MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ

Sayı 155-156

Yaz-Güz 2002


Tarih Biliminin Tarihçesi Çerçevesinde; Çeşitli Tarih Felsefeleri, Postmodern Söylem ve Küresel Bağlamda 'Tarih'in Konumu

Tahir Erdoğan ŞAHİN*

 

Sosyal ya da fen bilimleri olsun, herhangi bir bilime ilişkin konu ve olguların ortaya çıkması, o bilimin bilincinin de ortaya çıkması anlamına gelmez. Bilimsel olguların ortaya çıkışından sonra ise bu bilimsel anlayışlar,  bilgi birikimine bağlı olarak sürekli gelişirler. Bilimlerin gelişmesinde, toplumların yaşama biçimlerinin, ihtiyaçlarının, anlayışlarının etkin olduğu ortadadır. Tarih bilimi de farklı anlayışlara bağlı biçimde gelişme göstererek bugüne kadar gelmiştir. Doğrudan tarih yazmamış olsalar bile, tarih felsefesi adına görüş bildiren düşünürleri de bu eksen içinde ele almak gerekir.

Tarih biliminin kendi geçmişi ele alınarak; yazılan tarih çeşitlerini, görüşlerini ya da felsefelerini gruplandırarak vermek, tarih biliminin gözle görülür bir gelişme gösterdiğini, toplumsal anlayışlara bağlı olarak farklılaştığını ve birbirinden farklı yorumlara yol açan felsefî yaklaşımların olduğunu göstermektedir. Aşağıda; tarih biliminin tarihçesi verilip bazı felsefî düşünceler üzerinde durulmuş, günümüz postmodern söylemlerde “tarih”e ilişkin eleştirilerin niteliğine değinilmiştir. Ayrıca, küresel dönem içinde genel tarih anlayışlarının yeniden gözden geçirilmesinin gereği vurgulanmıştır.

I- İLK ÇAĞ UYGARLIKLARINDA ve ORTA ÇAĞ AVRUPASINDA TARİH YAZIMI

Tarih bilimi,genel anlamda geçmiş zamanlardaki olayların bilinmesi ve kayda geçirilmesi şeklinde ele alınır ise en eski tarih yazımının Sumer’de başladığını(1), yazıyı kullanan diğer Mısırlılar ve sonra da Hititlilerde de devam ettiğini söylemek mümkündür. (2) Çünkü, İlk Çağ uygarlıkları içine giren toplumlara ait belgelerin bir kısmı, kendi yazılışlarından önceki zamanlar hakkında çeşitli bilgiler vermektedir. Ayrıca, Uzak Doğu (Çin) ve Hintlilerin eski dinî metinlerinde ya da çeşitli İlk Çağ toplumlarının yazılı veya sözlü kültür verileri arasında az da olsa, tarih diyebileceğimiz bilgilere tesadüf edilmektedir.

Eski uygarlıklar; hayatı, yaratılışı ve insana ilişkin geçmiş zamanları, kozmolojik bir anlayış içinde tasavvur etmişlerdir. Bu anlayışta, anlayışın kendisi, o insanların pratik hayatları kadar gerçektir. Dolayısıyla Tanrı, din, yaratılış, insan ve geçmiş, doğrudan “olgu”durlar. Bunların açımlanması, yorumu, özellikle de ideolojik belirlemeleri yoktur.

Bugünkü bakış açısıyla, en eski geçmişin tarihe ilişkin verilerini yalnızca tanımlama çerçevesinde kalmak kaydıyla; kozmolojik – teolojik – mitolojik bağlam içinde görmek mümkündür. Bu anlayış çerçevesinde sunulan yazımların karakteristik niteliği “Haberci Tarih”tir.

Uygarlık Döneminin sonraki evrelerinde giderek artan yazılı-yazısız kaynakların varlığı, bu varlıkların ayrı ayrı toplumlar tarafından tanınması süreçlerinin yoğunlaşması, o oranda geçmişe göndermeleri sıklaştıacak, bir taraftan da bazı gezici bireylerin tanıdıkları farklı toplumları kendi toplumuna tanıtmaları mümkün olabilecektir.

M.Ö. VI.yy.da Eski Yunan’daki ilk öncü tarihçiler, Miletoslu Hecetalos gibi gezginlerdir.

Tarihin mitolojilerinden arındırılması çabası içinde yazılan eser ise Heredotos’a (M.Ö. 460-395) aittir. Daha sonra Thukydides,  “Peloponnesoslular ile Atinalıların Savaşı”  adlı eserinde, kişilere maledilen bazı hayalî diyaloglar içermesine rağmen, olayların incelenmesinde bazı usûl ve teknikler ortaya konulabilen bir üslûba sahiptir. Eski Yunanlılarca başlatılan bu tarih yazıcılığına Romalı bazı tarihçiler tarafından devam ettirilmiştir.(3)Bunlardan Polybos (M.Ö. 200-120), Thukydides’in çizgisini takip ederken, Kaisareialı Evsebios,  yazdığı “Yunanlıların ve Barbarların Evrensel Tarihinin Kısa ve Kronolojik Özeti” adlı eserinde (o dönem Hristiyan tarihçilerinin aksine) kendine özgü bir anlatım görülür. Bir bütün olarak bakıldığında, Yunan-Hellen-Roma tarihçiliğinde; önceki dönemlerden farklı olarak; İnsanın kendi etkinlikleri ele alınmış, ancak, Yunan felsefesinde tarih tasarımına yer verilmiştir. Her ne kadar Heredotos doğrudan bir tarihsel bakış açısına sahipse de, Thukydides’ten itibaren asıl gerçeklik değişmez, öncesiz-sonrasız tözsel varlıktır. Tarih ise geçici alandır. Bu nedenle tözcülükle tarihselcilik bağdaşamaz. Collingwood “Yunan-Roma tarih yazımı bir şeyin nasıl meydana geldiğini hiçbir zaman gösteremez...” demektedir (1990, 61). Bunların yanı sıra Çin’de Ssu-mâ Ç’ien (M.Ö.145-86), Pan ailesi (M.S. I. yy) ile Du’yun (732-812) da tarih biliminin gelişmesine katkıda bulunan önemli kimseler arasındadırlar.

Orta Çağ içerisinde Batı, büyük ölçüde kendi perspektifleri doğrultusunda algıladıkları Klâsik Öğreti ile Hristiyan kültürünün etkisinde kalmıştır. Hristiyanlık, St. Thomas Aquinas gibi önde gelen düşünürlerinin sayesinde kendine özgü felsefi bir atmosfer yaratırken, eski “töz” kavramının yerini “Tanrısal istek” alarak, insan etkinlikleri tümüyle Tanrı’nın yaptırım gücüne havale edilecektir. Yine de, Hristiyan ilkelerle yazılan tarihler, bu dinin evrensel söylemlerine bağlı olarak tüm insanları kapsayıcı bir anlayışla ele alınacaklardır.  Willehardouin, Jean de Joinville, Jean le Bel, Jean Froissart   vs. Orta Çağ Batı dünyası tarihçilerinin önde gelenlerinin bazıları arasındadırlar.

Batı’nın Yunan’da başlayıp Orta Çağ’da devam eden tarih anlayışı dinî-mitolojik eksenden salt dinî eksene kayarak gelişir. Ancak, tarih yazımında Orta Çağ tarihleri, Hellen ve Roma’nın devamıdır. Nakilci ve öğretici bir üslûbla ele alınmışlardır. Yeryüzündeki beşerî olayların “tanrı” merkezli olarak işlenmesi, bu doğrultuda sınıflandırmayı getirdiği gibi, rivayetlerin eleştirisinin yapılmaksızın, olgular aynen nakledilmişlerdir.

Rivayetçi veya hikâyeci adı verilen tarihlerde yer ve zaman belirtilmesi dışında masala benzer bir özellik görülür. Olayların doğruluğuna ilişkin belgelerin kritiği de yapılmamıştır. (Örn. Heredotos, Homeros, İslâm dünyasında Taberî).

Öğretici (doktriner) veya faydaya yönelik (pragmatik) tarihçilikte daha çok “ibret alma” olgusu ön plândadır. Bu nedenle ulusal tarihler övünülerek, hatta abartılarak verilir. Buna bağlı olarak, olaylar “büyük adamlar” ekseninde gelişir. Amaç, olaylardan ders çıkarmak olduğu için, “tarih tekerrürdür” görüşü güç kazanmıştır. Pragmatik tarihçiliğin belli toplumları öğmeye, belli kişileri ön plâna çıkarmaya olan gayreti, bu anlayışı o oranda bilimsel olmaktan uzak tutmuştur. Bu anlayışa uygun en eski örnekler arasında Thukydides, Polybos, Facitus ile tanınmış kişilerin hayatlarını ele alan Plutarkhos sayılabilir. Orta Çağ Hristiyan dünyasındaki tarihçilerin hemen hepsi de bu kategoriye alınabilir. Ancak, olaylar karşısındaki soğukkanlı tavrıyla Commynes (1445-1509). Rönesans’ın habercisi konumundadır. (Halkın, 1989, 70)

II- İSLÂM DÜNYASINDA TARİH YAZIMI

İslâm’da tarihçiliğin gelişimi, temel kaynakların, yani Kur’an’la ve hâdiselerin kaydıyla başlar. Bizzat Kur’an’da çeşitli kavimler, dinler ve peygamberlerle ilgili bilgiler verilirken, aynı zamanda ilginç yorumlar yapılmıştır. Hâdiselerin toplanması işi, Hz. Muhammed’in yaşadığı devri içine aldığı için, bu çalışmalar o zamanki İslâm tarihinin yazılması da demek olmuştur. Doğrudan İslâm tarihi yazımına geçiş teşkil eden çalışmalar, siyer, megazî, tabakât ve tercim   türü kitaplardır. İlk siyer yazarları olan Ürve, Eban b. Osman ve Zühri  gibi kişiler, Hz. Muhammed’in hayatına ait bilgileri toplayıp yazılı olarak kaydetmişlerdir.

Hz. Muhammed’in hayatını konu edinen çalışmalar, onun yakın çevresini, ilk Müslümanları, arkadaşlarını, savaşçıları, yaşadığı zamanı ve olayları, hatta Reşîd Halifeler dönemini de içine almışlardır. Bütün bunlar, hem İslâm tarihinin kaynakları hem de ilk İslâm tarihi  yazım başlangıçlarıdır. (Hizmetli, 1991, 10 vd.; Sıddıkî, 1982, 81 vd.)

İslâm tarihçilerinin Hz. Muhammed devrini daha iyi anlamak istemeleri, onları İslâm öncesi uygarlıkları tanımaya yöneltmiştir. Siyer ve magazî kitaplarının yanısıra futûh kitapları ve Peygamberler Tarihi  yazma geleneği İslâm tarihçiliğine eklenmiştir. Genel tarihçiliğe doğru giden bu çalışmalar sonunda rivayetçi tarih yazıcılığı,  yani vakanüvistlik başlamıştır.

Rivayetçi tarih yazımında, olayların ortaya çıkış nedenleri üzerinde durulmayıp olduğu gibi nakledilirler. İslâm toplumunun ilk üç yüzyılı içerisinde egemen olan tarihçilik budur. Tarihçi Taberî  (ölm. 923) vakanüvist İslâm tarihçilerinin en çarpıcı örneğidir.

İslâm tarihinin bir bilim olarak ortaya çıkması, VIII. yy. sonunda yazılan eserlerle başlatılır. IX.yy. ise diğer İslâm bilimlerinde olduğu gibi İslâm tarihçiliğinde de bir dönüm noktasıdır. Bu yüzyılda, daha önceki mevcut İslâm tarihi kaynakları bulunup değerlendirilmiş, büyük hacimli eserler yazılmıştır. Yazılan bu eserler İslâm Tarihi’nin köklü bir bilim dalı olması ve gelişmesi yönünden önemli rol oynadılar. (Şahin, 1993, 11 vd.; Togan, 1950, 59; Şeşen, 1998, 21).

Bu tarihlerin ilk örnekleri -genel tarih- niteliğini taşır. Sonraki örnekler içerisinde zaman, mekân ve toplumla sınırlı olarak yazılanlar bulunmaktadır.

X. yy.dan itibaren yazılan İslâm tarihleri içinde, konuların tenkitçi biçimde ele alındığı örnekler ortaya çıkar: Yakubî, El-Birunî, İbn Haldun  bu grupta yer alır.(4)

XI-XVII. yüzyıllar arasında Arap tarihçileri yanı sıra diğer Müslüman uluslardan birçok büyük tarihçi yetişmiştir. Bu ilim adamlarının önemli bir kısmı, olayları oldukça akılcı ve bilinçli olarak yorumlamışlardır. İslâm dünyasının bilim adamları ve tarihçileri Batı dünyasını da etkilemiş ve onların ufuklarının açılmasına neden olmuşlardır. XVII.yy’a çeşitli alanlarda yaptıkları yeniliklerle giren Batı, İslâm ülkeleriyle daha yoğun ilişkilerde bulunmuşlardır. Bu ilişkiler içinde İslâm Dünyası da Avrupa’da ortaya çıkan yeniliklerden etkilenmiş, bu etkilenme tarih kitapları yazımına da yansımıştır.

XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın başlarında islâm tarihi alanında önemli sayıda araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalarda İslâm bilim adamları yanı sıra Müslüman olmayan Batılılar da yer almaktadır.

GÜNÜMÜZ TARİH YAZIMININ KISA GEÇMİŞİ

Avrupa’daki Rönesans-Reform hareketleri ve sonraki zamanlar içerisinde ele alınan tarihlerin nitelikçe değiştiğini; belge, tespit ve tahlillerin giderek önem kazandığı görülür. Tarihin bilimsel temellere oturtulması gayretleri yanında, tarih bilimine yardımcı olacak bilimlerde de önemli ilerlemeler kaydedilir.

Örneğin, J.J Scaliger (1540-1609) kronolojiyi düzenlerken, J. Mobillon (1623-1707) diplomatiğin, Bernard de Montfaucon (1655-1741) paleografinin temellerini atmışlardır.

Tarihsel olayların gelişiminde toplumun ve toplumsal yapıların gözönüne alınması, olaylarda belirli yasaların tespitinin yapılması yönünde ilk özgün çalışma İbn Haldun’a aittir. İbn Haldun’un “sosyal tarih” anlayışı, XVIII. yy. dan itibaren benzer biçimlerde Batılı bilim adamlarında da görülecektir.

Avrupa’da Orta Çağ düşünüründen kopma çabaları içerisinde bilimlere bakış açısı değiştirilirken, tarih anlayışına da yeni boyutlar kazandırılır. XVII. yy başında Bacon, kendi bilgi haritasını imgelem, aynılık ve bellek diye ortaya koymuş, bunları felsefe, şiir ve tarihle örtüştürmeye çalışmıştır. “Bellek”ten hareketle tarihi ele alması, her ne kadar geçmişi yeniden keşfetmeye yönelik bir anlayış olarak Orta Çağ düşünce hatalarından kurtulmasını sağlasa da, tarihi salt anımsama düzeyinde görmesi, onun belirsiz bir tarih tasarımı kurmasına neden olmuştur. Çünkü, anımsamanın olduğu hâllerde tarihsel soruşturmaya gerek olmaz. Ancak, anımsanma olmadığı zaman tarihsel soruşturma, araştırma, belge bulma ihtiyacı olur, Bacon, tarih için herhangi bir ilke ve yöntem göstermediği gibi, tarihin anımsanmasında ortaya çıkacak eksikliklerin nasıl giderileceği konusunda da herhangi bir soru sormamıştır (Collingwood, 1990, 73-74).

Aynı yüzyıl içinde Descartes, kendine özgü kuşkuculuğu ile daha çok doğa bilimlerinin gerçekliği üzerinde durmuş, tarih konusunda belli-belirsiz ifadeler kullanmıştır (Descartes, 1967, 8). Ona göre tarihçi, başka yüzyılların insanlarıyla konuşan bir yolcudur. Başka zamanların ve halkların geleneklerini bilmek iyi olsa da kişi kendi toplumunun ve çağına yabancılaşır. Kaldı ki tarihçi, çeşitli gerçekleri atlayıp bazı konuları abartırlar.

Bugün için tarih biliminin geldiği noktada Descartes’in ciddiye alınamayacağı açıktır. Kendi yüzyılında da tarihçiler, kendi tarih yazımlarını yeni yöntemlerle devam ettirmişlerdir. Hatta, Descartes’in felsefi kuşkuculuğu ve eleştirel ilkelerinin tarihe uyarlanma çabalarının yararları dahi olmuştur. Benedictus tarikatından bir grup olan Bollandistler, kaynaklar sorununda ve rivayetlerin gelişme biçimlerinde abartılmış öğeleri atıp eleştirel biyografiler yazmışlardır. Onların kaynak ve olayları bilmemize aracı olan nesneleri kritik etmeleri oldukça önemlidir. Tarihçilerin ortaya koydukları bu yöntemi Leibniz, Eski Çağ ve Orta Çağ felsefi düşünürlerinin gelişimine uyarlamış, “her zaman bilinmiş olan kalıcı ve değişmez hakikatleri koruyup geliştirerek yeni ilerlemenin sağlandığı sürekli bir tarihsel gelenek anlamındaki felsefe anlayışı” oluşturmuştur (Collingwood, 1990, 78). Bu yaklaşım, felsefe – tarih ilişkisini ortaya koyduğu gibi, tarih dışı bilimlerin  anlaşılmasında tarihin kavranmasını önemini vurgulamaktadır.(5)

İtalyan bilim adamı Vico (1668-1744), döneminde varılan anlayışın ışığında, tarihin, doğal olaylar gibi bazı yasalara bağlı olarak ilerleyebileceğini savunur. Ona göre tarihsel süreç, insan topluluklarının ve onların kurumlarının (dil, gelenek, hukuk, hükümet vs.)tarihidir. Böylece Batı’da (İbn Haldun’dan üç yüzyıldan daha uzun bir süre sonra, fakat ondan habersiz ve bağımsız olarak) ilk kez tarihin ne olduğuna ilişkin modern bir tasarım sunulmuştur. Vico, bugün için yüzeysel görülen, ancak o dönem için devrim sayılacak nitelikte fikirler ileri sürebilmiş; birincisi XVII. yy. sonunda tarihçilerin eriştiği eleştirel yöntemle gerçekleştirilen ilerlemeyi çok iyi değerlendirmiş (Collingwood, 1980, 80-85) ; ikincisi geniş bir tarih felsefesi çerçevesi oluşturmuştur.

Avrupa “Aydınlanma” döneminin düşünürü Montesquieu, insan aklının özgür buluşlarını ve davranışlarını görmezden gelerek, olayları doğal nedenlerin zorunlu etkileri olarak görse de, insanın çevresiyle ilişkisini ve siyasal kurumların temelindeki ekonomik etkenleri vurgulaması önemlidir.

XVIII. ve XIX. yy. larda tarih alanında Klâsik eserlerin ortaya konulduğu, yalnızca belgelerin derlenip incelenmesiyle yetinilmeyip geçmişin çok yönlü açılardan ele alındığı görülür. İngiliz tarihçi Edward Gibbon (1737-1794)’un “Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi”, Leoplold von Ranke’nin “1494’ten 1514’e Latin ve Germen Halklarının Tarihi” bu türdendir.(6)

Voltaire’in “XIV. Louis Asrı” (1751) ile “Gelenekler Üzerine Deneme” (1756) adlı eseri, siyasî ve dinî olayların kapsamı dışında kalan konuları da ele alan girişimlerin bir ürünüdür.

“Tarih Felsefesi” kavramını ilk kez kullanan Voltaire olmuştur. Ancak, bu kavramı; tarihin konusu, kapsamı ve niteliği üzerine bir çatı kılmak yerine, kendi öznel düşüncelerine özgü bir tarihsel anlayış tipi olarak vurgular.

Voltaire, Aydınlanma Dönemi’nin “ilerleme” fikrinin önde gelen yanlılarındandır. İlerleme fikrini tarih anlayışının önüne koyan Concorcet’in “Esquisse”i, Voltaire’nin fikir ve ilkelerinin geliştirilmiş hâlidir (Gökberk, 2000, 166). Esas olarak Voltaire, olayların zincirleme gelişmelerin değil, kültürlerin oluşumu (gidişi) ve bağlantılarının önemli olduğunu, tarihte de doğa bilimlerinde olduğu gibi yasaların olabileceğini ifade eder.

XVIII. yy’ın sonunda Harder ve Kant’ın tarih anlayışları ve felsefeleri, kendilerinden sonraki kurum ve kişiler üzerinde önemli etkiler bırakmıştır (Özlem, 1995, 51 vd.; Collingwood 1990, 102; Gökberk, 2000, 166). Bu döneme kadar tarih felsefesi, yaşanmış geçmiş üzerine çeşitli felsefi söylemleri ve filozofların öznel yaklaşımları olarak işlenirken bundan sonraki süreçte doğrudan tarih bilincinin ve tarihçinin bilgi elde edişini sorgulayan, tarihin ilke ve yöntemlerini eleştiren, bu bilimin bilgisini çözümleyen düşünceler önem kazanmıştır (Özlem, 1995, 11).

Herder’de tarih anlayışı:1784-1791 yılları arasında yayınlanan İdeen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit* adlı eserinde Herder, evren ve yerin konumu üzerindeki düşüncelerini açıklar, O’na göre dünyanın genel yapısı, daha yüksek organizmalar halinde tasarlanmış evrenin düzenine uyumlu bir parçası olarak yer almıştır. Tarih, doğa içinde sıralanmış basamakların bir sürüp gitmesidir. Doğa ile tarih birbirine bağlı, evren içinde birbirini takip ederek oluşan iki basamaktır. Bu nedenle tarihin yasaları yüksek doğa yasalarından başka bir şey değildir.(7) Sürekli gelişme hâlinde olan yeryüzü, insan yapısını biçimlendirmede büyük bir rol oynar. Evrenin evrimi içinde insan, yer yüzünün bileşeni ve en gelişmişi (mikro kosmos) dir.

İnsan, dik durması ve dik yürümesiyle diğer tüm yaratıklardan ayrılır. Dik duran insan aklın sahibi olup; dil, sanat, konuşma gibi etkinliklerde bulunmuştur. İnsan, tüm yeryüzünün egemeni olarak humanite  ve din için biçimlendirilmiştir. Herder’de temel bir kavram olan hümanite, insanı öteki yaratıklardan ayıran çizgilerin bütünüdür.

Herder’in “evren”, “insan”, “doğa-tarih”, “hümanite”, “organik güçlerin dönüşümü – gelişimi”, “Tanrısal göç” vb. birçok kavramı içeren anlatımları ve açıklamalarının günümüzde hâlâ verimli, zengin ve değerli düşünceleri içerebildiği söylenebileceği gibi afakî söylemler olarak da ele alınabilir. Bütün bunlar, tarih felsefesi adına, daha çok geçmişe yönelik anlamayı öncelleyen görüşlerdir. Bir başka deyişle “yaşanmış geçmişin felsefesi olarak tarih felsefesi” dir. XIX.yy’a kadar da bu tür tarih felsefeleri gündemde olmuştur. Aynı yy.ın ikinci yarısında doğrudan “tarih biliminin felsefesi” yapılmıştır (Özlem, 1995, 11).

Birinci bakış açısıyla (bir üst bakışla) insanlık tarihi hakkında kapsayıcı olma çabasında bir felsefî sistem kurulmak istemişken; ikinci bakış açısıyla “tarih; biliminin ve tarihçinin bilgi elde etme etkinliğini sorgulayan, tarih biliminin dayandığı ilke ve yöntemleri eleştiren ve giderek – tarihsel bilgi – nin nitelik, hatta olabilirliğini çözümleyen bir tarihsel bilgi eleştirisidir.” (Özlem, 1995, 11).  Her ne kadar Herder, ikinci anlamda tarih felsefesinin tüm niteliklerini karşılayacak doygunlukta belirlemelerde bulunmamışsa da, bu anlayışın ilk özgün yaklaşımlarını, eserinin ikinci bölümünden itibaren belirtir. “Ulus” kavramını konu alan Herder, yeryüzünün her yanına dağılmış olan ulusların çok çeşitli ve renkli dış örgütlerinin bir tablosunu çizmiştir.

Önceki dönemlerin tarih anlayışları belli / total kavramlarla sıfatlanabilirken, bu yüzyılda hemen her düşünürün kendi düşünce yapılarıyla özdeşleşen tarif felsefeleri geliştirilmiştir.

“Alman İdealizmi ile Romantizm” adı verilen bir dönemde yer alan filozoflar kuşağı içerisinde J. G. Fichte, Schelling, Hegel, Schleiremacher, Novalis, A. Müller, F.r. Schlegel’in tarih üzerine zengin  söylemleri bulunur (Özlem, 1995, 60-69; Bernheim 1936, 4 vd.). Fransa ve İngiltere’de etkin olan XIX.yy. pozitivistleri, doğa bilimlerine duyulan büyük hayranlık ve güvenle, tarihi de bir “yasa bilimi” olarak konumlandırma gayretlerinde olmuşlardır. Kânt, Hegel, Marx’ın görüşleri, XX.yy.da yeni revizyonlarla ve zenginleştirilerek devam ettirilmiştir.

Hegel’in “Felsefî Dünya Tarihi” Anlayışı ve Eleştirisi: XIX. yüzyıl;diğer sosyal ve tabiî bilimler gibi, tarih biliminde de oldukça yoğun araştırmaların yapıldığı, çeşitli tarihçilik anlayışlarının ortaya konduğu, bu hâliyle XX. yüzyıl tarihçiliğini belirleyen bir dönem olmuştur. Dönemin ünlü düşünürü Hegel, doğrudan tarihe ilişkin olarak ortaya koyduğu  fikirlerinde üç tarih yazımını üç grupta toplamaktadır(8)

a) Kaynaktan tarih,
b) İrdelemeci / yorumlayıcı tarih (reflektierte)(9) tarih,
c) Felsefî tarih

I. Bunlardan birincisi için Heredotos ve Thukydides’i örnek gösteren Hegel, kaynaktan tarih  türü yazanların, yazdıkları olaylarla bütünleştiklerini, kendi varlıklarının ele alındıkları verilerin bir parçası olduğunu vurgular. Bu tarih yazarlarında, başkalarının anlatımları da kendi tarihlerinin bir parçasıdır. Gerçekte çoktan olmuş bitmiş, hatta unutulabilir nitelikteki olaylar, bu tür yazarlar tarafından olduklarından farklı biçimde (kendi algılamaları seyrinde) bir alana yansıtılıp ölümsüzlükleri sağlanmıştır. Dolayısıyla, “Bu tür kaynaktan tarih yazarları, kendilerinin de içinde bulundukları olay, eylem ve durumu, tasarıma seslenen bir tasarım yapıtına çevirirler” diye yazan Hegel, kaynaktan tarih yazıcılığından şu sonuçları çıkarır (Hegel, 1995, s.13):

1) Bu tür tarihlerin dış kapsamı geniş olamaz. Öz malzemesi, insanların kendi yaşantılarında ve şimdiki ilgilerinde yaşayan, kendi çevrelerinde canlı olarak bulunan şeydir. Yazar, az ya da çok, katıldığı, en azından başkalarıyla birlikte yaşadığı şeyi anlatır. Konusu, kısa zaman aralıkları(10) ve insanlarla olayların şahsî biçimleridir. Tablolarında kimsenin üzerinde durmadığı tek tek çizgileri bir araya getirirler. Amaçları, kendi ya da başkalarının eksilerine dayalı öyküleri kendilerinden sonrakilere de canlandırtmaktadır.

2) Bu tür tarih yazarlarında ele alınan olaylar, yazarın bilgi ve yeteneğiyle aynı ve bir olduğu için, yani onunla örtüştüğü için, olaylar üzerine objektif değerlendirmeye ihtiyaç olmamaktadır.(11)

3) Yazar, kendi yorumlarıyla olayların bilincine ermez. (Ele aldığı olay ve kahramanları) kendi seyrinde ve aynıyla – konuşmaya bıraktıkları için, “...olayların tözsel* tarihi, yani tini** incelenmek, bu ulusların içinde, onlarla birlikte yaşamak, yaşamış olmak istenirse, o zaman böyle kaynaktan gelen tarih yazarları inceden inceye incelenmeli, uzun uzun okunmalıdır. Böylece bir halkı ya da hükûmetin tarihi taze, canlı, ilk elden edinilir.” (Hegel, 1995, 15).

4) Bu tür tarih yazarlarının (Herodotos, Thukydides, Xenophon, Polybius, Caesars Comentarii) var olması için yalnız bir halkta kültürün yüksek dereceye varması yetmiyor , fakat aynı zamanda bu yazarların tinsellikte bilgin kişilerle yalnız kalmamaları, devlet yöneticileri ve kumandayla birleşmiş olmaları gerekiyor (Hegel, 1995, 15).

II. İrdelemeci / yorumcu tarihte, yazar, olayın olduğu zamanın ötesine geçmelidir. Tarihçi, kendi tininden ayrı bir tinsel içerik taşıyan malzemeyi işlemektedir. Burada, yazarın bir bölümüyle tarih yazma tarzından edindiği kurallar, tasarımlar, ilkeler söz konusudur (Hegel, 1995, 17).

Hegel, idremeci – yorumcu tarih yazımının çeşitli türlerini belirtir buna göre;

1) Genel nitelikli tarihler: Bu tür tarih kitapları temelde; resmî tarih yazarlarından, çoktandır ortada dolaşan öykülerden ve tek tek bilgilerden yapılan zorunlu compilationlardır (derleme). Doğrudan tanıklı özelliği olmayan bu tarih türünde, tüm eser tek bir tondadır.

Dünya tarihinin uzun dönemlerini ya da tüm yazılımını göz önünde bulundurmak isteyen böyle bir tarihte, gerçekliğin bireysel seriminden az ya da çok vazgeçilmesi, soyutlamalara gidilmesi, özet çıkarılması, kısaltılması zorunludur.(12)

2) Pragmatik tarih: Yazılanlardan ders alınması istenilen, ahlâki ve siyasî doğruları vurgulamak isteyen; dolayısıyla, geçmiş de olsa şimdiki zaman taşınmak istenen tarih türü olarak özetlenebilir. Ancak, Hegel’in de belirttiği gibi, tarih, ne ahlakî bir görevin sorumlusu ne de neyin haklı neyin haksız olduğu konusunda karar verilecek bir başvuru alanı değildir. Zira, tarihi oluşturan şey, ondan neşet eden yorum ve düşüncelerden ayrıdır. Hiçbir durum ötekinin tümüyle benzeri değildir; bireysel hâller arasındaki benzerliklerin, biri  için iyi olması, diğeri için de iyi olmayabilir. Her halkın konumu farklıdır (Hegel, 1995, 23).

3) Eleştirel tarih: Bu tür tarihte olgu ve olayların yargılanır, tartışılır ve verilerin doğru olup olmadığı konusunda akıl yürütülür. Ne var ki, tarihçinin kendi aklına gelenleri tarihî verilerin yerine koymasından doğabilecek bazı sakıncalar da ortaya çıkabilir. Bu akla gelenler, der Hegel, ne kadar cüretli, yani temelden yoksun, dayanakları, kıt, tarihte belirleyici olanla çelişir durumdaysalar, bize o kadar uygun gözükür. Eğer, eleştirel  tarihin açılımına Hegel’in ki gibi bakıldığında, verilerin az olduğu dönemler hakkında alabildiğine fikir yürütülen kurgusal tarih yazımını da bu gruba katmak mümkün gözükmektedir.

4) Özel tarih: Felsefi – dünya tarihine “geçiş” niteliğinde olduğunu vurgulayan Hegel, bu tür tarihin, bir halkın zengin geçmişinin tüm bağlamı içinde genel bir bakış noktasını ön plâna alarak yazıldığını söyler. Aslında belirtmeye çalıştığı şey “konu” nun esas alındığı tarihtir (Örn. Sanat Tarihi, Hukuk Tarihi gibi) (Hegel, 1995, 15). Eğer temele inilerek ve ilginç bir biçimde işlenirse ve dıştaki önemsiz malzemelere takılıp kalınmazsa, istenilene uygun olabilir, denmektedir. Hegel (1995), dıştaki malzemenin önemli ya da önemsizinin ne olduğu konusunda hangi kritere göre ölçüm yapılacağı -istenilene uygun- deyimiyle neyin belirlenmek istendiğine herhangi bir açıklık getirmez.

III. Hegel’in üçüncü, yani felsefî tarih  yazımına kadar ki tarih yazım tarzlarının tasnifini yukarıda özetlendiği biçimde vermiştir. Tarihin günümüzde yapılan tasnifleri karşısında oldukça eksiktir. Uygun kriterlere bağlı bir tasnifleme olmadığı da açıktır. Düşünürü, kendi zamanını ve bu zamandaki tarih biliminin genel niteliklerini gözönüne alarak mâzur görmek mümkündür. Ancak, Hegel’in tasnifi kendi içinde sunuluş ve işleniş biçimiyle ele alındığında, daha çok sunuluş  itibariyle tutarlı, işleniş itibariyle kaba-saba bir tanımlama kalabalığına sahip olduğu görülür. İkinci olarak, -öznel tarih- diye tanımlamaya çalıştığı türde de görüleceği gibi, Hegel, tarih bilincinin etkinliğini kendi ferdî-merkezî bakış açısıyla görmek isteyen subjektif bir tavra sahiptir. Aslında Hegel’in kendi merkezli bakış açısı gibi gözüken şey, onun dünya görüşüne egemen olan Avrupa merkezli anlayışın tarih felsefesine de yansımış biçimidir. Avrupa merkezciliğiyle bütünleşen Hegel’in, tarih yazım türlerine yalnızca Avrupa için yazılan eser örnekleri vermesinden de anlaşılmaktadır.(13)

Diğer taraftan, Hegel, her ne kadar XIX.yy’ın ilk yarısında, Avrupa felsefî düşünce kuvvetlerince belli bir düşünce kuşağı teşkil etse de (Kendisinden sonra idealist ve materyalist düşünce hareketlerinin önemli bir kesimine referans olmuştur) ele aldığı konular –aslında- anlaşılabilir, hatta basit de alsalar, bulanık tarzda vermeye çalışır bir çaba içinde gözükmektedir. Sezgisel olarak, Hegel’i okuyan kişi de, devasa düşünce ve incelemelerden yola çıkıp bazı özleri yakalayan bir düşünür olmaktan çok, genel – geçer nitelikli olguları bazı söz yığıntılarıyla ve yeni bir biçimde ortaya çıkaran bir üslûp içinde olduğu izlenimini vermektedir.(14)

Hegel’in tarih konusundaki özgün düşüncesi, onun tarih felsefesine değin getirdiği izahlardır. Bizim de asıl üzerinde durmak istediğimiz ‘Hegel felsefesinin temel boyutlarının bilindiği varsayımıyla’ budur.

Hegel, birincisine oranla önem verdiği “reflektierte” tarihi çalışmalarının, bir halkın tarihsel gelişim süreciyle ilişki içinde olduğunu, ancak sorununsa bu bütünün (yani genel sürecin) kavranmasının dış koşullarda aranmasından kaynaklandığını belirtir (daha doğrusu belirtmeye çalışır). Eğer, der Hegel, reflektierte tarih “genel bakış” noktalarını izleyecek duruma gelmişse (burada Hegel, tarihi geliştirmelerin temel kanunlarının anlaşılmasını kastediyor olsa gerek), bu noktaların asıllarında doğru noktalar olmaları koşuluyla, olayların ve eylemlerin onları içeride yönelten ruhunu meydana getirdikleri görülecektir. İşte, Hegel’i felsefî dünya tarihi anlayışına götürecek kapı aralığı da reflektierte tarihçilikten yola çıkıp, olay ve eylemlerin arka plânındaki konuları anlamak yolunda izlediği tutumudur.

Felsefî dünya tarihini reflektierte tarih çalışmalarına bağlayan Hegel, bu bağlantının ayrım noktasında ön plâna getirdiği kavramı; Ruh ya da ide’dir. Ona göre felsefî dünya tarihinin bakış noktası soyut bir genelleme değil, tersine somuttur. Gerekçesi ise, onun (yani felsefî dünya tarihi bakış açısının) sonrasız olarak kendinde olan ve kendisi için geçmiş diye bir şeyin olmadığı ruh  ya da ide’ye (15) tekabül ettirilmesidir. Zira ide halkların ve dünyanın kılavuzudur. Ruh ise olayları gütmüş olan ve güdendir.(16) Olaylara yön veren kanunların özüdür.

...VE DİĞERLERİ: İsveçli Jacab Burchardt (1818-1897) kültür tarihi yanma gayretleriyle, XVIII. yüzyılın “aydınlanmacı” değerleri doğrultusunda kazanılan bilgiler ışığı altında yürümüştür.

Batı da XIX. yüzyıl adeta bir “ideolojiler dönemi”dir. Hümanist Herder, idealist Hegel gibi; Kant, hipotelik açılımlarını, Schiller ise estetik kaygılarını öncelikle ideolojik bir pencereden sunmuşlardır. Jules Mixhelet   romantik; Adolphe Thiers, Alexis de Tocqueville (aynı zamanda modern sosyolojinin önde gelenlerinden biri olarak da) liberal ve deneycidir. Marx, diyalektik materyalizm söylemi içinde geliştirdiği düşüncelerle pek çok bilim adamına esin kaynağı olurken; Alman tarihçi Wilhelm Regcher (1817-1894) ise ekonomi tarihçilerine rehberlik etmiştir (Larousse, 1993, 25).

Antikçağ uzmanı Theodar Momsen’in (1817-1903) kurduğu Alman Tarih Okulu, tarih alanında uzmanlaşma – profesyonelleşme açısından önemli bir adımdır. Bir taraftan kaynak araştırma ve incelemelerini sürdüren tarihçiler, diğer yandan ise çeşitli  felsefî, edebî, sanatsal ve ekonomik anlayışlardan da ilham alıp yararlanma yoluna gittiler.

Dilthey, Lessing, Croce, Popper, Spengler, Tynbee gibi birçokları yanı sıra Frankfurt Okulu Varoluşçular, Yapısalcılar, Neopozitivistler, Hermeneütikçiler ve Post modernistler de çeşitli görüş ve düşünceleriyle tarih bilmi üzerinde yoğun tartışmalara neden oldular.

Pozitivist yaklaşımların egemen olduğu yakın geçmişte, nesnelliğin ön plânda tutulması, tarih de dahil sosyal bilimlerin muğlak görülmesine; bu ise bazı bilimlerin bilimselliğinden şüphe duyulmasına neden olmuştur. Ancak, nesnellerin gerçeklik alanına sembollerle girmesi17, ayrıca, sosyal bilimlerin öncelikle zihinsel bir süreç olduğunun anlaşılması18 ve kesin/mutlak gerçeklik kaygılarından uzaklaşılması yolunda varılan kanaatler, artık sosyal bilimler üzerindeki “bilimsel olma” şüphelerini kaldırmıştır. Pozitivist yaklaşımın şüphesi, nesnel – bilimsel bir yöntemin gereği olmaktan çok, “bilimci” bir anlayışın doğması olarak ele alınabilir.

Tarihin öznesi olan insanın, geçmiş boyutu içindeki sonsuz eylemleri ve bunların değişebilirliği, tarihçiye bir o kadar sayısız değerlendirme ve yorumlar imkânı kazandırmaktadır. İnsanın temel özelliklerinin ve ihtiyaçlarının belirlenebilirliği, mekânların insan üzerindeki etkilerinin anlaşılabilirliği zamanın ise süreçlerin ortaya koyduğu bir olgu olarak algılanabilirliği, kaotik bir geçmişten kurtulup; kaynak ve belgelerle de somutlaştırarak, anlaşılır bir geçmişi bilmemizi sağlayabilmektedir.

Tarih üzerinde yapılan pozitivist spekülasyonlar, yalnızca tarihçinin kendi durduğu alandan hareketle ortadan kaldırmış olması yanı sıra doğrudan pozitivizmin tükenmişliğiyle, bu anlayışın getirdiği eleştirilerin tartışılabilirliği de artık gerekmemektedir.(19)

XX.yy. ortalarında tarih üzerinde yapılan ünlü polemiklerin “nesnellik” üzerinde yoğunlaştığı görülür. Carr, tarihin yalnızca bir nesnel olgular sorunu olduğu inanınca karış çıkar ve bunu çürütmeye çalışır (1987, 14-23). 1961 yılında yaptığı çalışmada; tarih kitaplarının, onları yazan insanlar gibi kendi zamanlarının üçünü olduğu ve bunların yazarlarının da çeşitli dünya görüşlerini, düşüncelerini ve ideolojileri geçmişe taşıdıklarını ifade eder.(20)Buna karşın, G. R. Elton’un (1967) yılında yayınladığı çalışma, tarihin, geçmiş hakkındaki nesnel gerçeği aramak olduğu yönünde kesin bir inancı vurgular.(21) Her iki tarihçinin de üzerinde durmadıkları önemli bir nokta, günümüz okuyucusunun ulaştığı bilgi birikimiyle, okudukları tarih eserlerini kişisel olarak nasıl algıladığıdır. Elbette ki tarihçilerin çalışmalarında, kendi çağının siyasî, ahlâkî anlayışların etkisi kaçınılmazdır. Burada önemli olan, yorumda bulunan tarihçinin öne sürdüğü görüşlerini kanıtlamada, kanıtlama  kurallarına ve dayandığı olgulara ne ölçüde uyduğunu görmektir. Bir başka deyişle, tarihçinin kendi çağının insanı olduğu gerçeği, yaptığı çalışmada nesnellikten uzak olmasını gerektirmez.

POSTMODERN SÖYLEM VE KÜRESEL BAĞLAMDA TARİH

Tarih bilimi üzerinde çok daha etkili polemik ve saldırılar 1980’lerden sonraki postsmodernist dalgayla gelmiştir. Postmodernist söylemcilere göre, tarih, pek çok söylemden yalnızca biridir. “Tarih Nedir?”(22) den çok “Tarih Yapmak Mümkün müdür?” şeklinde bir soru ortaya konmakta (Evans, 1997, 11), bu yaklaşım ise tarihsel çalışmalarda “yaygın bir epistemolojik bunalıma” neden olmaktadır(Harlan, 581-609). Posmodernist-postyapısalcı açımlamada, “dilin kendinden başka hiçbir şeyi aktaramayacağı” şeklindeki görüş, “tarihin erimesi ve doğal olarak tarihsel çalışmaların tehlikeye girmesi”(Sipiegel, 1992, 194-208; Prtner, 1986, 90-117; Evans, 1997, 13) olarak algılanmıştır

Postmodern söylemlerden kaynaklanan eleştirileri bazı tarihçileri gereğinden fazla abartarak, bir bunalım sorunu olarak görmüş, bazı akademisyenler ise tümüyle kayıtsız kalmışlardır. Esasında “post – modern” adı altında belirgin bir teorinin varlığı sözkonusu değlidir. Aksine, Avrupa merkezli bazı egemen teori ve anlayışların eski önemini yitirmesi, bunların yerine yeni teori oluşumlarının da ortaya koyulmayacağı, her temel zihinsel varsayımların kuşkuyla karşılanacağını ifade eden düşünürlerin felsefe, dilbilim, sanat, edebiyat, tarih gibi alanlarda birbirini çapraz koşan bir dizi söyleminden oluşmuştur. Yoğun kuşkuluğun vardığı “nihilizm” ekseninde görülmesi mümkün ve post-modern çerçeveye konulan Nietsche, Saussure, Althusser, Foucoult, Derrida vb. kökenleri aristokrasiden, burjuvaziden ya da (genellikle) sol çizgiden gelen insanlardır. Bu nedenle; “postmodernizm-tarih” ilişkisi ele almak, post-modern ya da çağımızın diğer bilim adamlarının birey olarak tarih hakkındaki düşüncelerini tekil olarak incelemek demektir. Açık bir deyimde, “postmodernizmin tarihe bakışı” yoktur. Post-modern söylem içinde olan bazı düşünürlerin tarih hakkında farklı farklı yargıları vardır.

Tarih bilimi için yapılan eleştiriler karşısında sessiz kalmak, salt arşiv malzemelerine kapanarak antikacı bir edayla çeşitli sorunları (“geçmiş nasıl bilinir?”, “tarihsel nedensellik nedir?”, “tarihsel olgu nasıl tanımlanır?”, “tarihsel gerçeklik var mıdır?” vs.) Klâsik/geleneksel çalışmalara görülerek görmemezlikten gelmek, felsefi eleştirilere işgüdüsel eğilimlerle karşı çıkmak, popülist kaygılarla  “sağduyuya” sığınmak, gerekmez, Oysa ki “ilmü”l-umran” kavramı çerçevesinde ilk işaretleri XIV. yy’da İbn Haldun tarafından ortaya atılan ve daha XIX. yy. da Alman tarihçi Leopold von Ranke’yle birlikte ivme kazanan kaynak – eleştirisi yöntemlerinde, filolojiyle başlayan tarihle diğer bilimler arası ilişkiler; ekonomi, sosyoloji, antropoloji, istatistik, psikoloji, coğrafya vb. bilimlerle devam etmiş, tarih, bu bilimlerden büyük oranda yararlanmıştır. Aynı şekilde, tarihçiler, gösterge bilimi, post-yapısalcı, yeni tarihsici, Foucoult’cu, Lacan’cı ve diğer anlayışları daha dikkatli karşılayabilir (Evons, 1997, 16). Farklı açılımlar değerlendirerek, tarih bilimi anlayışı zenginleştirebilir, Foucoult’tan Baudrillard’a değin, bir dizi bilim adamının görünüşte çok aykırı gelen düşünceleri, küreselleşme dönemine giren tarihçilerin geçmişi daha zengin bir yorumla ifade etmelerine, gelecek dönemin kavranmasına çok daha yardımcı olabilir(23). Kaldı ki postmodernist hareketler büyük ölçüde yalan geçmişin ideolojik değer yargılarının bunalımıyla başgöstermiş ve bir o kadar öznel yaklaşımları içermektedirler. Yeni dönemin (bir anlamda küreselleşmeye giriş devrinin) önümüze koyduğu bunalım, artık olumlu-olumsuz yaşanmışlıklarını ve birikimlerin bunalımı olmaktan çok(24), bu geçmişin temel ideolojik değer kalıplarının / iç dinamiklerinin kendi bunalımıdır.

Günümüzde bilginin paylaşımının artması; herkesi her şeyi bilmesi mantığı üzerinde(25), her şeyi istemenin ve her şeyde kendi özgün düşüncelerini ortaya koymasına neden olmuş gözükmektedir. Bu, küreselleşmenin henüz tam belirgin bir dünya pratiği düzlemine gelmişliğinin sonucu değil, bu düzleme doğru giden yolda, geçiş sürecinin gereğidir diye düşünüyoruz. Tarihe yansıyan yönü ise, demokratik / tüketici kültür içinde her çeşit ve türde tarihlerin yazımıdır.

Meslekten ya da taklidî alışkanlıklarla tarih yazarların birçoğunun çalışması, tarih yazımında “kaotik” bir gelişmeye neden olmuştur. Ne var ki bunca metinlerin satır aralarında ve bazılarının önemli bir oranında, tarihin yeni ve kararlı açılımları için önemli malzemeler bulunabilir. Örnek olarak, bazı mikro-tarihler, geleneksel “egemenler” merkezli tarih yazımları için önemli önleyici görev yapmakta, tarihin temel güçlerinden olup da tarih yazımında görülmeyen önemli ayrıntıları gün yüzene çıkarabilmektedir.

Şunu da bilmek gerekir ki, her kesin her çeşit tarih bilme güdüsü, geçmişin egzantirik değerlendirmelerle ve çevresiz / özsüz kılınma çabaları, geleneksel tarih kadar, güncel söylemlerle tarih oyunu kurmaya kalkanların da geçmişi algılamalarını zora sokar. “Tarihi, salt gösterenin tarihi olarak görmek, ortaya tarih koymaz”26 Ortaya konulanı hiçliğe indirgemek ise onu hiç kılıyor demek değildir. Hiçliğe ya da yokluğa kadar indirgenen (tarih), Descartesci mantıkla bile, kuşkucunun varlığına işaretle,kuşkulanılanın varoluşunun bir göstergesidir (Jenkins, 1999, 77).

Mikro tarihler için olumlu yaklaştığımızın gerekçesini belirttik. Ancak, içinde yaşadığımız dünyayı anlamamızda yardımcı olacak tarihlerin en avantajlısı “genel tarih”lerdir. Önümüzdeki zamanları şimdiden sorgulamak noktasında ise genel tarihlerin bütüncül yaklaşımı daha da önem kazanmaktadır.

Tarihçilerin şimdiye kadar ortaya koyduklarının sorgulanması, zamana, mekâna ve anlayışlara dayalı yazılımların zaaf noktalarının belirlenmesi; her şeye rağmen (belgesellik ve bunun belirlediği nesnel olma gibi) tarih bilimi adına oluşturulanların yapı – çözüme açık bir söylem olabilirliğini27 ortaya konması; alışılagelen tarihçiliğin yapısını bozsa da, yeni tarih yazımlarında bulunmanın imkânlarını tanınmıştır.

XIX-XX.yy.larda popüler kılınan ırkçılık, ulusçuluk, sınıfçılık, dincilik, etnikçilik vb. tüm anlayışlar kendi çerçevelerinde bir tarih çerçevesi çizip buna uygun (buna mahkûm) söylemler sergilerken, kendileri artık tarihin sıradan anektodları konumuna düşmüşlerdir. Postmodern tarih sorgulamaları da bu anektodlardan yalnızca biri gibi gözükmektedir. Eski cazibesini yitiren teoriler, o oranda örgütsel – pratik alanlarda da gerilemiş, karşıt bulamayan hareketlerin kendilerini üretmeleri daha güçleşmiştir.

XX.yy’ın felsefelerinden politikalarına değin birçok zihinsel ya da eylemsel yönelişlere temel oluşturan kavramlar, çoğunlukla endüstri çağı anlayışıyla ortaya konmuşlardır. Bilginin tüm dünya bireylerine yayılabildiği yeni dünya ekseninde, yakın geçmişin değer yargıları yeniden yorumlanmadığı sürece, şimdinin ve geleceğin dinamik gücü olmaktan çok, bu geçmişle ilgili zihinsel bir bağ olarak kalacaklardır. Bu noktada tarihi geçmişi yeni bir anlayışla ele almanın yanı sıra aşılması gereken bir geçmişi yorumlamakla karşı karşıyadır. Geçmişi bugüne taşıyan tarih, geleceği bugüne yansıtan bir rol üstlenmelidir, diye düşünüyoruz. “Tarih Nedir?”(28), “Nasıl Bir Tarih?” sorularından daha başka bir soru, belki “Neden Tarih?” olmalıdır. Bunun en basit cevabı: “Geleceğin geçmişten sonra gelmesindedir”. Tüm bilimleri ve yaşantıları geçmişiyle kavrayan bir anlayış (ki bu doğrudan tarihe işaret eder) geleceğin öngörüsüne / ya da gerçekliğine eğilmesi gereken en yakın disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır.

XX.yy’ın sonları, özellikle 1990’lar sonrasında dünya üzerindeki eski blokların bazılarının ortadan kalkması (Varşova Paktı gibi), yeni oluşumlara doğru gidilmesi, gelişen bilgi teknolojileri; kısaca küreselleşme süreci, tarih bilimi de dahil hemen her şeyin yeniden gözden geçirilmesini, yeni gelişmeler karşısında dünya bireylerinin kendi kurdukları yeri yeniden konumlandırıp anlamlandırılması gereğini de birlikte getirmiştir.(29)

Küresel Dönemi geçmiş dönemlerden ayıran birçok niteliği bulunmaktadır. Genel tarihçi sıfatıyla bize göre en önemli tarafı, daha başından sorgulanabilmesi olmuştur. Geçmişteki bireyler kendilerini varolan / konumlanmış bir mecrada bulurken, birey özgürlüklerinin en yoğun biçimde ön plana çıktığı günümüzde, her birey bu dönemi daha baştan analiz etmek, korku veya umutlarını dile getirmek fırsatını bulmuştur. Küresel karşıtlığı, bu anlamda önemlidir. Ancak, kaçınılmazlığa karşı oluşan biçim ve üslûbu henüz sağlıklı kavrayışlar içinde yapılamamakta, hâlâ endüstri toplumuna özgü kavrayışlarıyla seslendirmektedir. Henüz Marxizmden kopamayan küreselleşme yanlıları bu gelecek dönemi “entornasyonalle” özdeşleştirmeye kalkışırken (buna muadil Türk Sağı da “cihan şümûl” deme haklarını kullanabilir), karşıtları “yeni emperyalizm”le aynı görmektedir.

Küreselleşme, yakın geçmişe değin popüler olan pekçok şeyi işlevsel olmaktan uzak kılmaktadır. Artık; ulus, sınıf, devlet, cemaat, meclis, parti vb. kavramlar eski kutsanmışlıklarından soyundurulmuş, günümüzün olağan konumuna düşmüşlerdir.

Küreselleşme olgusuyla birlikte gelen bazı korkular aşılabilir şeylerdir. Sanıldığı gibi bazı etnik, dinsel, folklorik değerlerin ortadan kalkması bir yana; ulusçu, totaliter devletlerin tutuculuğuyla dondurularak içi boşaltılan bu değerler, bireylerin “dünyalaşma” sürecinde işlerlik kazanarak (ve tabii değişim ve dönüşümlerle) yaşayabileceklerdir. Yerel değerlerin ideolojik istismarıyla kişi ya da toplulukların “ne olduğu” değil, “ne yaptığı”nın önem kazanacağı yeni dünya ekseninde, her yerel değer evrensel alanla tanışarak kendi renginin daha bir tanınması fırsatını yakalayabilecektir.

Devletin ve onun temel baskı unsurları olan aygıtların minimize edilmesi, insan – toplum özgürlükleri açısından sağlıklı bir geleceği aralamaktadır. Bu oluşum “gelişmiş” diye adlandırılan ülkelerde belli bir yol almış, geri kalan ülkelerde de önemli kıpırdanmalar başlamıştır. Kendi ülke sınırlarının varolması kaygısından kopan insanlar, dünyanın her yerinde olabilmenin verdiği güvenle, kendi ülkesinin onurlu kişileri olma yolundadır. İnsan olmak, bütün “küre” için bir şeyler yapmaktan geçmektedir. Görünen o ki, birey ya da örgütlü kurumlar, “ben en iyiyim” gibi saçma sapan söylemleri bırakıp insanlık için olumsuz, başta ekolojik olmak üzere, herkesi kuşatan tehlikelere karşı olmak, bu doğrultuda hareket etmek zorundadır. Küreselleşmenin gerçekleşmesi, en küçük düşünce ya da davranışın her yere ve hızlı yayılımını sağlamakla, bireylere tarihin en büyük avantajını sağlayacaktır.

Elbette ki bu yazdıklarımız, “yaşasın küreselleşme” anlamında şıklığını kaybetmiş bir çığlık olmaktan çok daha başka bir şeydir. Az önce belirttiğimiz gibi, içine girmekte olduğumuz (henüz girmediğimiz) dönem “yaşa”ya da “kahrol” gibi sığ nidalarla değil -sorgulamalarla- karşılanan bir dönemdir. Tam da bu noktada tarihçilere, özel olarak da –genel tarih üzerine yazma- çabasındaki bilim adamlarına büyük sorumluluklar düşmektedir.

Yeni dünyanın dönem olarak farklılığını kavrama yetkisi, kuşkusuz tarihsel / tecrubî kaynaklıdır. Ve bu dönemin global niteliği, doğal olarak genel tarih ekseninde irdelenmektedir. Nasıl ki, sanayileşme, endüstireleşme, bilgi teknoloji, iletişim vb gelişmeler küresel dönemin alt yapısı ise; önceden beri yazılan genel tarihler, XX. yy. sonunda çoğalan mikro tarihler, tarih üzerine yapılan spekülasyonlar, yeni açılımlar da “genel tarihin” yeni dönemdeki anlam ve biçiminin alt yapısı olmak durumundadır. Her bireyin dünyalaşmaya doğru giden çizgisinde, onu dünya hakkına bilgilendirmenin uygun yollarından biri de “dünya tarihi” olmalıdır diye düşünüyoruz.

Günümüzde dünya tarihi yazımı çok daha önem kazanırken, XX.yy.da zaman zaman gündeme gelen, bilimler arası bilgi alış verişi içinde geçmişi yeniden yorumlamak hem kaçınılmaz hem daha mümkün olmuştur. Önerimiz, belirli “tarih” verileri ve alışılmış yöntemlere sığınarak, sayıltı ya da arşivcilikle ön plâna geçme çabasıyla veya salt tarih ekseninde kalma kaygusu içinde diğer bilimlere mesafeli yaklaşma korkusuyla hareket etmeye değil; hayata bütün olarak bakmak, ancak bu bütüncül bakışta –tarih-in taban olduğu bilincinin kazanımına yöneliktir.

KAYNAKÇA

1- Collingwood, R.Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş Dinçer, İstanbul: Ara Yayıncılık, 1990

2- Halkın, Lèon – E. Tarih Tenkidinin Unsurları, Çev. B Yediyıldız, Ankara 1989, TTK Yay.

3- Hizmetli, Sabri. İslâm Tarihi, Ankara 1991; Mazharuddin Sıddıki, Kur’ân’da Tarih Kavramı,  Çev. S. Kalkan, İstanbul 1982

4- Şahin, Tahir Erdoğan. İslâm Tarihi, Ankara 1993; Ayrıca bkz. Z. V. Togan, Tarihte Usûl, İÜEF Yay. İstanbul 1950, Müslümanlarda Tarih – Coğrafya Yazıcılığı, Haz. Ramazan Şeşen, İslâm Atrih, Sanat ve Kült. Arş. Vakfı, İstanbul 1998

5- İbn Haldun, Mukaddime,   Hz. S. Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul 1982

6- Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Çev. Mehmet Karasan, MEB Yay. İstanbul 1967

7- Gökberk, Macit. Kant İle Herder’in Tarih Anlayışları, Yapı Kredi Yay. İstanbul 2000

8- Özlem, Doğan. Tarih Felsefesi, Ara Yay. 1995

9- Bernheim, E. Tarih İlmine Giriş / Tarih Metodu ve Felsefesi, Çev. M. Şükrü Akkaya, Kültür Bkn. Devlet Basımevi, İstanbul 1936

10- Hegel, Tarih’de Akıl, Çev. Özay Sözer, İstanbul 1995

11- Thema Larousse I, Nil yay. İstanbul 1993/4

12- Elton, G R. Tarihin Pratiği (The Pratice of History), London 1967

13- Türkçeye “Tarihin Savunusu”, olarak çevrilmiştir. Ankara: İmge Yayıncılık, Çev. U. Kocabaşoğlu, 1999

14- David Harlan, “Intellectuel History and the Return of Literature”,  American Historical Review,   C.94, 1999

15- Spiegel, Gabriel. “History and Post Modernism”, Post and Present 135, Mayıs 1992; Nancy Prtner’ın, “Making Up Lost Time: Writing on the Writing of History” Speculum,  C.LXI, 1986; Lawrence Stone, History and Post Modernium”, Past and Present  131, 1991


 

* Dr., İnönü Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi. tesahin@inonu.edu.tr  http://web.inonu.edu.tr/~tesahin

(1)“Tarih Sumer’de başlar” sözü Noah Kramer’e aittir. Kramer’in sözü, bilim olarak ilk tarih yazıcılığının Sumer’deki öncelliğine yöneliktir. İnsanlığın geçmişi bağlamında, tarihin insanla başladığına kuşku yoktur. Ayrıca bk. Mc. Neill, Dünya Tarihi, Çev. Alaaddin Şenel, Ankara: İmge Yayınları, 1998, s. 21. Ne var ki Kramer’in vurgusu zamanla “tarih yazıyla başlar” biçiminde yanlış bir anlayışa neden olmuştur. Deyim ve kavramlar üzerinde gerekli özenin gösterilmediği çeşitli tarih çalışmalarında, daha birçok yanlış, özdeyiş ve kalıplaşmış sözler bulunmaktadır. “Tarih Öncesi” ve “Tarih Çağları” da bunlar arasındadır. Bu, ülkemizde prehistoryanın  ön tarih ya da yazılı tarih öncesi biçiminde çevrilmemesi sonucu ortaya çıkmıştır. 1991 yılı ve sonrasında orta öğretim kurumlarına yönelik olarak yayımlanan bazı ders kitaplarında, çeşitli düzeltme çabalarının içinde bu tür kavramlar da olması gereken biçimiyle verilmeye çalışılmıştır. Tahir Erdoğan Şahin, Tarih I, Ankara: Koza Yayınları, 1991 ve diğer yıllara ait basımlar; Sanat Tarihi I, İstanbul: Serhat Yay. 1994 – 2000 baskıları.

(2) Eski Çağ tarih yazıcılığında II. Mursilis ve sonraki Hitit krallarının hazırlattıkları “yıllıklar” özel bir önem taşır. Bunlar kralların hatıraları niteliğindedir. Mursilis, yıllık başlatıcısı olarak, babasının kahramanlıklarını da kaydettirmiştir.

(3) Romalı tarihçilerden Titus-Livius (M.Ö.64-17) ve Plutarkhos (M.S.50-125)un eserlerinde düz tarih anlatımına, edebiyat ve ahlâk metinleriyle iç içe bir düzene sahiptir.

(4) İbn Haldun’un tarihî olaylara yaklaşımı, onun, genç bilimler zümresinden olan sosyoloji sahasında da özgün bir yerde olmasını sağlamıştır. Ayrıca, Spengler, E. B. Tylor, L. H. Morgan gibi, tarihe evrimci – biyolojist görüş açısından yaklaşımı öngören çizginin de ilk verilerinin İbn Haldun’da görüldüğünü belirtmek gerekir.

(5) Descartesçi okulun genel eğilimi tarih dışıdır. XVIII. yy. da Vico, tarih bilimini esas alarak getirdiği yenilikçi düşüncelerle Descartesçiliği aşarken; felsefî merkezli eserler veren Locke, Berkeley ve Hume’’in fikirlerinin tarihini algılama içinde sunulduğu görülmektedir. (Collingwood, 85-90)

(6) E. Gibbon’un eseri aynı adla Türkçe’ye kazandırılmıştır. Çev. A. Baltacıgil, İstanbul: BFS Yay. 1987/8 (3. Cilt)

* İnsanlık Tarihinin Felsefesi Üzerine Düşünceler

(7) Herder’in tarih ve doğa birlikteliği, yüksek doğa (kosmos) yasaları ile tarih yasaları arasında bir koşutluğu getirmiş olsa da “tarihsel olayların doğal olaylar gibi kesin bir yasallık ve nesnellik tanımadığı” nı belirtir M. Gökberk, 138). Geniş bilgi için bkz. Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, s.52

(8) 8- Gearg Wilhelm Friedrich Hegel; Die Vernuntta in der Geschte 1822-1831 yılları arasında Berlin’de verdiği ders notlarının düzenlenmesinden oluşmuş metinler Johannes Hoftmeister tarafından yayımlanmıştır.

(9) Türkçe tercümede “reflektierte” karşılığı “düşüngenen” ve “düşüngeneyen” kelimeleriyle karşılanmaya çalışılmıştır. (Hegel, 11,16).

(10) Tarihte “zaman” konusunda ayrıca bkz. F. Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler” (Anneles, E.S.C. No: 4 Ekim – Kasım 1958, Debats et Combats, s.725-753), Tarih ve Tarihçi, agm.nin Çev. D. Erksan, İstanbul 1985, s.69-96

(11) “Yazar olgunun tiniyle birleşmiştir”, (Hegel, 13).

* Töz: Değişen karşısında değişmeden kalan, cevher, kendi kendine var olan, başka şeye dayanmayan. Her şeyin esasında olan. Alm. Subtonz, Fr. Ve İng. Substanre

** Hegel’in ortaya koyduğu sistemde tin, mantık-doğa felsefesi (ya da idea-doğa) diyalektliğinin sonucu / birliği olan ruhtur. Geniş bilgi için bk. W. İ. Stace, Hegel Üstüne, Çev. M. Belge, İstanbul: Belge Yayınları, 1976, s.184 vd.

(12) Hegel’in bu “genel tarih” yazımına ilişkin verdiği diğer bilgilerde, ayrıntıların doğal olarak ele alınamayacağı, ancak – soyutlama – yoluyla gerçeklerin dışarıya bırakılmadığını vs. izahlar yapılmıştır. Tarihte Akıl, s.19-20.

(13) Küresel yaklaşım, Hegel ve birçok Batılı düşünürün Avro-merkezci yapısını somut olarak görmemizi sağlamaktadır. Ancak batılıların eleştirilerinde, bu pespektif kaydırılıp yine Batı’nın kendi düşünce tarihi içindeki anaforları içinde verilmeye çalışılır. Örn. “Herşeyden önce, Hegel büyük bir olasılıkla ... Hristiyan anlayışı tarafından etkilendi” Walter Kaufman, “Hegel Miti ve Yöntemi”, Hegel Üzerine Yorumlar I, Çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayıncılık, 1997, s.34. Buradaki Hristiyanlık hiç kuşkusuz Avrupa Hristiyanlığıdır ve bu, Batı’yı oluşturan beş temel ögeden biridir. (Diğerleri: Grek felsefesi, Roma Hukuku, Barbarlık ve İslâm etkisi. Bk. Edgor Morin, Avrupa’yı Düşünmek, Çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Afa Yayıncılık, 1995, s.43-50

(14) Hegel’in kendi özgün düşüncelerini ortaya koyduğu Phanomenologie des Geistes (Ruhun Fenonenolojisi) ve sonraki eserlerinde de anlaşılmazlığı takıntı yapan söz yığınımı söz konusudur. Anılan eser Türkçe’ye Tinin Görüngübilimi olarak çevrilmiş (Çev. A. Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1986), ancak çeviride kullanılan dil ve imlâ yoksunluğu, Türk okurunu yeni bir sıkıntıyla (çeviriyi çevirmeye çalışmak gibi) yüzyüze getirmiştir. Hegel’in anlaşılması konusunda, oldukça iyi bir çalışma W. T. Stace’ye aittir. (Hegel Üstüne) Ayrıca, Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi II, İstanbul: Remzi Yayınları, 1974. “Hegel” mad.

(15) Hayatın ve olayların analizi için Hegel, Kant’de sayısı daha fazla olan bazı fenomenleri (temel kategorileri) kendi sisteminde daha aza indirgemiş (doğa, mantık, ruh gibi) tir. Kendi anlayışına göre hayatın çok boyutluluğu ve bu boyutlara tekabül eden kavramları belli bir indirgemecilkle biçimlendiren Hegel, varoluşu (dinamizmi) diyalektiğe yarar. Bundan da anlaşılacağı gibi Hegel, tarih felsefesini, kendi genel felsefesi seyrinde biçimlendirmek kendi temel kavramlarıyla ele almak istemektedir.

(16) Hegel, Tarihte Akıl, s.26, Hegel’in her konuyu kendi diyalektik örüntüsüne göre üçlemeler hâlinde bölme düşkünlüğüne karşın, dünya tarihi taslağının dört bölüm başlığıyla bölümlediğini “şaşırtıcı” bulan Callingwood, bu taslığın (Doğu İmparatorluğu, Yunan İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu Germen İmparatorluğu) Ortaçağ anlayışına bir öykünme olduğunu vurgular. Bk. R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, s.73 not:1

(17) İlkay Sunar, Toplum ve Düşün, s.5 vd. Diğer taraftan, tarihin bir bilim olduğu tezini doğrulamak isteyen pozitivistler, kendi olgu anlayışları ve tanımları çerçevesinde “tarihin doğrulanmış bir olgular kümesi” olduğunu; bu olguların katı gerçekliğe sahipliğini, yorumların ise tartışılabilirliğini ifade etmişlerdir. E. Carr, Tarih Nedir, s.14 vd. Carr’ın “sağduyucu” diye de nitelendirdiği bu pozitivist tarihçiliğin olgular konusunda “değişmeci doğru”, “temel doğru” sıfatlarının yanlışlığı; yukarıda değinildiği gibi, gerçeklik alanının zihnimize semboller aracılığıyla geldiğini göstermekle ortaya konulabilir. Aynı şekilde Carr, olguların  gerçekliğinin kanıtının, onların niteliklerinden çıkmadığını, bizzat tarihçinin apriori kararıyla gündeme geldiğini belirtir (s.17). Bu ise ister istemez, tarihçinin zorunlu olarak seçmeci olduğunu; seçilenlerin (olayların TEŞ) tarihi olguları oluşturduğunu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin olamayacağını gösterir (s.17).

(18) “...toplumsal bilimler doğa bilimlerinden farklı olarak nomolojik (yasa-bağımlı) ve nedensel (Caucal) bir açıklamaya değil, anlamaya (verstehan) dayanan yorumsal bir açıklama biçimini benimsemek zorundadır.” J.G. Gunnell, “Social Science and Political Reality”, Social Research, 35. Spring 1968 ve Taylor, “Hermeneutics and Politics”, Critical Sociology, der. Paul Connerton (Harmondsworth: Penguin Books, 1976)’dan nakl. İlkay Sunar, age., s.16

(19) İbrahim Kafesoğlu’nun “Tarih Metodu” ders notlarında “İnsanların yaptıklarını da aynı şekilde kesin kanunlara bağlayabilirsek bilim olur, aksi halde bunlar bilgidir. İnsanların yaptıklarında tabiat hadiseleri kadar açıklık ve kesinlik bulunmadığından, kesinlik kıstası tarihte mevcut değildir. Şu halde tarih bilim olamaz” yargısına karşı, doğrudan bu yaklaşımın bilimsel olmadığını, tarihin tabiî bilimlerle aynı tanıma konulamayacağını belirtmek yerine; öncelikle, tarihsel olayların “sistemli şekilde” ele alınması (eleştiri ve yönteminin olmasını) öne sürerek, ayrıca neden – sonuç ilişkilerine vurgu yaparak cevap vermeye çalışır (s.1)

(20) E. H. Carr, “Tarih Nedir? Sorusuna cevaplandırmayı denediğimizde, cevabımız bilerek yada bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur.” s.13

(21) Richard J. Evans, İn Defence of History (1997) adlı çalışmasında bu yaklaşımlara geniş yer verilir.

(22) “Tarih Nedir?” sorusuyla Türkiye’de bu bilime ve tekniğe dair yapılan ilk önemli çalışmalardan biri, dönemin İstanbul Darü’l-fünun Müderrislerinden İsmail Hakkı olmuştur. Tarih ve Terbiye adıyla yapılan çalışma 1933’te yayınlanmıştır. İ. Hakkı, daha “tarih biliminin – öğretici / bireylere davranım kazandırıcı” niteliği üzerinde durmuştur. Anılan çalışmada tarihin bilim olmasıyla ilgili kuşkulara da cevaplar aranmıştır.

(23) 23- Toplumsal tarih çalışmaları yanı sıra mikro tarih çalışmaları ve bazı temel tarihsel kavramlar hakkında post-modernist çizgide ele alınan bilim adamlarının önemli katkılarının olabileceği bu kimselerin eserlerinde açıklıkla görülebilir. Örnek olarak, J. Boudillard’ın “üretim” kavramı hakkındaki yeni tanımlamaları, Marxist- doğrusal tarih açılımdaki gereksiz ortodoks yaklaşımlarını kökten değiştirebilecek niteliktedir. Bkz. Boudillard, Üretim Aynası, Çev. O. Adanır, İzmir 1998, Hatta tarihin objektivizmi için katkıları gözden ırak tutulamaz. Bk. Christopher Harrocks, Baudrillard ve Milenyum, Çev. K. H. Ökten, İstanbul 2000, s.7-33, İsmi “yapı – sökümcülük”le birlikte anılan Derrida’daki yaklaşım ve tarihte “sonculuk” fikrine (Fukuyamâ gibi) girdiği yeni kavramlar oldukça ilginçtir. Vardığı noktada bilim olarak ve yaşanılan tarihin değil, belli bir “tarih” kavramının sonlanmasını vurgular. Stuart Sim, Derrida ve Tarihin Sonu, s.7 Fovcoult’un eserleri (Hapishanenin Doğuşu, Deliliğin Tarihi) herşeyden önce “mikro tarih” alanında önemli kilometre taşlarıdır.

Çoğu tarihçinin kendi döneminin zihniyet dünyasında kopuk ve yerleşik tarih düşünceleriyle yetinmelerine karşın (R. J. Evans, age., s.13), yeni söylemleri tarih açısından olumlu kazanımlara neden olacağını ifade edenler bulunmaktadır. Bunlardan Keits Jenkins, Lyotard’ın kavram ve vurgularından hareketle, tarih bilimini evrensellikten uzaklaştıran Avro-merkezli, etno-merkezli, cinsiyet ya da akıl-merkezli özgül çıkarların eleştirisini yapmış yine “üst-anlatı” diye Lyotard’ın vurguladığı “aydınlamacılık”, “hümanizm”, “liberalizm”, “Marksizm” vb. söylemlerin üzerindeki kuşkuları dile getirmiştir. (Jenkins, Tarihi Yeniden Düşünmek, 70-71).

(24) Geoff Mulgan, Antipolitik Çağda Politika, s.22 vd. “Bunalım”, tarihte başlı başına bir olgu olduğu kadar, ekonomik, politik ve felsefî bir sorun olarak da sürekli gündemde kalan, hem entelektüel çevrelerde hem de çeşitli yönetimlerde zaman zaman tartışılan bir gerçekliğin göstergesidir. P. Sorokin’in “Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri” Çev. M. Tuncay, Ankara 1972; İ. Wallertein, G. Arrighi, A. G. Frank ve S. Amin, Genel Bunalımın Dinamikleri, Çev. F. Akar, İstanbul 1984, Türkçeye kazandırılan eserler arasındadır. G. Mulgan’ın çalışması da “bunalımlara” atıfla ele alınmıştır. Bizim vurgu yaptığımız “bunalım”, endüstirisel toplumun aşılımı sürecinde, yaşantı ya da ideolojilerin değil, bunların temel kavramsal dinamikleridir.

(25) Küresel dönemin en önemli / temel altyapısı “medya / iletişim” alanındadır. Ancak, herkesin herşeyi bilmesi, akademik çevrelerde dahil olmak üzere, “bilgi” ile “malumat” alanını karıştırmıştır. Analitik düşünceden geçirilmeyen birçok bilgi, kişileri bilgi sahibi olmaktan çok malumatfuruş kılmaktadır. Buna rağmen biz, “küreselleşme – bilgi” ilişkisini, küreselleşmenin ileriki zaman boyutunda tam olarak yerleşeceğini, şimdiki sorunların “küreselleşmeye geçiş” aşamasının tamamlanmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.

(26) W. Widdowson, The Times Higher Education Sapplement, 3.11.90 ve yine aynı araştırmacı tarafından yayınlanan Re-reading Engilish, London, Methuen 1982’den nkl. K. Jenkins, age., s.78

(27) Descartes’in aşırı şüphe sonucunda “şüphe etmenin” var olmanın işareti olduğunu söylediğini hatırlatarak, nihilizmin ortadan kaldırmaya çalıştığı olgularında, üzerinde (en azından) kuşku duyulacak kadar varolduğunu ortaya kor. “Olmayan üzerine kuşku duymak ne oranda mümkün” diye düşünmek gerekmez mi?

(28) P. Widdowson, The Times Higher Education Supplement, 3.11.90 ve aynı araştırmacı tarafından yayımlanan Re-reading Engilish, London, Methuen 1982’den nkl. K. Jenkins, age., s.78

(29) Genel tarih pespektifinde, geçmiş – gelecek değerlerlendirmelerinin tarihsel belirleme ve yorumlama yetersizliği, tüm zamanları kapsayıcı biçimde dünyayı cepheden analiz etmekten uzak bazı irrasyonal söylemlere neden olmuştur. Francis Fukuyuma’nın “tarihin sonu” (Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev. Zülfü Dicleli, Gün Yay. İstanbul 1993) ve Samuel P. Huntington’un “uygarlıklar çatışması” savları bu türdendir. İlki, belli bir dünya görüşü ve pratiği kapanında kalmışlığa işaret ederken; diğeri, Spengler gibi zaman zaman kötümser çıkışlar yapanlardan yalnızca biri olarak, öncelikle uygarlığın oluşumu, parametreleri ve niteliği hakkında yeterli bilgi donanımına sahip olmamışlığının ip uçlarını vermektedir.

 

 

İçindekiler...

© T.C. MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığı
Teknikokullar, ANKARA
Tel. (312) 2128145
Fax (312) 2124668
med@meb.gov.tr

[ yukarı ]

Arşiv