MİLLİ
EĞİTİM DERGİSİ |
Sayı
148 |
Ekim,
Kasım, Aralık 2000 |
Divan Şiiri Öğretimi Üzerine |
Dr. Nilay IŞIKSALAN(*) |
Edebiyat eğitiminde ve öğretim
programlarında “Divan Edebiyatı” adıyla geçen ve XII ve XIX. yüzyıllar
arasındaki sürecin ürünleri olan eski edebiyat metinleri, altı yüzyıllık
Osmanlı kültür ve uygarlığının verileridir. Her ne kadar son yıllarda adı
üzerinde klâsik şair, yazar ve eserler esas alınarak veya beslendiği kültür
ve felsefî kaynaklar ölçüt alınarak tartışmalar yapılmış,“Klâsik
Edebiyat”,“Klâsik Türk Edebiyatı”, “İslâmî Edebiyat”, “İslâmî Devir Türk
Edebiyatı” (1), gibi adlandırmalarla sınıflandırılmışsa da bizim amacımız,
adla ilgili tartışmaları, alan uzmanı bilim adamlarına bırakarak, Divan
Edebiyatını hangi metinlerle ne ölçüde öğretme olup işi, eğitim açısından ele
almaktır. Bu nedenle, şimdilik yaygın kullanımı olan Divan Edebiyatı adını
tercih ettik. XVI. yüzyılın sonunda, önce
duraklayan sonra da hızla çöküş dönemine giren Osmanlı Devleti’nin çöküşüne
paralel olarak edebiyat da çöker. Vefasızlığından yakınılan, uğrunda acı
çekilip göz yaşı dökülen hayalî sevgili tipi, mecaz, mezmun ve istiarelere
dayalı kuralcı anlatımı, güncel ve gerçek yaşamdan uzak, yapay ve abartmalı
kurgusuyla Divan Edebiyatı,Batıya yönelmeyi hedefleyen yeni edebiyat
anlayışına ve esaslarına ters düşer. Nitekim, toplumun eğitimini ve
medenileşmesini esas alan, halkın gerçeklerine dayanan somut eserler vermeyi
amaçlayan Tanzimat Döneminin büyük şairleri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet
Mithat, Ai Suavi eski edebiyat yerine yeni edebiyat tarzını benimserler. Yeni kurulacak edebiyatın
esaslarını “Lisân-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir”
adlı uzun makalesinde açıklayanNamıkKemal, edebiyatın tanımını yaparak“Fikrin
gelişmesine ve toplumun eğitilmesine olan büyük hizmetinden” söz eder. Divan
Edebiyatının “realite ile ilgisizliğine, sunî’liğine ve boşluğuna”(2)
değinir. 1868’de Hürriyet gazetesinde çıkan Şiir
ve İnşa makalesinde, Divan Edebiyatını millî olmamakla suçlayan Ziya Paşa,
“gerçek Türk edebiyatının halk edebiyatı olduğunu” (3)söyler. Altı yıl sonra
yayımladığı üç ciltlik Harâbât antolojisinde ani bir dönüşle övdüğü Divan Edebiyatının
propagandasını yaptığı gerekçesiyle de Namık Kemal’in Tahrib-i Harâbat ve
Takip adlı eserlerinde ağır eleştirilere hedef olur. Peki ama, günümüzde artık
yaşamayan, Yahya Kemal’in deyişiyle “nadir insanların anlayıp zevkine vardığı
bir tarihî çağrışım vasıtası” olan eski edebiyatımızdan geride kalan kalıcı
değerler, güzellikler yok mu?Biz bunları genç kuşaklara nasıl aktarabiliriz.
Onlara özellikle eski şiirimizi nasıl sevdirebiliriz? Kuşkusuz, fikir ve sanat dokusu;
teşbih, istiare ve mazmunlarla örülmüş, yaratıcılığı ses ve estetik üzerine
kurulu, özgün şiir diliyle yazılan eserleri inceleyip yorumlamak uzmanlık
işidir. Ancak, kültür ve uygarlık değişimine koşut olarak değişen zevk ve
anlayışa, dil tasfiyesine rağmen, sanat ve söyleyiş mükemmelliğiyle kendisini
kabul ettiren bu edebiyatı öğrencilere tanıtıp sevdirmek de edebiyat
öğretiminin amaçları arasındadır. Peki ama, bu konuda niçin
zorlanıyoruz?Önce, bunu irdeleyelim: 1. Dil Faktörü Divan Edebiyatının büyük
şairlerinin eserlerini,Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğunlukla kullanıldığı
bir dille yazmaları, bu dili kültür ve sanat dili olarak yüzlerce yıl
işlemeleri, sanat kaygısıyla Türkçe’ye gereken önemi vermemeleridir. Tanzimat
döneminde, Maarif-i Umûmiye Nizamnamesiyle (1869) Türkçe öğretim dili kabul
edilip bağımsız ders olarak öğretim programlarına girmiş, Cumhuriyet
döneminde yapılan harf ve dil devrimiyle değer görmeye başlamışsa da daha
önceki yüzyılların ürünü olan Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğun olarak yer
aldığı metinlerle günümüz öğrencisi doğal olarak bağ kuramamıştır. Bu metinlerin anlaşılmasını
güçleştiren başlıca etken, açık olmayan şiirsel anlatımın Arapça, Farsça
kelime ve kelime gruplarında iyice örtünmüş olmasıdır.”(4) Kendi çağında anlaşılır bir
şehirli Türkçesi kullanılmasına rağmen,Bâki’nin, liselerde de okutulan Kanunî
Mersiyesinde yer alan, Ey pây-bend-i dâmgeh-i
kayd-ı nâm ü neng Ta key hevâ-yı meşgale-i
dehr-i bidireng beytinde tek Türkçe sözcük bulunmazken veya
Nefî’nin,Sultan I.Osman’a yazdığı kasidedeki Aftâb-ı bahr ü ber
sâhip-kırân-ı şark ü garb Şehsüvar-ı nâm-ver
râyet-güşâ-yı safderi beytinde gene tek Türkçe sözcük yer
almazken, öğrencilerin bu ve benzeri metinlere ilgi duyup sevmeleri
beklenemez. Sorun, sadece Arapça ve Farsça’dan
alınan sözcükler değildir. Çünkü, kültür etkileşimi sonucu, aşağı yukarı tüm
dünya dillerinde yabancı sözcükler vardır, olması bir ölçüde de
doğaldır.Ancak, Türkçe’ye sözü edilen dillerden sözcük alınmakla kalınmamış,
dil kuralları da olduğu gibi alınmıştır. Osmanlıca’nın sakatlığı
yalnız üç dilin kelimelerinden toplanmış olmasından değil, bu dillerin
kurallarının da olduğu gibi Türk diline aktarılmış bulunmasındadır. Bunun da
adı “kavâid-i Osmaniye”dir (5). Medrese dili olan Arapça,
Tanzimat döneminde rüşdiyeler açılınca bu okullara da “kavâid-i Osmaniye” adıyla girmiş; Emsile,
Bina, Maksûd,Türkçe’ye çevrilerek okutulmuşsa da ağırlık gene Arapça’da
olmuş, Türkçe gene ikinci plânda kalmıştır. Böylelikle, “kavâid-i
Osmaniye” dedikleri Türkçe dil bilgisinin ağırlık merkezi Arapça’nın
kuralları olmuş, Farsça’nın kuralları da buna katılmış, Türkçe’nin kuralları
ise, önemsiz bir bölüm olarak bunlara eklenmiştir”(6). Kur’an dili diye kutsal
sayılan ve söz varlığı açısından zengin bir dil olan Arapça’nın tüm bâbları
(kalıpları) alınmış, kamus ve ferhenglerden (Arapça ve Farsça sözlüklerden)
sanat ve hüner amacıyla yığın yığın sözcük aktarılmıştır. Canlı bir organizma olan
dilin gerçek yaşamla bağlantısını dikkate almayan, onun toplumla iletişimini,
millî birlik ve bütünlüğü sağlamadaki işlevini hesaba katmaya Divan şairleri,
bunun bedelini unutulmakla ödemişlerdir. “Dil üzerinde düşünmeyiş,
dil ile edebiyat, dil ile hayat arasındaki derin münasebet hakkında sağlam
bir görüşe sahip olmayış bize çok pahalıya mal olmuştur. Arapça ve Farsça ile
Türkçe arasındaki farkı hesaba katmayan Divan şairleri, bu gafletlerinin
cezasını unutulmakla, yani ölümle ödemişlerdir. Dil, sıkı sıkıya millî
varlığa, hayata ve cemiyete bağlıdır. Bu basit hakikati Türk edebiyatçıları
çok geç, yirminci yüzyılın başında öğrenmişlerdir”(7). 2. Kültürel Değişim Faktörü Eski metinlerin genç
kuşaklar tarafından anlaşılmasını engelleyen veya zorlayan önemli bir neden
kültür değişimidir. Bilindiği üzere,Türklerin,
müslümanlığı kabul edişlerinden sonra İran etkisiyle gelişen Divan Edebiyatı,
“ümmet kültürüne” dayanmaktadır.
Beslendiği toplumsal ve felsefî kaynaklar; Kur’ân ayetleri, hadisler,
peygamber ve evliya kıssaları, tasavvuf ve tasavvufî motifler, İran ve Arap
hikâyeleri, yerli ögeler, günlük yaşamdan sahneler, yer yer hurafelerle
karışmış bilgilerdir. Osmanlı kültür ve
uygarlığının bir yansıması olan bu edebiyat, toplumun geçirdiği kültür ve
uygarlık değişimine koşut olarakCumhuriyetin lâik ve millî kültür kaynağından
yetişen günümüz kuşaklarına hitap edememektedir. Çünkü, artık eskiyen, ona
yabancılaşan sadece Divan Edebiyatı değil, onu biçimlendirip ortaya çıkaran
Osmanlı kültür kaynakları ve verileridir. Günümüz kuşakları, genel
olarak, söz konusu bu kültüre, bu arada doğallıkla divan şiirine yabancı
düşmüştür. Çünkü onlar bu eski kültürle değil, yeni, değişik bir kültür
kaynağından beslenmişlerdir. Divan şiirinin yukarıda belirttiğimiz temel
kaynakları, onlara tanımadıkları bir dünyadan ses verir. Onlar, tarikatın da
şeriatın da yabancısıdırlar. Oysa, bu şiire yaklaşabilmek için daha bu türden
kavramlara gelmeden, söz konusu kültürün en ilkel verilerini bilmek
gerekir.”(8) Ayrıca, bu edebiyatı,
kültür zenginliği ve yüksek zevki nedeniyle de anlayıp yorumlamak zordur. “Evet, bu edebiyatı anlamak
güçtür. Büyük bir kültür zenginliğine muhtaçtır. Bu kültürü elde edip bu
sanat mahsullerini avucu içine almak, yüksek tefekkürün verdiği yüksek zevke
erişmek demektir. Bu büyük nimetin külfeti de büyüktür.”(9) Dünya görüşü, yaşam
felsefesi, sanat anlayışı, konuların işleniş tarzı, imaj, söz ve ses
oyunları, dil ve üslûbuyla tarihe karışan eski edebiyat metinleri, ihmalin
dışında, geçirdiği medeniyet değişiminin doğal sonucu olarak zamanın
tahribatına da uğramış, genç kuşakların kendisiyle bağlantı kurup anlamasına
fırsat vermemiştir. “... yüzyıllarla ifade
edilen zaman farklılığının getirdiği tarihî, sosyal ve kültürel kopuklukları
saymak gerekir. Eski Türk edebiyatı metinlerini bu engelleri aşabildiğimiz
ölçüde anlayabiliriz.” (10) 3.Çeviri Faktörü Eski metinlerin genç
kuşaklara ulaştırılıp sevilmesinde zorluk çekilen bir başka husus da “çeviri” sorunudur. Kendine özgü
sözcük ve söz gruplarından oluşan, çeşitli mecaz, istiare ve benzetmelerle anlamlandırılmış,
estetik değer taşıyan sanatlı bir anlatımı düz yazıya çevirme, kuşkusuz
uzmanlık gerektiren bir alandır. Bilindiği üzere, eski
edebiyatta manzum bir metin önce “düz
yazıya” çevrilir. Ardından “günümüz
Türkçesiyle” açıklanıp içeriği -söz ve anlam sanatlarının
çağrıştırdıkları- okuyucuya aktarılır. Ancak, bu çevirilerde şiir, duygu,
ahenk hatta anlam kaybına bile uğrayabilmektedir. Dili anlaşılır, günümüz
kuşaklarının anlayabileceği kadar yalın metinler bu sorunu bir ölçüde ortadan
kaldırabilir. Öğrencinin de şiirden doğrudan zevk almasına yardımcı olur. “... eski şiiri anlamak
için onu düz yazıya çevirip günümüz Türkçesiyle ifade etmek, dile çekilen
yabancılıktandır. Ahmet Haşim’in,“şiir nesre kabil-i tahvîl olmayan nazımdır”
tanımı elbette çok doğrudur. O yüzden de düz yazıya çevrilerek günümüz
Türkçesiyle ifade edilmiş şiir, ahengi ve duygusal yönü kayıplara uğrayarak,
şiirsel anlatımdan aldığı derinliği yitirerek okuyucuya ulaştırılmıştır. İşte
bu yüzden seçilen metinler günümüz Türkçesine ne kadar yakın olursa, okuyucu
şiiri o kadar doğrudan tatma imkânına kavuşacaktır.”(11) Şairlerin anlatım güçlerini
ve ustalıklarını büyük ölçüde yeni ve orijinal söyleyişlere bağladıkları eski
şiirde ahenk, anlamdan daha fazla öneme sahiptir. Anlamın pek dikkate
alınmadığı, söylenenin değil, söyleyiş tarzının önem taşıdığı bu şiirde “ses”
unsuru ön plânda gelir. Bu nedenle şiirin ahengini bozmadan, sözcükler anlam
açısından işlenebilir. “Çünkü Divan şiiri yüzde
seksen, bir ses edebiyatıdır. Onu elden geldiğince sesi, havası, arkaik
dünyasıyla, bazen birkaç sözcük katarak bazen de çıkararak aktarmalıyız”(12).
Özellikle metnin yazıldığı
dönemin tarihî, toplumsal ve felsefî temelleri, kültürel dokusu, edebiyat ve
dil özellikleri, şairin psikolojisi hakkında yeterli birikim edinmeden sırf
yabancı sözcük ve deyimlere karşılıklar bularak yapılan çeviriler, yüzeysel
ve basmakalıp olmakta, metnin içeriğini tümüyle öldürmekte, okuyucunun eski
şiiri anlayıp sevmesine engel olmaktadır. Günümüzde kimi izahlı veya açıklamalı
Divan şiiri antolojileri, el kitapları veya yardımcı kitaplar bu olumsuz
örneklerdendir. Bunun dışında, “şerh” denilen metni açımlama vardır
ki çoğunlukla, Osmanlı dönemi eğitim kurumlarında ders kitapları gibi
okutulmuştur. Önceleri,Arapça ve Farsça eserler için yazılan şerhler, daha
sonra Türkçe yazılmış, tasavvufî metinler ile eski edebiyat metinlerini
günümüz okurlarına aktarmayı amaçlamıştır. 4.Öğretim Faktörü Lise düzeyindeki öğrenciye
eski metinleri tanıtma, özellikle düzyazıya çevirip günümüz Türkçesiyle
açıklama bir yöntem işi olmakla birlikte büyük ölçüde öğretmenin bu edebiyatı
öğrenciye sevdirme yeteneğiyle de ilgilidir. Geleneksel bir yöntem
olarak, eski metinlerde geçen Arapça ve Farsça sözcükler ile edebî sanatları
ezberletmek, sanki bu edebiyatın öğretimini ezber üzerine kurmak, günümüz
öğrencisini daha baştan soğutmakta, onun eski ama güzel metinlerden alması
gereken estetik zevki tatmasına izin vermemektedir. “Ölü sözcükleri, gereksiz
sanat oyunlarını, bunların adlarını ve tanımlarını ezberletmek, şiirin
onlardan oluştuğu kanısını uyandırmak da Divan şiirinden soğutuyor günümüz
insanını. Okul kitapları, bu tür uygulamalarla doludur. Dolayısıyla Divan
şiirine sevgi ile bakma, ona anlamlı yaklaşım olanağını da kaldırıyor ortadan.
Örüler(metinler) birer taşıl gibi sunuluyor. Sevdirme yerine soğutmaya
çalışılıyor sanki”(13). Özellikle de aruz kalıbı
ezberletmek, bunu yazılı sınavlarda ölçme aracı yaparak öğrenciyi ürkütmek,
onun eski şiirle bağ kurmasını daha baştan engellemektedir. “... günümüz şartlarında
orta öğretim kurumlarında aruz öğretilebileceği konusu umut verici değildir.
En başarılı öğretmenlerin en başarılı öğrencileri aruzla yazılmış metinlerin
ölçüsünü ezberlemekte, bunu isteyerek değil, öğretmeni istediği için, kendi
eğitim açısından bir yararı bulunup bulunmadığını düşünmeden yapmaktadır”
(14). Oysa, aruz kalıbı
ezberletmek yerine her biri bir musikî makamı gibi olan vezinleri, metinler
üzerinde seslendirerek öğrenciye bizzat uygulama yaptırmak, daha ilgi çekici
ve zevk verici olabilir. Öğrenciyi, bu edebiyattan
soğutan bir başka önemli sorun da öğretim programları ve ders kitaplarına
alınan metinlerle ilgilidir. Şair ve yazarları kronolojik sıraya göre dizip
onlardan metin seçmek, her zaman beklenen sonucu vermemektedir. Edebiyat
tarihinin temel ölçüt alındığı geleneksel anlayışta metin göz ardı
edilebilmektedir. Oysa, eseri anlamak, ondaki sanatı ve vermek istediği
iletiyi almak temel amaç olmalıdır. Mazmun, mecaz ve
istiarelerden örülü bir dünyası olan Divan şiirinden intikal eden kalıcı
güzelliklerin nasıl yaşatılacağı, onlardaki sanat ve estetik zevkin genç
kuşaklara nasıl tattırılacağının yanıtı şöyle verilebilir: Bu, her şeyden önce, dil ve
söyleyiş tarzı, ses yaratıları, söz oyunları, imaj ve buluşları, biçim
özellikleri, sanat ve estetik anlayışıyla kendi koşulları içinde gelişen
özgün bir edebiyat olduğunu kabul edip ondan alabileceğimiz güzellikleri
almakla mümkündür. “Unutmamalı ki, her devrin
beşerî telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan tasavvur edemeyeceğimiz
gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski
şairlerimiz güzel olmak haysiyetiyle beşerî olan eserler vücuda getirdiler.
Bir tarafta olan eksikliklerini öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle
tamamladılar. Bize düşen şey, umumî
mülâhazaları bir tarafa bırakıp, altı asır süren bir tecrübenin bu asil
mahsullerinden alabileceğimizi almaktır” (15). Batı uygarlığına geçişte,
Divan Edebiyatı, dili, kültürü ve ürünleriyle çoğu kez hak etmediği kadar
suçlanmış, kötülenmiş, hatta “millî değildir” diye inkâra varan sert eleştiri
ve karalamalara hedef olmuştur. Özellikle, Tanzimat döneminde yeni edebiyat
anlayışını yerleştirmek için bu tavrı koyanlar olmuştur. Bu suçlamada, Divan
Edebiyatını bilimsel ölçütle inceleyip değerlendirmeme sorunu yatmaktadır.
Önyargılı yaklaşımlardan uzak, bilimsel ve objektif değerlendirme
yapıldığında, tek yanlı ve çekişmeli görüşlerden kurtulunacak, ortak paydalar
çevresinde birleşilecektir. Bunun için de önce,Divan Edebiyatını günümüz anlayış
ve ölçütleriyle değerlendirme yanlışından kurtulup ona, kendi döneminin
koşulları ve sanat anlayışıyla bir bütün olarak bakmayı kabul etmemiz
gerekecektir. İkincisi, eski metinlerden
yola çıkarak günümüz insanının yaşam gerçeğine ve beklentilerine cevap
veremeyiz. Ancak, hoşumuza gitse de gitmese de, Arapça ve Farsça tamlamalarla
yüklü dil, mezmun ve imajlarla bezenmiş sanatlı anlatımı, gerçekçilikten ve
doğallıktan uzak, yapay ve abartmalı tarzı, şekilci ve kuralcı yapısıyla
Divan Edebiyatı bizimdir. İslâm felsefesi ve kültür kaynaklarından beslense
de Türk insanının ruhunu yansıtır. “Saz şairlerimizin
şiirlerini okumalıyız, ama divan şiirini de bırakamayız. Bizim dilimizi asıl
onlar öğretecek, tadına asıl onlar erdirecektir.Fuzûlî’nin gazellerini okurken,
Bâkî’nin gazellerini okurken o Arapça,Farsça sözlerin altında Türkçe’nin
tatlı sesini duymuyor musunuz?Suçu onlarda değil, kendinizde arayın.
Karacaoğlan’a bayılırım ama Nedim’i,Galip’i okurken de kelimeleri her zaman
anlamasam dahi, gene benim dilim olduğunu seziyorum, gene kendi dilimi
duyduğum için yüreğim çarpıyor. Divan şairlerimizin Arapçadan Farsçadan
aldıkları sözler, onların dillerini Türkçe olmaktan çıkarmamıştır. O sözler
birer yabancıdır ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe
kokar, Türk kokar” (16). Hoca Dehhanî, Âşık Paşa,
Ahmedî,Necati,Fuzûlî, Bâkî,Nef’î, Şeyhülislâm Yahya, Nâilî, Neşatî,
Nâbî,Nedim, Şeyh Galip gibi Türk şairlerinin mısra mısra, beyit beyit
işledikleri şiirler, Türk kültür ürünleri olup edebiyat tarihimizde altı
yüzyıl gibi uzun ve görkemli bir geçmişe sahiptirler. Bu ürünleri genç
kuşaklara öğretmek, geçmişiyle köprü kurarak geleceklerini daha sağlam
kurabilmelerini sağlamak da eğitimin görevidir. Kaldı ki Divan Edebiyatından
günümüze kalan pek çok kalıcı değer ve güzellikler vardır. Zirve
şahsiyetlerin, “mısra-ı berceste”denilen
en seçkin, en güzel mısra ya da beyitlerinden yola çıkarak bu metinleri
sevdirip öğretmek mümkündür. “Eski şiirimizin en muteber
divanlarını ele almaya gelmez. Yeknesaklıktan Fuzûlî ve Nedim gibi şairler
bile gözden düşer.En doğrusu bu büyük ruhların berceste mısralarını veyahut
beyitlerini bir antolojide okutmaktır. Çünkü kestirme ve samimi bir hükümle
denilebilir ki eski şiirimizde manzume yoktur, terkip yoktur, hasılı eser
yoktur, yalnız mısralar ve beyitler vardır”(17). “İşte eski şiir hakkında
hüküm vermek lâzım geldiği zaman asıl düşünülmesi lâzım gelen bu attıklarımız
değil, değişen bir zevk ve anlayışı, dildeki bütün bir tasfiye ve tekâmüle
rağmen, bize hâlâ kendilerini bir mükemmeliyet örneği gibi kabul ettiren
mısralar ve beyitlerdir”(18). Şairin, “bazen bir mısra
veya beyit, hatta bütün bir manzume, havada güneş vurmuş bir gemi küpeştesi
gibi hafızamızda birden bire aydınlanır ve biz, bu eski şairlerin yaptıkları
işi bir lâhzada görür ve şaşırırız” (19) dediği örnekler, öğrencilerin
sevebileceği, onların duygu ve hayal dünyalarına girebilecek kadar lirik ve
etkilidir. Aşk derdiyle hoşam el çek
ilâcımdan tabib Kılma dermân kim helâkim
zehr-i dermânındadır. dizelerinde sevgilinin çektirdiği aşk
acılarından hoşnut olan Fuzûlî’nin derman istemeyen ruh hâli, plâtonik aşkın
söylemidir. Ne yanar kimse bana âteş-i
dilden özge Ne açar kimse kapım bâd-ı
sabâdan gayrı beyti ise, şairin yoğun biçimde yaşadığı
yalnızlık duygusunun lirik bir anlatımıdır. Lise ders kitaplarında da
yer alan Su Kasidesinde; Saçma ey göz eşkten
gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara
kılmaz çâre su Dest bûsî arzûsiyle ölürsem
dostlar Kûze eylen toprağım sunun
anınla yâre su beyitlerinde gözüne seslenen şair, gönlünde
tutuşan ateşlere, göz yaşından su saçmamasını, böylesine tutuşan ateşlere
suyun fayda etmeyeceğini belirterek sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürse,
toprağından yapılan çanakla ona su verilmesini istemesi, ince ve zarif
duyguları yansıtan eşsiz bir buluştur. Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı
bahârdan Düştü çemende berk-i draht
itibârdan Bâkî çemende hayli perîşân
imiş varak Benzer ki bir şikâyeti var
rûzgârdan gazelinde Bâkî, giden yazın bıraktığı
boşlukta esen sonbahar rüzgârlarının uğultularını, dört yana savurduğu
yaprakların hışırtılarını duyurur. Ağaçların tepelerinde mağrur dururken yere
düşen yaprakların, kendilerini düşüren rüzgâr ve zamandan (sonbahar mevsimi)
şikâyetçi olmalarını -yüksek mevkilerden düşen insanların psikolojisiyle-
zengin ve derin bir anlam içinde canlandırır. Ders kitaplarının çoğunda
yer alan, şairin renkli ve parıltılı hayal dünyasından ve güçlü duygularından
yansıttığı bu gazelinin yanı sıra; Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi
sal Bâkî kalan bu kubbede bir
hoş sadâ imiş beytinde olduğu gibi atasözü hâline gelen
hikmetli sözleri eğitici niteliktedir. Haddeden geçmiş nezâket yâl
ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş şîşeden
ruhsâr-ı âl olmuş sana dizelerinde sevgiliye, imbikten geçmiş
nezaketle hitap edenNedim’in, onun gül yanaklarını, şarap rengiyle bir tutma
inceliği ve zarafeti; veya, Erişdi nev-bahâr eyyâmı
açıldı gül ü gülşen Çerâğân vakti geldi
lâlezârın dîdesi rûşen Çemenler döndü rû-yı yâre
reng-i lâle vü gülden Çerâğân vakti geldi
lâlezârın dîdesi rûşen dizelerinde ilkbaharın gelişiyle neşelenip
coşarak gül bahçesinde açan güllerin, sevgilinin yüzüyle bir tutması, lâle
bahçesini müjdeleyerek eğlence vaktinin başlayacağına sevinmesi, kısacası
coşkulu ve arzulu ruh hâlini, öğrencilere hissettirmek, onları Lâle devri
eğlenceleriyle bilgilendirmek hem zevk verici hem de öğretici olabilir. Gazel, kaside, mesnevî ve
şarkı şekillerinde unutulmaz şiirleriyle günümüze kadar gelebilen, sanatsal
yetenek ve güçleriyle Divan Edebiyatını zenginleştiren Fuzûlî,Bâkî, Nef’î,
Nedim ve Galip’i tanımak, bir anlamda da saf
şiiri (pure poem) tanımak, şiirin ne olduğunu da anlamak demektir. Divan
şiirinin seçkin beyitleri, bu anlayışa uygun en güzel ve en anlamlı örnekler
olup bilinmesi gerekir. “... Fuzûlî çok derin ve
tesirli lirizmiyle bu edebiyat içinde bir zirve olarak yer alıyor. Bâkî,
renkli hayat tablolarıyla gözleri kamaştırıyor. Nef’î muhteşem ahengiyle
parlak kahramanlık sahneleri yaşatıyor ve sanatkârın psikolojik âlemini
tasvirde dehâya varıyor. Nedim sevimli edası ve ince ruhuyla Divan şiirini
neredeyse halka mal edecek derecede millîleştiriyor ve bugünkü saf şiiri
telâkkisine uygun mükemmel şiirler veriyor. Galip, modern sembolizmi andıran
olgun mısralar işliyor. Bütün bunlar Türk edebiyatı içinde Divan şiirine
ihmal edilemeyecek bir zenginlik kazandırıyor. Bu bakımdan Divan şiirinin hiç
olmazsa seçilmiş mısralarını tanımak bizim için zaruridir”(20). Divan Edebiyatının sözü
edilen parıltılarını, geçmiş yıllarda, liselerde iyi bir edebiyat kültürü
almış, şimdi avukat, mühendis, doktor, banka müdürü gibi toplumda önemli
görevlerde bulunan kişiler zevkle okurdu. Bir Su Kasidesini, bir Kanunî
Mersiyesini, bir Nedim şarkısını tamamen bilirdi veya en az bir iki beyit
ezberinde kalırdı. Ancak, son yıllarda,
çeşitli gerekçelerle eğitim sistemindeki ölçme-değerlendirme ölçütlerinin
kolaylaştırılması, kimi öğretmenlerin eski edebiyat metinlerini, dili ve
konuları sebebiyle gereksiz görüp üzerinde yeterince durmaması, sadece
programdaki zorunluluk nedeniyle geçiştirerek vermesi, günümüz öğrencilerinin
eski metinlerdeki özellikle şiirdeki sanatlı söyleyişin, ince ve zarif
duyguların, orijinal imajların ve estetik değerin farkına varmasını âdeta
engellemektedir. Buna, liselerde üç yıl boyunca ağırlıklı ders saatiyle
okutulan Edebiyat dersine, üniversite giriş sınavlarında üç beş soru kadar
yer verildiği de eklenirse öğrenciyi eski edebiyatı sevmiyor diye suçlamak
haksızlık olur. ÖNERİLER 1. Divan Edebiyatı hakkındaki
önyargılı, küçümseyici ve karalayıcı tavrı ile anlayışı değiştirmek gerekir.
Bu edebiyatı, günümüz anlayışı ve ölçütleriyle değil de kendi döneminin
tarihî, toplumsal ve kültürel koşulları içinde kendine özgü sanat anlayışıyla
kabullenmek, bin yıllık bir medeniyetin kültür varlığı olarak değerlendirmek
daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 2. Geleneksel öğretimde
olduğu üzere, metinleri, kronolojik sıra gözeterek vermek, giderek terk
edilen bir yaklaşımdır. Her yüzyıldan,Divan Edebiyatının özellikle nazım
türlerinde -gazel, kaside, mesnevî, rubaî, terkib-i bend, terci-i bend,
şarkı- önemli eserler vermiş büyük şairler veya nesir üstatları çıkmayabilir
ve öğrencinin ilgi alanına girmeyebilir. Artık, yeni yaklaşımda öğretim
programlarında şairden değil de eserden hareket edilmektedir. Eser merkezli yaklaşım giderek kabul
görmektedir. Öğrenci düzeyine uygun, onu, duygu, düşünce ve hayal yönüyle
geliştiren, sanat değeri taşıyan eserler, onun hem zevk almasını sağlayacak
hem de, kitap okuma alışkanlığı kazanıp kültürü, eski-yeni ayrımı yapmadan
bir bütün olarak görüp tanımasına olanak sağlayacaktır. 3.Zamanın,Divan Edebiyatı
üzerindeki aşındırıcı ve yıpratıcı etkisi dikkate alınarak öğrenciyi bu
edebiyatın metinlerini anlamaya düşünsel ve ruhsal açıdan hazırlamak yararlı
olur. 4. Öğretim programlarına,
öğrencilerin ilgi, ihtiyaç, zevk ve beklentilerine cevap verebilecek, dili ve
anlatımı yalın, estetik ve didaktik değer taşıyan metinlerin seçilmesine özen
gösterilmelidir. 5. Türk Dili ve Edebiyatı
öğretmenlerinin Divan Edebiyatıyla ilgili birikimleri, öğretme yöntemleri ve
bu edebiyata yaklaşımları, öğrencilere bu edebiyatın metinlerini sevdirip
öğretmede büyük önem taşır. Öğretmen “Metinler eski, dilleri anlaşılmaz”
zihniyetiyle konuları geçiştirerek veya tek başına özetleyerek vermek yerine
okutacağı metni döneminin veya yüzyılının kültürünü, zevkini, anlayış ve
duyuşunu, dil ve anlatım özelliklerini, kısacası, bir sanat olayı olarak
tanıtmayı amaçlamalıdır. Metni, soru-cevap tekniğiyle -eğer bağdaşıyorsa- günümüz
yaşamıyla bağlantı kurarak öğrenciyle birlikte işlemesi etkin ve yararlı bir
yoldur. 6. Özellikle aruz
kalıplarını öğretmede izlenen ezber yöntemi terk edilmelidir. Öğrenci, aruz
kalıbı ezberlemekle korkutulmamalı, önemli sayılan ve çok yaygın kullanılan
aruz kalıpları, en güzel beyit ve dizelerde uygulamalı olarak verilmelidir.
Bugün bazıları şarkı formunda okunan bazı beyitler, bellekte kalıcılığı
açısından öncelikle tercih edilmelidir. 7. Sınavlarda, dili ağır,
anlatımı mecazlı ve sanatlı, fikir dokusu karışık metinlerden sorular sorarak
bu edebiyatı, öğrencinin başarısızlığına neden olabilecek bir malzeme
yapmamalıdır. 8. Divan Edebiyatının en
güzel beyitlerinden oluşan, öğrencinin anlama-kavrama kapasitesine uygun,
dili yalın örneklerden oluşan, çevirisi sağlıklı, Millî Eğitim Bakanlığı
tavsiyeli bir antoloji oluşturarak öğrencinin yararına sunulabilir.
(*)Doğu Akdeniz Üniversitesi, Fen Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1)İsmail Ünver,“Eski Türk Edebiyatıyla
İlgili Sorunlarımız”, Türk Dili
Dergisi, Ağustos, 1993, Sayı:500, s.119-121. (2)Kenan Akyüz, “Modern Türk Edebiyatının
Ana Çizgileri”, Türkoloji,
C:II,Ankara, 1965, Sayı:1, s.17. (3) Kenan Akyüz, a.g.m., s.24. (4)Ünver, a.g.m., s.123. (5)Âgâh Sırrı Levent, Dil Üstüne,T.D.K.Yayınları, Ankara, 1973, s.111. (6)Levent, a.g.m., s.111. (7)MehmetKaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1993, s.160. (8) Mehmet Deligönül,“Divan Şiirinden
Günümüze”, Türk Dili Dergisi,Aralık,
1976, s.94. (9) Adnan Siyadet Tarlan, “Ali Nihat Tarlan Hayatı ve Eserleri”,
KültürBakanlığı Yayınları, Ankara, 1995, s.96. (10) Ünver, a.g.m., s.123. (11)Ünver, a.g.m., s.124. (12)Rüştü Şardağ, Klâsik Divan Şiirimiz, İstanbul, 1976, s.10. (13)Hikmet Dizdaroğlu, “Divan Şiirini
Sevdirmek”, Türk Dili, Aralık
1976, s.688. (14)Ünver, a.g.m., s.122. (15)Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, MEB
Yayınları, İstanbul, 1969, s.187-188. (16)Nurullah Ataç, Günlerin Getirdiği,Akba Kitapevi, İstanbul, 1946, s.34. (17)Yahya Kemal, Edebiyata Dair,İstanbul Fetih Cemiyeti,Baha Matbaası, İstanbul,
1971, s.259. (18) Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., s.186-187. (19)Tanpınar, a.g.e., s.147. (20)Vasfi Mahir Kocatürk, Divan Şiiri Antolojisi,Varlık
Yayınları,İstanbul, 1947, s.5. |
İçindekiler...o
Kâzım
Karabekir Eğitim Fakültesinde “Okul Deneyimi” Uygulaması ve Sonuçlarının
Değerlendirilmesi o
Fizik
Konularının Kavratılmasında Görsel Öğretim Materyallerinin Önemi o
Okul
Psikologluğu ve Okul Psikolojik Danışmanlığı Meslekleri: Karşılaştırmalı Bir
Çalışma o
Fen
Bilimlerinde Değerlendirmenin Önemi o
Bazı
Avrupa Ülkelerinde ve Türkiye'de Zorunlu Eğitimde Yönlendirme Çalışmalarının
Değerlendirilmesi o
Türkiye’de
Eğitim Yöneticilerinin Yetiştirilmesi Süreci o
Yirmibirinci
Asrın Başında Balkanlarda Yaşayan Türkçe o
Divan Şiiri Öğretimi
Üzerine o
Lise
Resim Dersi Öğretim Programının Çağdaş Sanatsal Eğitim Bağlamında
Değerlendirilmesi o
İlköğretim
Öğretmeni Adaylarına İlkokuma-Yazma Çalışmaları ile İlgili Pratik Öneriler o
Eşrefzâde
Mehmet Şevketi’nin Medrese Talebelerinin Durumlarına İlişkin Görüşleri ve Çözüm
Önerileri © T.C. MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığı |
[ yukarı ] |