MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ

Sayı 160

Güz 2003


Türkiye'de Cumhuriyet Döneminde Üniversite Reformları

Hüseyin KORKUT*

 

Türkiye’de üniversitelerin kurulması ve gelişmesi konusu incelendiğinde, üniversite kavramının Cumhuriyet dönemi öncesi ve sonrasında kesin olarak farklı şekilde algılandığı görülür. Hatta Cumhuriyet sonrası dönemde günümüze gelinceye dek üniversitelerin değişik anlayışlar içinde kurulduğu ve geliştiği dikkati çekmektedir (Korkut, 1983: 315).

Cumhuriyetin "tek partili" ve "çok partili" dönemlerinde üniversiteler çeşitli değişikliklere uğramıştır. Türk üniversiteleri en kolay şekilde, Cumhuriyet öncesi "İmparatorluk dönemi" ve "Cumhuriyet dönemi" olmak üzere iki döneme ayrılarak incelenebilir (Korkut, 1984: 10);

Cumhuriyet dönemindeki gelişmelerin ise:

a. 1946’ya kadar olan gelişmeler ve

b. 1946’dan sonraki gelişmeler şeklinde iki alt bölümde incelenmesi önemli bir kolaylık sağlayacaktır.

1923-1946’ya Kadar Olan Dönem

İstanbul Darülfünunu

Cumhuriyet kurulduktan sonra kısa bir süre Darülfünun-u Osmani adını taşıyan üniversite, 1924 yılında 493 sayılı yasa ile "İstanbul Darülfünunu" adını almıştır.

İstanbul Darülfünunu’nun tıp, hukuk, edebiyat, fen ve ilahiyat fakülteleri bulunmakta ve yasada tüzel kişiliğe sahip olarak katma bütçe ile yönetilmesi öngörülmektedir.

Osmanlı döneminde, yalnız dinsel öğretim yapan medrese sistemi yanında 1773’den başlayarak batı öğretim kurumlarına benzer kurumlar da kurulmuştur. 18. yüzyıldan sonra bilimsel gelişmelere kapılarını kapayarak, tutucu bir nitelik kazanan ve zıt dünya görüşüne sahip insanlar yetiştiren medreselerin kapatılması, ancak 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile 1924 yılında mümkün olmuştur. Bu nedenle, meydana gelen boşluğu kapatmak için aynı yıl Darülfünuna bir ilahiyat fakültesi eklenmiştir.

Ne var ki; Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisinden çok şey beklenen İstanbul Darülfünunu, istenilen sonucu verememiş ve 1933 yılında, 2252 sayılı yasayla kaldırılmıştır (Akyüz, 2001: 326). Gerçekte, Darülfünun, 1930 yılından itibaren basında da sürekli eleştirilere uğramaya başlamıştı. Bu eleştiriler iki noktada toplanmaktadır ( Korkut, 1984: 12).

1. Üniversite Türk Devriminin yerleşmesinde yeterince rol oynamamaktadır. Bütün reformlara ya karşı çıkmış, ya da pasif direnmeye geçmiştir.

2. Üniversitede bilimsel çalışma yoktur.

Bu durum dikkate alınarak üniversitenin incelenmesi ve düzeltilmesi için alınacak önlemleri göstermek ve rapor hazırlamak üzere, İsviçre’den Profesör Alfred Malche çağrılmıştır. Altı ay Türkiye’de sözleşmeli yabancı uzman olarak çalışan Malche 29 Mayıs 1932 tarihinde 66 sayfalık bir rapor vermiştir ( Kısakürek, 1971: 14;  Koçer, 1979: 19).

İstanbul Darülfünunu; gerek zamanın Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip’in belirttiği gerekçe, gerek Malche’ın raporunda belirtilen yetersizlikler dikkate alınarak kapatılmış, yerine Cumhuriyetin getirdiği çağdaş yeni bir üniversitenin kurulmasına karar verilmiştir (Hirş 1950: 229). Bu kararla birlikte Darülfünun kadrosundaki 155 kişinin 59’u kadroya alınmış, 96’sı kadro dışı bırakılmıştır (Galip’ten akt. Hirş, 1950: 310) . Böylece İstanbul Üniversitesi doğmuştur.

İstanbul Üniversitesi

Almanya’da Nazi yönetiminden kaçan 15 profesör ve uzmanın sığınmacı olarak Türkiye’ye gelmesini fırsat bilen Atatürk’ün direktifleri ile 6 Haziran 1933 tarih ve 2252 sayılı yasa ile İstanbul Darülfünunu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur (Öktem,  1973: 48; Güler, 1994: 71).

1933 yılında yapılan üniversite reformu ile üniversite de hem yapı hem de çalışma şekli bakımından köklü bir yenileşme amacı güdüldüğü görülür.

1933’den önce "üniversite" sözcüğü kullanılmamaktadır. Bunun nedenini o zamanki Millî Eğitim Bakanının şu sözlerinden anlamak mümkündür:

Türkiye’de yeni ilmi, yeni irfanı temsil etmek için açılan müesseseye Darülfünun adı verilmesi, ne bir yanlışlık ne de bir lisan zuhulü neticesi idi. Bu o zamanki zihniyeti çok manalı bir surette ifade etmek üzere verilmiş bir isimdir ( Koçer, 1979: 20; Oğuzman, 1973: 151-159). 

Başka bir deyimle Üniversite sözü, tutucu medreseli zihniyetin etkisiyle kullanılmamıştır. 19 Kasım 1933 günü yapılan bir törenle açılan İstanbul Üniversitesinde; Emin yerine Rektör, Fakülte Reisi yerine Dekan, Müderrislere Profesör, Ordinaryus, Öğretmenlere Profesör, Müderris Muavinlerine de Doçent denilmesi kararlaştırılmıştır (Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Millî Eğitim Bakanlarının Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, 1946: 141).

Böylece; 1933 reformu ile "Fakülte", "Dekan", "Rektör" gibi günümüzde kullanılan temel kavramlar yerleşmiş, bilimsel faaliyet ve araştırmalar karışıklık ve rastlantılardan kurtarılarak etkin bir denetim altına sokulmuştur.

İstanbul Üniversitesinin işleyişi ile ilgili ilkeler, 11.10.1934 tarihinde, Bakanlar Kurulunca kabul edilen ve 24.10.1934 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan bir yönetmelikte gösterilmiştir. Bu yönetmeliğe göre, tıp, hukuk, edebiyat ve fen fakültelerinden oluşan üniversite, araştırma yapmak, millî kültür ve yüksek bilgiyi genişletmek, yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmeti ve işleri için ergin ve olgun elemanlar yetişmesine yardımcı olmak görevi ile yükümlü kılınmıştır (Öktem, 1973: 63; Irmak, 1973: 112).

Atatürk, İstanbul Üniversitesinin açılışı dolayısıyla kendisine çekilen telgrafa şu karşılığı vermiştir:

Üniversitenin açılışından çok sevinç duydum. Bu yüksek ilim ocağında değerli profesörlerin elinde Türk çocuğunun müstesna zeka ve eşsiz kabiliyetinin çok büyük inkişaflara mahzar olacağından eminim. Hepinize başarılar dilerim ( Hatipoğlu, 1998: 90; Hirş, 1950: 339).

İstanbul Üniversitesi daha önce belirtildiği gibi dört fakülte ile kurulmuş, İlahiyat Fakültesi kaldırılmış, onun yerine yönetmeliğin diğer bir maddesi ile Edebiyat Fakültesi içinde bir "İslâm Tetkikleri Enstitüsü" kurulmuştur. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki; 1934 üniversitesinin 1919 ve 1924 üniversitelerine göre, bilimsel ve yönetsel özerklikleri sınırlandırılmıştır. Bunu, Cumhuriyetin temel felsefesi ile devrimlerin yerleştirilmesini sağlamak amacına dönük bir üniversite kurulması gereğinin duyulmasına dayandırmak mümkündür (Öktem, 1973: 66).

Yeni üniversitenin kurulması ile gelen yenilikler ise şöyle sıralanabilir (Koçer, 1979: 18):

1. Atatürk devrimlerini benimseyen yeni kuşaklar yetiştirmek ve çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmek için yüksek düzeyde insan gücü yetiştirmek.

2. Üniversiteyi köhne düşünce ve inançlardan ayırmak.

3. Darülfünuna göre daha etkin bir işleyiş ve bilimsel çalışma sağlamak, daha yeterli bir araştırma ve öğretim ortamı yaratmak, daha etkili bir denetleme getirmek.

İstanbul Üniversitesinde görev alan yabancı profesörler ve uzmanların, Batılı anlamda üniversite geleneğinin yerleşmesi ve öğretim elemanı gereksiniminin giderilmesi bakımından, olumlu rolleri olmakla beraber, bu elemanların Türkçe bilmemelerinin zaman kaybına yol açtığı ileri sürülmektedir.

İstanbul Teknik Üniversitesi

İstanbul Üniversitesinin kurulması ve gelişmesi yanında, 1773’de kurulan Mühendishane-i Berr-i Hümayun’da açılan Mülkiye Mühendis Şubesi, önce Hendese-i Mülkiye, sonra da Mühendis Mektebi ve Yüksek Mühendis Mektebi isimlerini alarak değişikliklere uğramıştır.

Sonunda bu kurum geliştirilerek, 1944 yılında yürürlüğe giren 4619 sayılı yasa ile Avrupa’daki mühendis okullarına benzer bir eğitim yapmak üzere İstanbul Teknik Üniversitesi kurulmuştur (Kısakürek, 1971: 18). 

Ankara’da Yüksek Öğretim Kurumları:  Ankara Üniversitesi

Cumhuriyet döneminde; İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi, çeşitli reform hareketleri sonucu eski yüksek öğretim kurumlarının değişime uğramasıyla ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, Türk devriminin hedefi olan çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı bilimsel araştırmalara dayandırmak amacıyla ve yeni Türk toplumunu Batı dünyası içinde kısa sürede yerine oturtmak için, bilim kuruluşlarını artırmak ve yaymak düşüncesi hakim olmaya başlamıştır.

Atatürk’ün yeni üniversiteler ya da fakülteler kurulmasıyla ilgili düşünceleri, Türk devrimlerinin yerleşmesi, Cumhuriyetin sağlam temellere oturması ve çağdaş bilimin rehberliği ile yola devam edilmesi noktalarında toplanıyordu.

Atatürk, üniversite kurulmasında tutulacak yolu şu cümlelerle ifade etmektedir: 

Bayanlar, Baylar:

Ülkemizin en bayındır, en alımlı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayakları ile çiğneyen düşmanı yenip atarak kazanılan zaferin sırrı nerededir bilir misiniz? Orduların yönetiminde çağdaş bilgi kurallarının kılavuz yapılmamasıdır. Ulusumuzu yetiştirmek için asıl olan okullarımızın, üniversitemizin kurulmasında hep bu yolu tutacağız ( İ:T.Ü, 1977-79: 6-8; Hirş, 1950: 589). 

Yine Atatürk’ün Adalet Bakanlığına bağlı olarak 5 Kasım 1925’de "Leyli Hukuk Mektebi" adı ile kurulan ve Ankara’da ilk yüksek öğretim kurumu olan hukuk mektebinin açılışındaki söylevinin bir bölümü bugünkü dille şu şekildedir:

Sanıyorum ki Ankara Hukuk Okulu ile Cumhuriyet Hukukunu yalnız sözü ile ve görünüşü ile değil, bilinçli ve bilgili niteliği ile, yeni yasaları ile, yeni hukuk adamları ile açıklayacak ve uygulayacak bir davranışa başvurmuş oluyoruz.

Cumhuriyetin yapıcısı ve kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılmasında duyduğum mutluluğu hiçbir davranışımda duymadım (Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, 1968: 86). 

Bununla birlikte; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türkiye Cumhuriyeti başkentinde 14 Haziran 1935 tarihinde yasa ile kurulan ilk üniversite fakültesi olmaktadır. 9 Ocak 1936 tarihinde, Ankara Halkevinde törenle açılan fakülteye, o zaman, ilkokul öğretmeni olanlar da kayıt olabilmişlerdir. Fakülte açıldığında 120 yatılı, 280 gündüzlü olmak üzere toplam 400 kız ve erkek öğrencisi bulunuyordu (Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, 1968: 159-162).

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin kuruluşu, Atatürk’ün tarih, coğrafya ve dil konularına verdiği büyük önemin bir sonucudur.

Gerçekten de; Türk tarihinin ana kaynaklarının sürekli olarak araştırılması yanında, dilimizin tarihsel kökleri bozulmadan sadeleştirilmesi konusu da Atatürk’ün içtenlikle ilgi duyduğu konulardı.

Ayrıca, coğrafya ile tarihin sıkı işbirliğini dikkate alan Atatürk, iki bilim dalının paralelliği ve coğrafi koşulların durumu yazılmadan tarihi konuların incelenemeyeceğini kabul ederdi. Coğrafi incelemelerin tarihe temel teşkil edeceğine inanırdı (İnan,  1974: 40). 

Dil ve Tarih-Coğrafya, Hukuk Fakültelerinden sonra, kurulması düşünülen Ankara Üniversitenin pozitif bilimler yanını tamamlayacağı görüşüyle, 17 Eylül 1943 gün ve 4492 sayılı yasa ile Fen Fakültesi kurulmuştur. 20 Haziran 1945 de ise, 4761 sayılı yasa ile bir tıp fakültesi kurulması görevi Millî Eğitim Bakanlığına verilmiş ve 1945-46 öğretim yılı başında bu fakülte 308 öğrencisi bulunan iki sınıfta öğretime başlamıştır.

Böylece; Ankara’da dört fakültenin kuruluşu tamamlanmış, sıra Ankara Üniversitesi’nin bir rektör yönetiminde örgütlenmesine gelmiştir (İnan, 1974: 11-19).

Hükümetin 1946 yılındaki bu girişimi, yalnızca ülkemizin bugünkü ikinci büyük üniversitesini yaratmakla kalmamış, aynı zamanda, Türk üniversite tarihinde bir dönüm noktasının doğmasına yol açmıştır.

Bu yeni dönem, aşağıdaki paragraflarda incelenmektedir.

1946 - 1960 Dönemi

İstanbul’da kurulan İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ile, Ankara’da kurulan fakülteler üniversite reformunun sonucu ortaya çıkan kuruluşlar olmakla beraber, toplumun değişen koşulları ve gereksinimleri karşısında yetersiz kalmaya başlamış, yenileşme zorunluğu kendisini hissettirmiştir. Örneğin, İstanbul Üniversitesinde ilk on yılda (1933-1943) öğrenci mevcudu üç kat artarken, öğretim üyesi yalnızca %17 oranında artmıştır (Timur, 1946: 4; Çadırcı ve Süslü, 1982: 6).

İstanbul Üniversitesi rektörü Cemil Bilsel, 1939 yılında Millî Eğitim Bakanlığının gönderdiği bir raporda; üniversitenin maddi eksiklikleri tamamlanırken, üniversiteye idari ve mali yetkiler verilmesini, profesörlerin refahını, şerefini ve üniversiteye bağlanmalarını sağlayacak yasal değişiklikler yapılmasını önermektedir.

Bu rapor, üniversitenin, mali ve idari özerkliği konusunda yenileşme gereksinmesini ifade eden bir belgedir (Kısakürek, 1971: 20). Öte yandan, önceki sayfalarda belirtildiği gibi, hükümet Ankara Üniversitesi’nin kuruluşuna yönelik çalışmalara başlamıştı. Hatta bu amaçla, yedi ülkenin üniversite yasaları incelenmiş ve çeşitli hukukçuların görüşleri alınmıştı.

Bu çalışmalar sonucunda, Ankara Üniversitesinin kuruluşunu ve diğer üniversitelerin bir çatı altında toplanmasını sağlayan 12.6.1946 gün ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Bu yasa, Türk üniversitelerindeki köklü bir reformu gerçekleştirmiştir.

4936 sayılı üniversiteler yasasının getirdiği yenilikler şöylece özetlenebilir:

1. Üniversitelerin özerklik ve tüzel kişilik kazanması (md. 1)

2. Üniversitelerin amaçlarını gerçekleştirmeleri için yerine getirmekle yükümlü oldukları görevlerin ayrıntılı bir biçimde belirtilmesi (md. 3).

Yasa, öğretim kadar araştırmaya da ağırlık veren maddeleriyle, üniversite programlarını "klasik ve ansiklopedik" bilgi yığını olmaktan çıkarmakta, öğretimin araştırma ile desteklenmesini ve ülke sorunlarına yönelinmesini öngörmektedir. 

Yeni yasa; bu özelliği ile, programların dışarıdan denetimi yerine, içerden denetimini gerektirmekte, dolayısıyla 1933 reformundan ileri bir atılım olarak görülmektedir (Kısakürek, 1971:  20).

Yasa, ayrıca, Üniversitelerarası Kurul adıyla yeni bir kuruluş getirmekte (md. 13), Millî Eğitim Bakanını üniversitelerin başı kabul etmekte ve bakana üniversitelerle, bağlı kuruluşları denetleme yetkisi vermektedir. Millî Eğitim Bakanının benzer yetkilerinin 1933’den beri var olduğu bilinmekle beraber, Üniversitelerarası Kurul’un üniversitelerarası işbirliğini sağlaması, üniversitelerin ortak sorunlarını çözmesi bakımından önemli bir yenilik olduğu kabul edilebilir.

Bununla birlikte; üniversitelerin İstanbul ve Ankara dışına taşması, daha sonraki yıllarda olacaktır. Nitekim 1946’yı izleyen yıllarda oluşan siyasal, sosyal ve ekonomik değişmeler, yüksek öğretimin yurt yüzeyine yayılması görüşlerine de yol açmış, iki büyük kentin dışında bölge üniversitelerinin kurulması düşüncesi giderek güç kazanmıştır.

Çünkü, ilk aşamada kurulan iki büyük kentteki üç üniversite evrensel bir yaklaşım içinde, genel anlamda, bilgi üretme, yayma, araştırma yapma, aynı zamanda mesleklere eleman yetiştirme gibi klasik işlevlerini sürdürmekte idiler.

Oysa, geri kalmış bir toplumun sorunlarına pratiğe ağırlık vererek, uygulamalı bir şekilde çözümler bularak yaklaşmak gerekiyordu.

Aslında geri kalmış yöreleri, geri kalmış üniversitelerle geliştirmek açmazına düşülmediği takdirde, geri kalmış bölgelerde üniversite kurmak, kültürü ve yüksek öğretimi yurt yüzeyine yaymak, bölgelerarası farkı ve dengesizliği gidermenin akılcı ve gerçekçi yolu olarak taraftar topluyordu (Varış, 1978: 157).

Doğu Üniversitesi: Atatürk Üniversitesi

Doğu Anadolu’da bir üniversite kurulması görüşü, gerçekte tek partili dönemde ortaya atılmış, Atatürk, 1 Kasım 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında, aşağıdaki sözleriyle bu konuya dikkati çekmişti.

Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek, garp bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlamış olan Islahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lazımdır ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilk okullarıyla ve nihayet Üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir. Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilayetlerimiz gençliğine bahşedeceği feyiz Cumhuriyet Hükümeti için en mutlu bir eser olacaktır ( Keleş, 1978: 2).

Başbakan Celal Bayar da, 1 kasım 1938 günü TBMM’nin açılışında, yine Atatürk adına yaptığı konuşmada konuyu açıkça dile getirmiştir.

Yüksek tahsil gençlerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi, millî şuurlu modern kültürlü olarak yetiştirmek için İstanbul Üniversitesinin tekamülü, Ankara Üniversitesinin tamamlanması Şark Üniversitesinin yapılan çalışmalarla tespit edilmiş olan esaslar dairesinde, Van Gölü civarında kurulması mesaisine hızla ve önemle devam edilmektedir (Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Millî Eğitim Bakanlarının Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, 1946: 41).

Ne var ki, Atatürk’ün ölümü ve İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması gibi nedenlerle konu, ancak 1950’den sonra ele alınabilmiştir.

Millî Eğitim Komisyonu bu konuda hazırlık çalışmaları yapmış, sonunda 25.2.1953 gün ve 6059 sayılı "Doğu Üniversitesi Kuruluş Hazırlıkları Hakkında Kanun" çıkarılmıştır.

Bu yasanın gerekçesinde, Doğuda kurulacak üniversitenin sosyal, ekonomik ve teknik gereksinimleri, el değmemiş enerji kaynakları, tarımı, madenleri öğretim ve araştırma konusu yapacağı, halka rehber olacağı, halkın sorunlarına cevap vereceği ve halktan gelecek tecrübeleri toplayıp etüd edeceği, kısacası Doğunun gelişmesine bir bilim merkezi görevini yapacağı kaydedilmektedir (Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Millî Eğitim Bakanlarının Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, 1946: 40).

31 Mayıs 1957 tarih ve 6990 sayılı Atatürk Üniversitesi Kanunu gerekçesinde, Doğu Anadolu’da bir kültür merkezi oluşturulması konusunda Atatürk tarafından ortaya atılan fikir doğrultusunda, Doğu Anadolu’nun sosyal, kültürel, ekonomik ve teknik bakımdan kalkınmasında önemli rol oynayacak olan Atatürk Üniversitesinin kurulmasına karar verildiği belirtilmektedir (Doğu Üniversitesi Kurulmasına Dair Kanun Layihası ve Millî Eğitim ve Bütçe Komisyonları Raporları (1/434): 148).

Erzurum’da kurulan bu üniversitenin Amerikan Land-Grant üniversiteleri tipinde olması düşünülmüştür. Üniversitede geleneksel mesleklere de yer verilmekle beraber, çeşitli alanlarda "çiftçinin, hayvan yetiştiricinin, inşaatçının, imalatçının, işçinin, iş adamının" sorunları ile de ilgilenilecektir. Üniversite teorik araştırmalar yapmakla beraber, özellikle uygulama değeri olan araştırmalar üzerinde duracak, bilginin ve araştırmanın dershanedeki öğrenciye olduğu kadar, üniversite dışındaki vatandaşlara yayılması ile de uğraşacaktır.

Atatürk Üniversitesi kuruluş yasasını 4936 sayılı yasadan ayıran en önemli hüküm, Land-Grant tipi üniversitelerde bulunan Mütevelli Heyetlerine karşılık, bu üniversitede de "hükümet ve halk arasında bağ vazifesi görecek ve üniversiteye, üniversite dışında bulunan ve öğretim mesleğine mensup olmayan muhtelif grupların ihtiyaçlarını ve seslerini duyuracak olan "Müşavirler Heyeti" nin kurulmasını öngören hükümdü.

Ne var ki; üniversite kurulduktan sonra, hiçbir zaman, böyle bir heyet faaliyet göstermemiştir.

Üniversitede "öğretim ve araştırma faaliyetlerini disiplin altına almak amacıyla bölüm sistemi getirilmiş" profesörlük ve doçentlik için gereken sürelerde iki yıla kadar kısaltma olanağı verilmiştir.

Atatürk Üniversitesi, Millî Eğitim Bakanlığının yönetimi altında (md. 1) 17 Kasım 1958 tarihinde Ziraat, Fen-Edebiyat fakülteleri ile öğretime başlamıştır. ABD Nebraska Üniversitesi ile yapılan anlaşmayla Ziraat Fakültesinden çok sayıda öğretim elemanı ABD’ye gönderilmiş ve doktora yaptırılmıştır. Ziraat Fakültesinin bugünkü kadrosunun çoğunluğu bu şekilde doktora yapanlardan oluşmaktadır.

Ayrıca, Hacettepe Tıp Fakültesinin desteği ile 1966 yılında açılan Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi ise, AID’nin de yardımı sonucu kısa zamanda önemli yapısal gelişmeler göstermiştir.

1976 yılına kadar Millî Eğitim Bakanlığının yönetiminde kalan Atatürk Üniversitesi, 1750 sayılı Üniversiteler Kanununun 82 ci maddesindeki hükmün Anayasa Mahkemesince iptali ve 1750 sayılı yasanın bu üniversiteyi tümüyle kapsamına alması üzerine, Şubat 1976’da rektörünü seçerek özerk statüye geçmiştir.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi

Doğu’da bir üniversite kurulması için gerekli hazırlıklar yapılırken, Ankara’da da uluslar arası nitelikte bir üniversite kurulması görüşü ortaya atılmıştı. Sonunda, Birleşmiş Milletlerin de desteği ile Orta Doğu Teknik Üniversitesinin çekirdeğini oluşturan bir Bölge Planlaması ve Mimarlık Okulu 1956 yılında öğretime başlamıştır.

Sonraki yıllarda; sosyal ve beşeri bilim dallarında öğretim yapan bölüm ve fakülteler de açılmış ve yönetimsel açıdan klasik Türk üniversitelerinden farklı olan Anglosakson modeline uygun olarak Orta Doğu Teknik Üniversitesi kurulmuştur (Atatürk Üniversitesi Kanun Layihası ve Maarif ve Bütçe Encümenleri Mazbataları, 218).

Orta Doğunun kaynaklarını geliştirmek ve ekonomik sorunlarını çözümlemek, Türk ulusuna ve diğer uluslara yarar sağlayacak uygulamalı araştırmalar yapmak, İngiliz dilinde ileri öğretim vermek bu üniversitenin amaçları arasında sayılmıştır (Orta Doğu Teknik Üniversitesinin kuruluş, amaç ve işleyişi için bkz. 23.1. 1952/6887 ve 27.5.1959/7307 gün ve sayılı yasalar).

Bu üniversitenin mali kolaylık bakımından diğer üniversitelerden farklı avantajları olmuştur. Ayrıca, bu üniversitede öteki üniversitelerden farklı olarak rektörün ve dekanların belirli akademik unvanlara sahip olmaları gerekmemekte idi. Gerçekten de, şimdiye kadar Orta Doğu Teknik Üniversitesinde öğretim üyesi olmayan iki rektör görev yapmıştır. Bununla birlikte, 1750 sayılı üniversiteler yasasının yürürlüğe girişinden sonra, akademik unvanların kazanılması bu yasaya göre yapılmış, her çeşit personel sözleşmeli olarak çalıştırılmıştır.

Ege Üniversitesi 

Daha önce de belirtildiği gibi, 1950’li yıllarda, gelişmekte olan Türkiye’nin gerek kamu sektöründe, gerekse özel sektördeki insan gücü ihtiyacını gecikmeden karşılamak ve yüksek öğretimi yurt yüzeyine yaymak amacıyla bölge üniversiteleri açmanın gerekliliği kabul edilmeye başlanmıştır.

Bu nedenle, bir yandan Erzurum’da Atatürk Üniversitesinin kuruluş çalışmaları sürdürülürken, bir yandan da İstanbul ve Ankara’dan sonra üçüncü büyük kentimiz olan Ege bölgesinin kültürel ve ekonomik merkezini oluşturan İzmir’de yeni bir üniversitenin kurulması düşüncesi güç kazanmıştır. Bu düşüncelerin bir ürünü olarak, 27 Mayıs 1955 günü, İzmir ilimizde Ege Üniversitesi adıyla yeni bir üniversiteyi kuran 6595 sayılı yasa TBMM’nden geçmiştir (Üniversiteler Kanunu ve Üniversite Personel Kanunu ile Üniversiteleri ilgilendiren Diğer Kanunlar, Tüzükler, Yönetmelikler Yayını 1: 69).

Ege Üniversitesinin 1955-1956 öğretim yılında, 99 öğrenci ile Tıp ve 97 öğrenci ile Ziraat Fakülteleri öğretime başlamıştır (Kısakürek, 1971: 26).

Fen Fakültesi üçüncü fakülte olarak 1961-1962 öğretim yılında açılmıştır.

Mart 1958’de ise, fakültelerdeki profesör sayısının profesörler kurullarını oluşturmaya yetecek hale gelmesi üzerine rektörünü de seçerek 4936 sayılı üniversiteler yasasının kapsamına girmiş ve tüzel kişilikle beraber özerk statüye kavuşmuştur.

Ege üniversitesi; bir yandan hızla gelişirken, bir yandan da yüksek öğretimde günün sorunu haline gelmiş iki önemli konuda başka üniversitelerin cesaret edemediği örnek kararlar almış ve uygulamıştır. Bu kararlara aşağıda kısaca yer verilmektedir.

(1). Özel yüksek okulların Anayasa Mahkemesinin 12.1.1971 tarihli kararı üzerine devletleştirilmesinden sonra, bunların bir kısmını Ege Üniversitesinin kabul etmesi ile bu üniversiteye bağlanmış, diğerleri uğraş alanlarına girmediği halde akademilere bağlanmıştır. Günümüzde "Üniversite-akademi anlaşmazlığı", hatta "sürtüşmesi" diye sözü edilen, kamuoyunu sürekli bir şekilde oyalamış bulunan ve akademilerin üniversiteye dönüşmesini sağlayıcı yasal çalışmaların hızlanmasına neden olan olayın temelinde bu konunun yattığı söylenebilir. (2). İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi ile, Mühendislik Mimarlık akademisi Ege üniversitesine ayrı yasalarla bağlanmış ve akademi öğretim üyelerinin üniversite senatosu ile Üniversitelerarası Kurul’un yürüttüğü ortak işlemler sonucunda üniversite öğretim üyeliğine intibakları sağlanmıştır.

Karadeniz Teknik Üniversitesi

Tarımsal toprakları az, dağlık Doğu Karadeniz Bölgesindeki illerin sosyal ve ekonomik sorunlarına çözüm arayacak, madenleri, enerji kaynakları ve meyveleri bol olan bu bölgeye her yönden öncülük yapacak olan bir teknik üniversitenin Trabzon’da açılması 20 Mayıs 1955 de kabul edilen 6594 sayılı yasa ile mümkün olmuştur.

6594 sayılı yasanın 2 ci maddesine göre; üniversite iki fakültesi kuruluşunu tamamladığı ve öğretime açıldığı takdirde üniversiteler yasasına tabi olacak ve tüzel kişilik kazanacaktır. Bu yasayı değiştiren 1963 yılında yürürlüğe giren 336 sayılı yasa ile de bu üniversitenin fakülteleri, akademik kadroları ve yönetsel örgütlenmesi saptanmıştır.

Söz konusu yasa hükümlerine göre, üniversite tüzel kişilik kazanıncaya kadar rektör ve dekanlar ile diğer öğretim elemanları Millî Eğitim Bakanlığınca atanacaklardı (6594 S.K. geçici md.1; 336 S.K. geçici md. 1). Bu durum, söz konusu yasa yetkisinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği 23.12.1971 tarihine kadar devam etmiştir.

Diğer üniversitelerden farklı olarak, Karadeniz Teknik Üniversitesine dışarıda meslek çalışmaları, eserleri ve yayınları ile tanınmış kimselerin Üniversitelerarası Kurul’un onamasıyla profesör seçilebilme olanağı getirilmiştir (336 S.K. geçici md.3 ve 4).

Karadeniz Teknik Üniversitesi yasası, ayrıca bu üniversitede profesörlük ve doçentlik için gereken sürelerin on yıllık bir dönemde en çok iki yıl kısaltılabilmesine olanak tanımıştır (336 S.K. geçici md. 5). Bu nedenle, üniversiteler arasında unvanları kazanabilme süreleri bakımından farklılıklar doğmuştur. Ancak, bu duruma 1750 sayılı yasa ile son verilmiştir. Üniversite 4 Temmuz 1977 tarihinde rektör seçimi yaparak özerk statüye geçmiştir.

1960 - 1973 Dönemi

27 Mayıs Devriminden sonra üniversitelerde bazı düzeltme girişimlerinde bulunulmuştur. Bununla ilgili olarak çıkarılan 27.10.1960 tarih ve 114 sayılı yasa ile 147 öğretim üyesi ve yardımcısı görevlerinden uzaklaştırılmıştır. En azından bilimsel çalışmalardaki verimsizlik ve yetersizlik ölçütleri dikkate alınarak verilmiş olması gereken bu uzaklaştırma kararının yararsızlığı ve isabetsizliği sonradan anlaşılmış; bu operasyonun yarattığı huzursuzluk ve tepkilerin ortadan kalkması için, 1962 yılında 43 sayılı yasa çıkarılmış ve görevden uzaklaştırılan öğretim üyelerinin görevlerine dönmeleri sağlanmıştır ( Oğuzman, 1973: 163-164).

1960 döneminden sonra yapılan düzeltme girişiminde 115 sayılı yasa ile bazı değişiklikler getirilmiştir. Bu değişikliklerin en önemlisi, Millî Eğitim Bakanının üniversitelerin başı olması hükmünün ortadan kaldırılmasıdır.

1961 Anayasası üniversitelere yönetsel ve bilimsel yönden tam bir özerklik getirmiştir. Üniversitelerin kendi organları eli ile yönetileceği, öğretim üye ve yardımcılarının üniversite dışındaki makamlarca görevlerinden uzaklaştırılamayacakları hükümlerini içeren 120 ci madde ile önemli bir reform yapılmıştır. Ne var ki, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, Anayasaya, 1488 sayılı (1971) yasa ile hükümetin üniversitelerin yönetimine el koyabileceğine ilişkin hükümler eklenmiştir.

Bununla birlikte, bir kısım üniversitede yaşanan pek çok acı olaya karşın, yaklaşık on yıllık süre içinde hiçbir hükümet döneminde üniversitelerin yönetimine el konulmamıştır. Öyle anlar gelmiştir ki, hükümetlerin bu konudaki tereddütleri ve çekingenlikleri şiddetle eleştirilmiş, yine öyle zaman olmuştur ki üniversiteler el koyma tehdidinde bulunan hükümetlere, hükümetin yönetimi altındaki okullarda cereyan eden olayları önleyemedikleri halde üniversitelerde meydana gelen olayları nasıl önleyeceklerini sormuşlardır. Yine de hükümetlerin müdahale konusunda üniversitelere karşı daima duyarlı ve ölçülü davrandıklarını belirtmek gerekir.

Hacettepe Üniversitesi

1958’de, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı olarak kurulan Hacettepe Çocuk Sağlığı Enstitüsü, çeşitli aşamalardan geçerek, önce Hacettepe Sağlık Bilimleri Yüksek Okuluna, sonra yine Ankara Üniversitesine bağlı Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesine dönüşmüştür.

Teknik bilgileri yanında, geniş kültürlü, pratiğe ağırlık veren sosyal sorunları bilen doktorlar yetiştirecek şekilde eğitim yapmayı amaçlayan bu fakülte tam gün çalışmayı gerçekleştirerek 4936 sayılı üniversiteler yasasının öngördüğünden farklı bir uygulamayı başlatmıştır (Hacettepe Üniversitesi Bülteni, 1980: 2). Sonunda; bu kuruluş 1967 yılında 892 sayılı yasayla Hacettepe Üniversitesi durumuna getirilmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi

Robert Koleji Yüksek Okulunun Amerikan Vakfı tarafından ülkemize devredilmesi üzerine ( Resmî Gazete, 1354), 9. 9. 1971 tarih ve 1487 sayılı yasa ile Boğaziçi Üniversitesi kuruldu. Fakülte düzeyindeki Temel Bilimler, Mühendislik Bilimleri ve İdari Bilimler bölümleriyle öğretime başlayan ve ilk rektörü Millî Eğitim Bakanı tarafından atanan Boğaziçi Üniversitesi 1978 yılında 1750 sayılı yasaya bağlanmıştır.

Boğaziçi Üniversitesi kurulduktan sonra Robert Koleji Yüksek Okulu döneminde, profesör ve doçent unvanını almış olanlardan Üniversitelerarası Kurul’ca durumları uygun görülenler üniversite profesörü ve doçenti unvanını elde etmişlerdir. Üniversitenin geçiş dönemindeki 1971-78 hesapları Millî Eğitim ve Maliye Bakanlıklarının temsilcilerinden oluşan Denetleme Kurulunca denetlenmiştir. Başka bir deyimle, Boğaziçi Üniversitesi, 1978’den önce Muhasebe-i Umumiye, Artırma Eksiltme ve İhale Kanunları ile, Sayıştay vize ve kontrolüne tabi olmamıştır.

1973 Düzenlemesi

1968 yılında bütün dünyada görülen öğrenci olayları, ülkemizde de etkisini göstererek, üniversitelerimizde köklü yenileşme gereğini ortaya koymuştur.

Çeşitli kamu kuruluşlarında ve basında beş yıl kadar süren uzun tartışmalardan sonra başlayan eğitimle ilgili yasa düzenleme çalışmaları özellikle, nitelik değiştirerek anarşi ve teröre dönüşen öğrenci olaylarını, kardeş kavgasını durdurmayı amaçlayan 12 Eylül 1980 harekatını izleyen günlerde daha da hızlanmıştır. Önceki yıllarda üniversiteler için ayrı bir yasa hazırlanması görüşü ağırlık kazanırken, tüm yüksek öğretimi bir bütünlük içinde düzenleyecek bir yasanın hazırlanması konusunun da ön plana geçtiği zamanlar olmuştur. Bunun yanında; eğitimin diğer kademelerinde de yenilikler yapmak zorunluğu kendisini göstermiş ve dolayısıyla eğitimin tümüne yönelik bir reform konusu gündeme gelmiş; sonuç olarak 1973 yılında iki yasa yürürlüğe girmiştir. Bunlar 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile, 1750 sayılı Üniversiteler Kanunudur.

1750 sayılı Üniversiteler Kanununun dayandığı ilkeler şunlardır (Resmî Gazete, 1354):

1. Yüksek öğretimin bütünlüğü ve orta öğretimle ilgisi,

2. Yüksek öğretimin toplum gereksinimlerine yönelmesi,

3. Yüksek öğretimde fırsat ve olanak eşitliği,

4. Kaynakların etkin bir biçimde kullanılması,

5. Yüksek öğretim planlamasının örgütlenmesi,

6. Öğretim ve öğrenim özgürlüklerinin güvenlik altında bulundurulması.

Yukarıda sayılan ilkelere uygun olarak getirilen bir takım yeniliklere karşın, üniversitelerde geniş çapta yeni uygulamalara geçildiği söylenemez.

Yeni Üniversiteler ve Üniversite Açma Politikası

1960’dan sonra planlı dönemin başlamasıyla, yüksek öğretimin dengeli bir şekilde yurt yüzeyine yayılması fikri önemini gittikçe artırmaya başlamış, birkaç büyük kent üniversitesinin çeşitli illerde fakülteler açarak ileride bu illerde kurulacak üniversitelerin çekirdeklerini oluşturmuştur.

Ankara Üniversitesine bağlı olarak 1967’de kurulan Diyarbakır Tıp, Adana Ziraat ve Elazığ Veteriner Fakülteleri; İstanbul Üniversitesine bağlı olarak 1970’de kurulan Bursa Tıp Fakültesi; Hacettepe Üniversitesine bağlı olarak 1968’de kurulan Kayseri Gevher Nesibe Tıp Fakültesi; 1970’de kurulan Eskişehir Tıp Fakültesi; Atatürk Üniversitesine bağlı olarak 1970’de kurulan Çukurova Tıp Fakültesi bunlar arasında sayılabilir.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), 1968’de yaptığı Yüksek Öğretim Araştırması ile yurdun nerelerinde üniversite açılabileceğini gerekçeli olarak, kriterlerini belirterek ortaya koymuştur (Üniversiteler Kanun Tasarısı ve Millî Eğitim ve Plan Komisyonları Raporları, 1/622, 889).

Buna karşın, politik etkiler ve görüşler her defasında ağır basmış, yüksek öğretim sorunları giderek karmaşıklaşmış ve ciddi boyutlara ulaşmıştır. Oysa, yeni üniversitelerin kuruluşunu iller arasında yarışma konusu olmaktan çıkarmak, etkili bir planlama düzeni getirmek Anayasanın gereğidir.

DPT, 1968 yılı araştırmasında, yeni yüksek öğretim kurumlarının yeterli sayıda yerleşik öğretim üyesi sağlandıktan sonra açılmasını önermiş; yerleşik olmayan öğretim üyelerinin eleman yetiştirmede etkisiz kalacağını, öğrenci ile ilişkilerinin istenilen biçimde gelişmeyeceğini ve yüksek bir maliyete neden olacağını belirtmiş, fakat uygulamaların tamamen tersine yapıldığı görülmüştür (DPT, 1970: 76-86; DPT, 1976: 115).

Bölgelerine hizmet götürmek, sorunlarına çözüm bulmak, bölgenin kalkınması ve gelişmesi için bölgeye dönük araştırmalar yapmak, toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmak amaçlarıyla kurulan bölge üniversitelerinin kuruluş gerekçelerine ne derece uygun hizmet gördüklerini, çevrelerini ne derece etkilediklerini ve değiştirdiklerini incelemenin yararını kabul etmemek olanaksızdır. Bu konuda yapılacak çalışmalarda elde edilecek sonuçlar ve bulgulara göre bölge üniversitelerinin amaçlarını ne derece gerçekleştirdiklerini görmek, bundan sonra açılacak üniversitelerle ilgili verilecek kararlara da ışık tutacaktır.

Önceki paragraflarda sözü edilen ve büyük kent üniversitelerine bağlı olarak çeşitli illerde açılmış bulunan fakülteler, 1973 yılından itibaren üniversite statüsünü kazanmaya başlamışlardır. Bu üniversiteler, aşağıdaki paragraflarda kısaca gözden geçirilmektedir.

1. Diyarbakır Üniversitesi

Güney Doğu Anadolu Bölgesinin ekonomik, teknik, sosyal ve kültürel yönden gelişmesini sağlayacağı düşüncesinden hareketle DPT’nın önerileri ve Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planının programları dikkate alınarak mevcut Tıp Fakültesini de içine alan Diyarbakır Üniversitesinin kurulması, TBMM’nde 21 Kasım 1973’de kabul edilen 1785 sayılı yasa ile sağlanmıştır.

2. Çukurova Üniversitesi 

Adana’da önceki yıllar Ankara Üniversitesine bağlı olarak açılan Ziraat Fakültesi ile, Atatürk Üniversitesine bağlı olarak açılan Çukurova Tıp Fakültesi yeni bir üniversitenin kurulmasını kaçınılmaz hale getirmiş bulunuyordu.

Anayasa Mahkemesi de, özerk olmayan üniversitelerin bulundukları kampus dışında fakülteler açamayacakları, böylece özerk olmayan kuruluşları yaygınlaştırmayacakları görüşünü benimseyerek, 3.4.1972 tarih ve 1578 sayılı yasanın Çukurova Tıp Fakültesini Atatürk Üniversitesine bağlı kılan hükmünü 1972 yılında iptal etmiştir. Bu sırada, TBMM’ne verilen bir yasa önerisi kabul edilerek, Çukurova Üniversitesi 1973 yılında 1786 sayılı yasa ile kurulmuştur.

3. Anadolu Üniversitesi

TBMM’nde Çukurova Üniversitesi kuruluş yasasının kabul edildiği gün, 1787 sayılı yasa ile de Anadolu Üniversitesi kurulmuştur

4. Cumhuriyet Üniversitesi

5 Nisan 1973 tarihinde yayımlanan 1701 sayılı, Cumhuriyetin 50. Yılını Kutlama Kanunu, Sivas’ta ilk fakültesi 29 Ekim 1973 de öğrenime başlamak üzere Cumhuriyet Üniversitesi adıyla bir üniversite kurulmasını öngörüyordu. Böylece; Atatürk’ün 1923 yılında Sivas’ı ziyaretlerinde "Cumhuriyetin temelini burada attık" sözü, Cumhuriyetin 50 ci yıl dönümünde Cumhuriyet Üniversitesi ile anıtlaşacaktı. Cumhuriyet Üniversitesi 9 Şubat 1974 gün ve 1788 sayılı yasa ile kurulmuştur.

5. İnönü Üniversitesi

Bulunduğu bölgeyi sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan kalkındırmak, İsmet İnönü’nün adının simgesi olmak, görüşlerinden hareketle Yüksek Öğretim Kurulunun 17.5.1974 tarihli olağanüstü toplantısında alınan karardan sonra, İnönü Üniversitesinin Malatya’da kuruluşu 1975 yılında kabul edilen 1872 sayılı yasa ile gerçekleşmiştir.

Dört Üniversitenin Kurulması

Elazığ, Konya, Samsun ve Bursa’da birer üniversite kurulması ve geliştirilmesinin plan önerilerine uygunluğu, bu illerden bazılarında bulunan fakültelerin yeni üniversitelerin kurulmasını kolaylaştıracağı dikkate alınarak 11.4.1975 tarih ve 1873 sayılı yasa ile Elazığ’da Fırat, Samsun’da 19 Mayıs, Bursa’da Bursa, Konya’da Selçuk Üniversiteleri kurulmuştur. Bu üniversitelerin kuruluşunu sağlayan yasada kuruluşları tamamlanıncaya kadar, kurucu rektör ve kurucu dekanlarla yönetilmeleri öngörülmekte idi. Bu üniversiteler sonradan kuruluşlarını kısa sürede tamamladılar ve eğitim öğretime başladılar. 

Kayseri Üniversitesi

Kayseri Üniversitesi 1978 yılında kabul edilen 2175 sayılı yasa ile bünyesine Hacettepe Üniversitesine bağlı Gevher Nesibe Tıp Fakültesini de alarak İşletmecilik Fakültesi ile öğrenime açılmıştır.

1981 Düzenlemesi

1750 sayılı üniversiteler yasasının bazı maddelerinin Anayasa Mahkemesince iptali ve bazı maddelerinin uygulanmaması, yeni yükseköğretim kurumlarının öğretim üyesi gereksinmesinin karşılanmaması ve en önemlisi yükseköğretimdeki planlama eksikliği ve bunun sonucunda ortaya çıkan yüksek öğretimde dağınıklık ve kargaşa yeni bir yasa hazırlanmasını zorunlu kılmış bulunuyordu.

12 Eylül Harekatından sonra, daha önce girişilen yasa çalışmaları hızlandırılmış ve 4 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı yeni yükseköğretim yasası yürürlüğe girmiştir. Bu yasa ile getirilen düzenleme Atatürk’ün 1993 reformu ve 1956’da ODTÜ’nün kurulmasından sonra, bu alanda ülkemizde yapılan ve en köklü yasal düzenleme olarak görülmektedir. Özellikle Anglo-Sakson ülkelerinde eşdeğeri bulunan YÖK adıyla bir ara kuruluş oluşturulmuştur. Bunun yanında rektörlerin ve dekanların atanması, akademik yapının bölümlere göre düzenlenmesi, enstitüler, yardımcı doçentlik unvan kademesi, asistanlığın araştırma görevliliğine dönüştürülmesi, doçentlik tezinin kaldırılması ve profesörlüğe terfi için uluslar arası düzeyde yayın yapmış olan ve bu yayınlara başkalarınca yapılmış atıfların bulunması araştırma fonlarının kurulması, vakıf üniversitelerinin kurulması gibi, gerçekten reform niteliğindeki yenilikler getirilmiştir (Gürüz, 2001: 305).

1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun ardından, 1982 yılında yürürlüğe konulan 41 sayılı kanun hükmünde kararname ile, fakülte-akademi ve yüksekokulları aynı çatı altında birleştirme düzenlemesi yapılarak, 28 üniversite kurulmuş ve ayrıca, özel üniversite statüsünde bir de vakıf üniversitesi hizmete sokulmuştur. Söz konusu yeni düzenleme ile kurulan üniversitelerin öğretim elemanı, araç, gereç ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermek için, uzun süre yeni üniversite açma konusu gündeme gelmemiş, yeni durumun yarattığı şokun atlatılmasına çalışılmıştır (Korkut, 2002: 64).

Bugüne kadar, yükseköğretimde sağlıklı bir planlama yapılamadığı için, ihtiyaç-istihdam dengesi, ülkenin yakın ve uzak gelecekteki ihtiyaçları, sosyal talep gibi faktörlerden çok, ucuz maliyet ve politik baskı ölçütlerinin ön plana geçmesi, yeni üniversitelerin önemli bir kısmını tabela üniversiteleri olma talihsizliğine uğratmışlardır (Korkut, 2002: 65).

Son duruma göz atılacak olursa, sayısındaki artış hızını izlemekte zorluk çektiğimiz 21 vakıf üniversitesi ile birlikte 74 üniversiteye sahip bulunmaktayız. Son iki vakıf üniversitesi henüz eğitime başlamamıştır (Korkut, 2002: 65).

1981 düzenlemesi ile yapılan diğer önemli değişiklikler ve getirilen yeniliklere aşağıda değinilmektedir.

Bugün, Türkiye’de yürürlükte olan Yükseköğretim Kanununda yöneticiler, genellikle üst yöneticilerle uyumsuzluk içinde olmaları veya başarısızlıklarının saptanması halinde görevden alınabilmektedir. Böyle bir durum, yöneticilerin başarılı ve uyumlu bir çizgide görünmelerini zorunlu kılmaktadır. Ne yazık ki, uyum mekanizması bizim üniversitelerimizde tek yönlü çalışmaktadır. Oysa ki, başarı bekleyen yöneticilerin üst makamlarla ilişkilerinde gösterdikleri uyumu, alt kademelerle olan ilişkilerde de göstermeleri gerekir (Korkut, 2002: 82).

1981 öncesi dönemde seçimle gelen yöneticinin, başarılı olacağı bir varsayım olarak kabul edildiği için, beceriksiz yöneticilerin kurumlarına verdikleri zararların faturası yine kuruma çıkmakta ve bunun hesabı hiç kimse tarafından ilgililere ve sorumlulara sorulamamakta idi. O dönemde, yasada yer alan Denetleme Kurulu ise, faaliyete geçememiş ve üniversitelerin gerek öğretim üyeleri, gerekse yöneticileri hakkında hiçbir denetleme görevi yapılamamıştır. Bilimsel ve idari denetim esasları getirme yetkisi tanınan Üniversitelerarası Kurul ise, bu yetkisini kullanamamıştır (1750 S.K. md. 41) (Akt. Korkut, 2002: 82).

1981 dönemi öncesindeki mevzuatta, yeni üniversitelere öğretim elemanı yetiştirilmesi, bu üniversitelerde geçici süre ile öğretim üyesi görevlendirilmesi hükümleri yer almakta idi (1750 S. K. md. 46,47). Bu hükümler ne "rotasyon" denilen geçici görevlendirme, ne de öğretim elemanı yetiştirme konularında istenilen şekilde işleyebilmiştir. Rotasyon ile ilgili olarak "adet yerini bulsun" kabilinde, sembolik birkaç görevlendirme yapılmış, bir süre sonra ilk uygulamaların arkası kesilmiş, bu konuda önlem alabilecek ne bir kurum ne de bir makam bulunabilmiştir (Korkut, 2002: 83).

1981 döneminde 2547 sayılı yasanın yürürlüğe girmesi ile, kurulan Yükseköğretim Kurulu, bu konularda etkin önlemler almak görevi ile karşı karşıya kalmıştır. İşte o zaman, üniversite çevrelerinde kıyametler de kopmaya başlamıştır. 1981 öncesinde, yeni üniversitelerin astronomik rakamlarla ifade edilen pek çok yatırımı adeta boşa gitmiş durumda idi. Bu üniversitelerin çoğunda öğretim üyesi olmadığı için, öğretim faaliyetleri öğretim görevlileri ile sürdürülmeye çalışılmış, bazı tesisler yine elemansızlık nedeniyle atıl durumda, kaderine terk edilmiş olarak bekletilmiştir (Korkut, 2002: 83).

Zamanın Cumhurbaşkanı’nın Dicle Üniversitesinde yaptığı konuşmada; "bayrağın ucundan tutmak için kaç lira verileceğini soran öğretim üyeleri bulunduğu" şeklinde sarf ettiği söz, o zaman öğretim üyeleri arasında üzüntü yaratmış, fakat bu görüş, yükseköğretimin o gün sergilediği acıklı tablo karşısında, devlet başkanından sade vatandaşına kadar, herkesin üzüntüsünü, hatta isyanını da dile getiren görüş olarak tarihe geçmiştir (Korkut, 2002: 83).

"Rotasyon" yoluyla öğretim üyesi ihtiyacının giderilmesine ilişkin hükümlerle (bu sözcük belki yasadaki hükmün karşılığı değil, fakat günlük dile öyle yerleşmiştir), akademik unvan alabilmek için, başka üniversiteye gitmek zorunluluğu getiren hükümlerin paralelinde, yeterli, özendirici hükümler getirilmemesi, uzun vadede yerleşik kadrolar yetiştirilmesine yönelik uygulamalar yapılmaması, üniversitenin yakın ve uzak çevrelerinde yasaya ve uygulamalara karşı oluşan tepkilerin sürmesine neden olmuş, bilinçsiz bir şekilde dalga dalga büyüyerek amaçlarından sapan bu tepkiler, sokaktaki taksi şoförünün, apartmandaki kapıcının dahi dilinden düşmeyen bir Yükseköğretim Kurulu (ve de yasası) karşıtlığına dönüşmüştür. Bundan kim zarar görmüştür? Kuşkusuz üniversite, öğretim elemanı, veli, öğrenci, bunların uzak-yakın çevreleri, hatta devlet zarar görmüştür (Korkut, 2002: 84).

2547 sayılı ve adı Yükseköğretim Kanunu olan yasa, bütün yükseköğretimin üniversitelerden oluştuğunu öngörür. Nedeni araştırıldığında; her alanda ihtiyaç duyulan yüksek nitelikli insan gücünün ancak, üniversitede yetiştirilebileceği, ya da her yükseköğretim kurumunun üniversiteleştirilerek politize olmak tehlikesinden korunabileceği inancının hakim olduğu görülür (Korkut, 2002: 85).

Türkiye’de, geçmiş dönemde üniversitelerin yanı sıra, ayrı yasalara tabi akademiler ve yüksek okullar vardı. Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademileri, İktisadi ve Ticari İlimler Akademileri, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Öğretmen Okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri bunlar arasında sayılabilir. Bu sınıflandırma 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanununda da uzun süre yer almıştır (Oğuz, 1983: 339-355). Ancak, yukarıda belirtilen sosyal baskılar sonucu, amaçlarından sapmaları ve bazı çarpık gelişmeler göstermeleri nedeniyle (İktisadi ve Ticari İlimler Akademilerine, Eczacılık, Diş Hekimliği eğitimi yaptırılması gibi) sözü edilen kurumlar 41 sayılı yasa gücündeki kararname ile üniversitelere bağlanarak ortadan kaldırılmıştır (Korkut, 2002: 85).

2547 sayılı yasanın ilkelerinden biri de, yükseköğretimi bütünlüğe kavuştururken, akademik standartların korunmasıdır. Uluslar arası örnekleri de dikkate alınarak, akademik unvanlar konusunda yasada belli esaslar öngörülmüştür. Önceki dönemde, profesör olmak için istenen ikinci yabancı dilin eleştiriye açık yöntemlerle yapılan sınavları, o koşulun kaldırılmasına neden olmuş, " bir dil; ancak mükemmel dil" görüşü ile gerçekçi ve isabetli bir değişiklik getirilmiştir. Bir dilin uluslar arası platformda çok iyi kullanılabilecek düzeyde öğrenilmiş olması amaç edinilmiş, bunun sınavları da merkezi bir sisteme bağlanmıştır. Önceleri, amacına uygun olarak yapılan sınav yine bilinen baskı ve yakınmalar sonucu, çevirisi, sözlüsü olmayan, sadece testten ibaret bir sınav şekline dönüşerek, 1750 sayılı yasa dönemindekinden daha yetersiz bir sınav sistemi uygulamaya konulmuştur (Korkut, 2002: 85). 

2547 sayılı yasadaki çok önemli bir hüküm de, profesör olacak öğretim üyelerinin "uluslar arası düzeyde" çalışma yapmış olmaları ile ilgilidir. Bu hüküm, uygulama biçimi Yükseköğretim Kurulunca saptanmış; kişilerin yayınlarının yurt dışındaki meslektaşları tarafından "cite" (atıf) edilmiş olması zorunluluğunu getirmiştir. Böyle bir koşulun gerçekten bilimsel çalışmaların yüksek düzeyde olmasını ve uluslar arası standartlara ulaşılmasını, bilim adamlarımızın dünyada tanınmasını sağlaması açısından isabetliliği ortadadır. Ne var ki; bu konuda öğretim üyelerinin içinde bulundukları olumsuz koşullar, böylesine yararlı yasa hükmünün uygulanmasını zorlaştırmıştır (Korkut, 2002: 87).

Son bir nokta da; üniversitelerin, 1981 döneminde Yükseköğretim Kurulunun kararlarını sık değiştirdiğine, bu kararların çok defa üniversitelerin özelliklerinin yeterince incelenmeden alındığına dair çok tekrarlanan, yakınmalar ile ilgilidir (Korkut, 2002:  89).

Yükseköğretim Kurulu, kararların ve yönetmeliklerin sık değişikliğini, koşulların çabuk değişmesi, ya da hataların kısa zamanda fark edilerek düzeltme ihtiyacının görülmesine bağlamak istemiştir. Üniversiteleri ilgilendiren her konuda (istisnasız) yine üniversitelerin kararlarına değilse bile, görüşlerine başvurulması ve ondan sonra uygulamaya geçilmesinin verimli sonuç elde etmenin en emin yolu olduğunu ileri sürenler olmuştur. Bu görüş sahiplerine göre, üniversiteler her alanda en yetkili uzmanlara sahip devletin en yüksek düzeydeki danışma organı durumunda kurumlardır (Korkut, 2002: 89).

Yine bazı görüşlere göre, Yükseköğretim Kurulu, baştan beri üniversite temsilcilerinden oluşan komisyonlar kurarak (bunlar sürekli, geçici olabilir) üniversiteleri ilgilendiren konuları da bu komisyonların görüşlerini dikkate alarak karara bağlama yoluna gidebilseydi, sık yapıldığı söylenen hatalar daha aza iner, Yükseköğretim Kurulu’nun gereksiz yere eleştirilmesi ve yıpranması önlenmiş olurdu. Ancak, geçmişte yaşanmış bazı olayların, böyle bir yolun Yükseköğretim Kurulu tarafından benimsenmemesine neden olduğunu akla getirmektedir. Geçmiş dönemlerde, üniversitelerin kurdukları komisyonların ve bünyelerindeki kurulların, çok önemli ve acil konularda dahi kolayca sonuca varamadıklarına, farklı görüşleri bağdaştırarak sağlıklı sentezlere ulaşamadıklarına ilişkin yaşanan olayların hafızalarda canlılığını koruması, komisyonlar yoluyla üniversitelerden alınacak destek konusu Yükseköğretim Kurulu çevrelerinde tereddüt yaratmıştır (Korkut, 2002: 89).

Sonuç

Üniversitelerimiz, Büyük Atatürk’ün görmek istediği çizgide yürüyen, bilim dünyasında onurlu yerini almış bulunan, en yüksek danışma organı ve güzide bilim kuruluşlarımızdır.

Ancak, kendilerinden çok şey beklenen üniversitelerimizin faaliyetleri ve başarıları toplumun gelişmişlik düzeyi ile sınırlı bulunmaktadır. Gerek bu sınırlılık, gerekse topluma daha çok dönük olamamaları ve kendilerini daha çabuk yenileyememeleri nedeniyle üniversitelerimiz toplumun beklentilerine yeterince yanıt veremedikleri ve eleştiri hedefi olmaktan kurtulamadıkları ileri sürülmektedir. Yine de, Bilgi Çağının üniversitelerimize yüklediği ağır sorumluluk onların gerekli sıçramaları yapmalarını zorunlu kılmaktadır. Son zamanlarda üniversitelerimizin bilime katkı konusunda gösterdikleri başarı, örneğin bilimsel yayınlar sıralamasında 22 ci sıraya yükselmemiz (Ortaş, 2003: 13) bazı yazarlarımızın "üniversitenin başarıyı gerçekten özgür ve donatımlı bir araştırma ortamının yaratılmasında değil, bilimsel atıf endeksinin anlamsız ve yapay rakamlarında arıyor" (Timur, 2000: 367) şeklindeki değerlendirmesine karşın, sevindirici ve oldukça umut vericidir.


* Prof.Dr., Akdeniz Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dekanı

 

İçindekiler...

© T.C. MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığı
Teknikokullar, ANKARA
Tel. (312) 2128145
Fax (312) 2124668
med@meb.gov.tr

 

[ yukarı ]

Arşiv