik etmektir. Türkiye ise böyle bir kavrama dahi yabancıdır ve her köşeden uçaklar ve füzeler kaldıran ve baş döndürücü bir hızla ilerleyen modern dünyayı hâlâ lokomotifliğini devletin ve makinistliğini basiretsiz siyasilerin yaptığı hantal bir buhar treni ile devletin tam kontrolünde yakalayabileceğini zannetmektedir.

Fırsatlar ve hürriyetler ülkesi olarak bilinen ABD'de başka bir eğitim türü de “home schooling” denen “evde eğitim.” ABD'de bir milyondan fazla çocuk okula gitmek yerine eve gelen öğretmenler tarafından özel olarak eğitiliyor (Princiotta, Bielick, and Chapman, 2003). Bunu tercih edenler, ögrenme için okulların gerekli olduğuna inanmayanlar, okullardaki eğitimin kişileri tek tipçiliğe yönelttiğini düşünenler ve çocuklarını okullardaki kötü etkilerden muhafaza etmek isteyen aileler. İstatistiklere göre evde eğitilen ögrenci sayısı artıyor. Bazı dindar aileler de çocuklarını bir kilise veya cami denetimindeki ücretli özel okullara gönderiyorlar. Ögrenciler burada normal dersler yanında papaz, rahibe, veya imamlardan dinlerini de öğreniyorlar ve kendi dindaşları ile sosyalleşme fırsatı buluyorlar. Anlıyacağımız şekilde ifade etmek gerekirse, ABD'de herkes istediği yerde imam-hatip lisesi türü okullar açabilir, ve bu okulların mezunları düz lise mezunları ile eşit şartlarda istediği üniversiteye girebilir. Devlet asgari akademik standartları koyar, müfredatlara karışmaz. Çok kültürlü bir toplum olan ABD'de niye toplumsal gerilim ve kavgalar olmadığı herhalde şimdi daha iyi anlaşılıyordur.

ABD'de üniversiteler bir özel şirket mentalitesi ile faaliyet gösteriyor. Biz mezunlarımıza “ürün” ve işverenlere de “müşteri” nazarıyla bakıyoruz ve başarıyı müfredat programımızla değil, mezunlarımızın başarıları ile ölçüyoruz. Piyasada müsteri bulamayan bir ürünün üretimine nasıl devam edilemezse, mezunları iş bulamayan ve işverenler tarafından beğenilmeyen bir üniversitenin de uzun süre açık kalması düşünülemez. O yüzden üniversite yöneticileri ve öğretim üyeleri piyasa ile irtibat halindedir ve piyasanın tenkit ve tavsiyeleri gayet ciddiye alınır. Gerekirse piyasayı tatmin için müfredat bile değiştirilir. O yüzden derslerde gerçek dünya ilişkilerine ağırlık vermek, endüstri ile ortak proje yapmak ve öğrencilerin firmalarda tam mesaîli çalışmasına imkân sağlamak çok mühimdir. AB sürecince Türkiye kendini bu tür uygulamalara hazırlamalıdır.

ABD'de üniversitelerin yaygınlaştılması bir buçuk asır öncesine dayanır ve ekonomiyi desteklemek amacıyla yapılmıştır (www.higher-ed.org/resources/morrill_acts.htm). 2 Temmuz 1862'de başkan Abraham Lincoln, Federal hükümetin her eyalete yüzbinlerce dölüm arazı bağıslamasını öngören Arazi-bağış kanununu (Land Grant Act) imzaladı. Bu kanunun gayesi, 50 eyaletin her birinde tarım ve makineleşmeyi desteklemek amacıyla birer Ziraat ve Mekanik Sanatlar Fakültelerinin kurulmasını sağlamak ve buralarda çiftçileri ve makinacıları eğitmekti. Bu üniversitelerin misyonu, topluma ihtiyaç duyduğu eğitim, bilimsel araştırma ve yerinde hizmeti sunmaktı. ABD'nin tarım ve teknolojide dünya lideri olmasında eğitime yapılan bu yatırımım büyük etkisi olmuştur. Avrupa Birliği 2000'de Lisbon'da “2010 yılına kadar dünyada rekabet gücü en yüksek ve bilgi-tabanlı en dinamik ekonomi olmak” hedefini benimsemiş ve uygulamaya koymuştur.” Bu hedefe ulaşmada en mühim rol üniversitelere düşmektedir. Acaba Türkiye'nin 2010 hedefi nedir?

Eğitimde Misyon: Güney Kore Örneği

Şimdi de eğitimde global vizyon ve misyon ile ilgili olarak yaptığı reformlarla yarım asırda harabeler arasından yükselip yeni bir ekonomi devi olan Güney Kore örneğine bakalım. 1945 yılında Japon işgalinden kurtulup bağımsızlığına kavuşan Güney Kore, 1950'de Kuzey Kore işgaliyle başlayıp 3 yıl süren iç savaşın büyük tahribatına rağmen, bir nesil içinde bir ekonomi mucizesi yarattı ve 1971'de 277 dolar olan kişi başına gelir 2001'de 16,100 dolara ulaştı. Bu mucizenin oluşmasında çalışkan ve beceri sahibi işgücü üreten eğitimin büyük payı olmuştur. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin Güney Kore tecrübesinden alacaği çok dersler vardır. Güney Kore, eğitim, modernleşme ve globalleşme sürecine taahüdünü sürdürürken, geleneksel değerleri de tesis ve teyid etmektedir.

1995 tarihli “Kore'nin 21. yüzyıl Vizyonu” adlı eğitimle ilgili hükümet raporunda, eğitim programının hedefi “öğrencileri dünya vatandaşı olmaya teşvik etmek ve böylelikle çeşitliliğe açıklık, geniş perspektif oluşturma, diğer ülkelerin değişik gelenek ve kültürlerini anlama, çevre sorunlarına ve değişik bölgeler ve ırklar arasındaki anlaşmazlılara hassas olma” olarak ifade etmiştir. Böylelikle, çeşitlilik ve farklılığa tolerans ve açık-fikirliliğe daha büyük vurgu yapılmaktadır.

Güney Kore'de 2001 yılında Eğitim Bakanlığı, “ Eğitim ve İnsan Kaynakları Geliştirme Bakanlığı ” olarak yeniden yapılandırılmış ve Eğitim Bakanı'nin statüsü eğitim ve insan kaynakları gelişimi ile ilgili politikaların formüle edilmesi ve koordinasyonundan sorumlu başbakan yardımcılığına yükseltilmiştir (Weidman and Park, 2002). Yeni bakanlık, öğrencileri küresel girişimci, tekniker ve araştırmacı topluma katılmaya daha iyi hazırlamak ve böylelikle bilgi-tabanlı ekonominin zorluklarını yenme gayesiyle tesis edilmiştir.

Çocuklarını Seul'deki en elit üniversitelerde eğitmenin bir aile prestiji olduğu Güney Kore'de de, bizde olduğu gibi, üniversite giriş sınavı çocukları yıllarca bir “sınav cehennemi” içinde kıvrandırıyordu ve bazı aileler bir sektör haline gelen özel dersler ve kurslar için ayda 2000 dolara varan ücretler ödüyordu. Ezberciliği ve test çözme mekanik becerisini ön plana çıkaran ve defalarca değiştirilen bu eski sistem 1995'de başlayan bir eğitim reformunun parçası olarak temelden değiştirilmiş ve 2002'de yürürlüğe konmuştur. Yeni sistem, genel bilgi ve yetenek imtihanı ile beraber öğrencilerin kişisel okul dosya kayıtlarını, makale yazmayı ve mülakatı ön plana çıkarmaktadır. Bu şekilde Lise eğitiminin öğrencinin çok yönlü gelişimine anlamlı bir katkı yapması yani aslî görevine dönmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, üniversitelerden mezuniyet için gerekli kredi sayısının da ABD'de olduğu gibi 120 olması hedeflenmiştir (Lee, 2000).

Kredi sayısının azaltılmasını standart ve kaliteyi düşürmek olarak görenlere şunu hatırlatmak lazım ki modern eğitimin temel hedeflerinden biri çok şeyi değil “ögrenmesini öğretmek”tir ve sahasında temel bilgilerle mücehhez öğrenciye ihtiyaç duyduğu bilgilere ulaşıp öğrenebileceği özgüvenini kazandırmaktır. Bunun diğer bir avantajı da mezuniyet için gerekli kredi sayısınin mesela 180'den 120'ye düşürülmesi, hiçbir ilave kaynak gerektirmeden öğrenci kapasitesinin %30 arttırılabilmesidir.

Sonuç

Zaman rüzgârını arkaya alıp yelkenleri şişirebilmek ve çağı yakalıyabilmek için, zamanın akışını iyi okumak ve ona göre hareket etmek lazımdır. Bugünkü hastalıkları yüz sene evvelki tıp ilmi ve ilaçlarıyla tedavi etmek ne kadar geçersizse günümüzün toplumsal ve toplumlararası problemlerini de dünkü metodlarla halletmeye kalkmak o kadar geçersizdir. Geçmişe taassupla sıkı sıkı yapışıp zamanın değerlerine sırtını çeviren ve hatta zamana savaş açan ülkelerin geri kalmışlığından ibret almalıdır. Mazinin karanlık delhizlerinde mahsur kalan ülkeler bu tabloyu iyi irdelemeli ve usta bir satranç oyuncusu gibi, adımlarını neticelerini düşünerek atmalıdır. Benzer ağaçları birbirinden ayıran nasıl meyveleri ise, iyi fikirleri de kötülerinden ayıran neticeleridir. AB süreci, Türkiye'nin alışageldiğimiz dededen kalma metodlarla neyi ne için yaptığını sorgulamadan iş yapma alışkanlıklarını tekrar gözden geçirmesi ve eğitim dahil tüm politikalarını rasyonel bir çizgiye oturtması için muazzam bir fırsattır. Umulur ki Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirecek ve geçmiş saplantılardan sıyrılıp akıl ve bilimi rehber edinerek modern dünyada saygın yerini alacaktır.

Kaynakça

ASEE Prism (2004), American Society for Engineering Education, Washington, DC, Vol. 13, No. 6, February 2004.

Çizmeci, Şûle (2005), “Eğitim mi, Ehlileştirme mi”, Radikal Gazetesi, 11 Haziran 2005.

Elsner, Alan (2004), “Number of Foreign Graduate Students in the US Falls”, Reuters News Agency, November 10, 2004, www.yahoo.com.

Lee, Jeong-Kyu (2000), “Main Reform on Higher Education Systems in Korea”, Korean Educational Development Institute, Seoul, South Korea, Vol. 2, No. 2, 2000.

Pamir, Balçiçek (2005), “Bizde Lise Eğitimi Yok”, Sabah Gazetesi, 12 Haziran 2005.

“Patent Fakiri Türkiye” raporu (2004), Ankara Ticaret Odası, Ankara, 2004.

Princiotta, Daniel; Bielick, Stacey; and Chapman, Chris (2003), “1.1 Million Homeschooled Students in the United States in 2003”, Issue Brief, National Center for Education Statistics (NCES), http://nces.ed.gov/nhes/homeschool/.

“Türkiye Otur: Sıfır”, Vatan Gazetesi, 8 Aralık 2005.

Weidman, John C. and Park, Namgi (2002), “Recent Trends and Developments in Education in the Republic of Korea”,The 2002 International Exchange Locator, Alliance for Intenational and Cultural Exchange, 2002.

“What the Research Reveals About Charter Schools” (2000), The Center for Education Reform [CER] , November 2, 2000.

http://www.higher-ed.org/resources/morrill_acts.htm, “Land-Grant Act – History and Institutions”.

http://www.acig.com.au, Vision and Mission Statements (2000), Australian Continuous Improvement Group Pty Ltd .


TRANSITION TO A RATIONAL EDUCATION DURİNG THE PROCESS OF EUROPEAN UNION MEMBERSHİP: VISION AND MISSION

Abstract

The world is changing at a head-spinning pace. The engine of this change is, without at doubt, sciences and technology. Those who lead in sciences and technology also lead the world in living well, power, and prestige. As Bismarck stated, “The nation that has the schools, has the future”. Being educated by yesterday's requirements instead of today's needs is like being not educated at all, and bringing out uneducated people with diplomas cannot be the goal of an education system. An education system should have a mission focused on meeting the needs of the nation while conforming to the expectations of the individuals at every level (preschool, primary school, high school, and university) and the universal values. The EU phase we are currently passing through presents an important opportunity to realistically evaluate our education system that is disconnected from real life and is largely closed to change, and to raise its standards to that of modern world. This opportunity should be utilized fully to move education from the current state of purposeless, prejudice, and immobility to a platform ruled by the mind and the sciences. We should start with questioning what we are doing and why, and what we are trying to achieve; that is, by never losing sight of the big picture as we work on individual squares.

Key Words: Education, vision, mission, reform, independent thinking

 

 

özel sayı