MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ

Sayı 164

Güz  2004


KÜLTÜR KAVRAMI TANIMLAMALARINA İLİŞKİN BİR ANALİZ

Ali Osman ALAKUŞ*



Özet

Bu araştırmada, kültür kavramı literatüre dayalı olarak incelenmiştir. Kültür milletlerin en önemli temel ögelerinden biridir. Araştırmada, kültürün farklı tanımları, tarihsel kronolojisi ile sınıflandırmaları bazı yorumlarla tanıtılmaktadır. Ayrıca kültür değişimi ile kültür ve sanat arasındaki ilişki tartışılmaktadır.

Anahtar Sözcükler: Kültür, kültür değişimi, kültür-sanat

Giriş

Kültür, çok sayıda anlama sahip bir sözcüktür. Botanikten sosyal ve beşerî bilimler alanına dek uzanan geniş kapsamlı anlamlar içerir. Onun için günümüzde herkesi doyuran biçimde kültürü tek bir kalıpta tanımlamak oldukça güçtür. Kültürle ilgilenen bilim adamlarının bu tanımlamada sürekli yeni girişimlerde bulunmaları bu zorluğun göstergesidir. Bilim sürekli bir gelişim içinde olduğu için her terim gibi “kültür” de zamanla kullanılmakta olduğu bilim alanında yeni tanımlara kavuşmaktadır. Bu nedenle kültürü, sosyal ve beşeri bilimler alanıyla sınırlı tutmamız daha doğrudur.

Bilindiği gibi kültür, Türkçe’ye Fransızca’daki “Cultura” kelimesinden geçmiştir. Bir zamanlar dilimizde Ziya Gökalp’in vurgulayarak kullandığı “hars” kelimesiyle ifade edilmiştir. Daha sonra ise bu kelime “kültür” olarak kullanılır olduğu bilinmektedir. Gökalp’in bu noktaya, şu görüşlerinden hareketle vardığı anlaşılmaktadır. “Bir medeniyet müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat her medeniyetin, her millette aldığı hususî şekilleri vardır ki, bunlara (hars-kültür) adı verilir.” (Turhan, 1994, 36). Medeniyet ve hars-kültür arasındaki bu karşılaştırma ile ilgili görüşler, bu araştırmanın ileriki bölümlerinde ele alınacağından kültürün birkaç farklı tanımına daha yer vermekte yarar vardır.

Uygur’a (1984, 17) göre kültür, insanın ortaya koyduğu, içinde insanın varolduğu tüm gerçeklik demektir. Öyleyse “kültür” deyiminden insan dünyasını taşıyan, yani insan varlığını gördüğümüz her şey anlaşılabilir. Kültür, doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırmaya özgü süreç ve verimdir. İnsanın kendini kendi evinde duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koymasıdır. Böylesi bir dünyanın anlam-varlığına ilişkin tüm düşünülebilirlikleri içerir ve insanın varoluşunun nasıl ve ne olduğu demektir. “Biz kültür kavramını hem bir imkân kavramı hem de bir gerçeklik kavramı olarak kullanırız. Başka bir deyişle kültür kavramı, bir gizilgüç (potansia) kavramı olarak insanının yapabilirliğinin kuramı olduğu kadar, bir edim (actus) kavramı olarak onun şimdiye kadar yaptıklarının da kuramıdır.”  (Özlem, 1986, 156). Kültürü, “......insan aklının doğaya kattığı her şeydir. O hâlde kültür, sosyal ve beşerî bilimler için, kimi zaman bir düşünce tarzı, kimi zaman bir davranış, kimi zaman da bir somut varolan şeklinde, ama daima karşımıza çıkan bir kavramdır.” (Erinç, 1995, 78) diye tanımlayanlar da vardır. Nihaî bir gerçek şu ki; köken ve amaç açısından, önem ve yaygınlık bakımından farklı boyutlar gösteren ve çeşitli ögelerden oluşan bir kavramla karşı karşıyayız.

Kültürü oluşturan ögelerin çeşitliliğinde; hars, uygarlık, medeniyet, ekin çağdaşlık, aydın insan, kültürlü kişi, entelektüel gibi kavramlara rastlanır. Bu ögelerin her birinin doğru bir anlamlandırma ile kullanılabileceği mümkün olduğu gibi, tek başına kültür kavramını tanıtmada yeterli olmadığı da açıktır. Dolayısıyla sayılan her bir öge bir bakıma kültürün tanımını dar kalıplara sıkıştırdığı da ileri sürülebilir. Alana dair ilgili araştırmalar yapan bilim adamları bu karmaşaya bir çözüm bağlamında kültürü farklı açılardan sınıflandırma ihtiyacı duymuşlardır. Yapılan  sınıflandırmadaki yaklaşımın iyi kavranabilmesi, tanımda bir uzlaşıyı ortaya çıkarabilir.

Kültür sözcüğünün dört ayrı anlamda kullanıldığını belirten Güvenç (1994, 95-97) şu gruplandırmaya  dikkat çekmektedir: “1- Bilim alanındaki kültür: Uygarlıktır. 2- Beşeri alanındaki kültür: Eğitim sürecinin ürünüdür. 3- Estetik alandaki kültür: Güzel sanatlardır. 4- Madde (teknolojik) ve biyolojik alanda kültür: Üretme, tarım, ekin, çoğalma ve yetiştirmedir.” Antropolojik terminolojide bazı temel kavramlar karşılığında kullanıldığında kültürün soyut bir sözcük olduğu ve bir toplumun ya da tüm toplumların birikimli uygarlığı olarak da bir içeriği düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında ise kültür, belli bir toplumun kendisi ve bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesi olduğu ileri sürülebilir.

Tanımlar farklı açılardan yapılsa bile kültür tanımlamalarının tümü için ortak olan bazı tespitler vardır ki, bunların ilki kültürün organik olduğu ve dirik bir anlam taşıdığıdır. Kültür kavramının varlığı için ön koşul, en az sayıda da olsa bir insan topluluğunun ya da bir insan varlığının bulunması gereksinimidir. Toplumun ister bir kavrayış olarak isterse bir olgu olarak olmadığı bir yerde kültürden de söz edilemez. O hâlde, bir kimse önce kendisini bir toplumun  üyesi olarak (en geniş ve en dar anlamlarıyla) hissedebilmeli, sonra da toplumun içinde kendinin de var olduğunu anlayabilmeli ki, bir kültür olgusundan söz edebilsin (Erinç, 1995, 19). Bilindiği gibi Cumhuriyetimizin kuruluşundaki temel felsefe kültür ile ilişkilendirilmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Kültür okumak, anlamak, görebilmek, mânâ çıkarmak, zihni terbiye etmektir.” (Akçora, 1989, 6), sözünün cumhuriyetimizin kurucusuna ait olması anlamlıdır.   

İngiliz antropolog E.B. Tylor’a göre kültür; bilgiyi, imanı, sanatı, ahlâkı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uvzu olması itibariyle kazandığı itiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir bütündür (Turhan, 1994, 35). Tylor’a göre kültür, toplum, insanoğlu, eğitim süreci ve kültürel içerik gibi değişkenlerin ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir işlevidir (Güvenç, 1994, 101). C. Wissler kültür için “bir halkın yaşama tarzıdır.” derken, tanınmış Alman Antropoloji bilgini Thurnwald’ın tanımı daha başkadır. “Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve âdetlerden, düşüncelerden, ifade şekillerinden, kıymet biçmelerden, tesislerden ve teşkilattan mürekkep öyle bir sistemdir ki, tarihî bir mahsul olmak üzere teşekkül etmiş, an’aneye bağlı bir cemiyet içinde onun medenî techizatı ve vasıtaları ile karşılıklı tesirler neticesinde meydana çıkmış ve bütün unsurlarının zamanla yekdiğerine kaynaması sayesinde ahenkli bir bütün hâline gelmiştir. Buna mukabil medeniyet ise, birikmiş bir bilgiye ve teknik vasıtalarına sahip olmayı ifade eder.” (Turhan, 1994, 35).

“Kültür”ün Tarihçesi

İnsan topluluğunun nesilden nesile aktardığı inanç, bilgi ve uygulamalar olan kültürü tarihçesi ile de tanımak gerekir. Fransızca Cultura’dan gelen kültür sözcüğü Latince’de, “Colere”, sürmek, ekip-biçmek anlamına karşılık gelmekte ve “cultura” aynı zamanda Türkçe’deki “ekin” anlamında da kullanılmaktadır. İlk kez Voltaire’in “Culture” sözcüğünü, insan zekâsının oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında kullanmış olduğu ileri sürülmektedir. “Sözcük buradan Almanca’ya geçmiş ve 1973 tarihli bir Alman Dili Sözlüğünde Cultur olarak yer almıştır.” (Güvenç, 1994, 96).

Kültürün tarihçesine bakıldığında, kültür ve medeniyet-uygarlık kavramlarının uzun bir süre kavram kargaşasına neden oldukları görülecektir. Fransızlar ve İngilizler 19.yy’ın ikinci yarısı ile 20.yy’ın ilk çeyreğine dek uygarlık kelimesini kültüre tercih ederlerken, ülkemizdeki yansımalar da farklı olmuştur. Bu bağlamda Ziya Gökalp’in “hars” adını verdiği “millî kültür”ü, Atatürk’ün “kültür”ü bir toplumun ürettiği maddî ve manevî varlıkların tümü olarak değerlendirdiği görülmektedir. Medeniyetin tanımına gelince sentezci yaklaşımlarla da karşılaşılmaktadır. “Bence, medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu nokta-i nazarımı izah için hars ne demektir tarif edeyim: a) Bir insan cemiyetinin devlet hayatında b) Fikir hayatında, yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda, c) İktisadî hayatta, yani ziraatte, sanatta, ticarette, kara deniz ve hava münakalatçılığında yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.” (Kongar, 1994, 16).

Görüldüğü gibi hars-medeniyet ayrışımı yapmak biraz güç gibi görünmektedir. Medeniyet bilgi, sanat ve ticaret üzere kurulur. Bu üç unsur toplumun yaşama biçimine yön verdiği de inkar edilemez. Böylece oluşan medeniyetten beklenen sonuçlar, güzelliklerini göstermesi ve insanlığın hepsine ya da hiç olmazsa çoğuna maddî ve manevî ortak değerler kazandırması durumu kültürü bu kez evrensel boyutuyla karşımıza çıkarmaktadır.

“Kültür, özellikle 20.yüzyıl son çeyreğinde her yıl farklı algılanan ortak bir miras durumuna gelmiştir.” (Gel, 1996, 25) gibi düşüncelerin bu evrensellik yaklaşımına engel olmadığı söylenebilir. “....tarihinin onuruna ve kültürün bilincine sahip olmayan, aydın değildir.” (Tansuğ, 1997, 84) sözünden ise, kültürün ortak bir miras üzerine temellendiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Ziya Gökalp, yeni ve orijinal bir düşünce ve hareketle kültür ve medeniyetin birbirinden farklı olduğunu ileri sürmüştür. Böylece kültür-medeniyet yakınlığı görüşünde olan geleneğin dışında tasnifçi bir görüşle “Medeniyet beynelmileldir fakat kültür millîdir. Türkiye modernleşebilir ve pekâlâ Avrupa’dan farklı bir millet olarak kalabilir, hüviyetini kaybetmez.” diye bir antitez sunmuştur (Güngör, 1996, 77).

Kültür, yeni buluşlarla zenginleşir ve gelişir. Öğrendiklerimizin çoğu, toplumun bütününe mal olmuş şeylerdir ve bunları herkes öğrenebilir. Örneğin, Türkiye’de Ramazan ayında oruç tutulduğunu, evlenen insanların nikâh kıydırdığını bilmeyenimiz yoktur. Elbette kültürümüzün tamamen bu bilgi ve uygulamalardan ibaret olmadığı da açıktır. Herbirimizin farklı kişiliklere sahip olması, her insanın ayrıca özel kültür çevresiyle içiçe oluşundan kaynaklandığı söylenebilir. Genel (millî) kültürümüzü öğrenmemizde en önemli ortam ailemizdir. Ama her ailenin çocuklarına tıpa tıp aynı şeyleri öğretemediği de açıktır. Çünkü her aile aynı bilgi, görgü ve yeteneklere sahip değildir. Şu hâlde, her ülkede önce bir millî kültür vardır ki, ona ülkedeki büyük çoğunluğun hemen hepsi katılır. Hepimizin günde üç kez yemek yemesi, selâmlaşmamız, bayram ziyaretlerinde bulunmamız gibi...

“Kültür”ün Sınıflandırılması

İçerdiği çok anlamlılığıyla dikkate alındığında kültürün daha iyi anlaşılması biraz da sınıflandırmasının anlaşılmasıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Kuşkusuz kültürün, sosyal ve beşerî yönden bir sınıflandırma ile ele alınması önemlidir. Kültürün taşıyıcılarını veya alanını esas alarak yapılan bir sınıflandırmada, üç alan düşünülebilir. Burada evrensel kültür, yöresel (bölgesel) kültür ve bireysel kültür olmak üzere üç alan düşünülebilir, fakat bu sadece biçimsel bir tasniftir. Bu alanların belirgin çizgilerle birbirlerinden ayrı düşünülmesi de kolay değildir. Tekil anlamda kültür, çoğul anlamda kültür; maddî kültür, manevî kültür; ideolojik kültür, davranışsal kültür (Erinç, 1992, 79) gibi sınıflandırmalar da konunun anlaşılmasına bir katkısı olabilir.

Kültürün bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerden oluşan bir bütün olduğunu söyleyen bilim insanları, aynı zamanda kültürün toplumda mevcut her tür bilgi, ilgi, alışkanlık, değer yargıları, genel tutumlar, görüş düşünce ve tüm davranış şekilleriyle bir bütün olduğunu savunmaktadırlar (Turhan, 1994, 45). Bu açıdan bakıldığında ise, bütün maddî kültür olaylarının, manevî kültürdeki inançlara dayanması yönüyle, kültür denilince daha çok “manevî” kültür akla gelebileceğini ileri sürmek de mümkündür. Bir insan topluluğunun ortak inanç ve uygulamaları tanımına göre, kültür taşıyan (ortak inanç ve uygulamalar etrafında toplanmış) en büyük topluluk olarak “millet” kavramının oluştuğu görülmektedir. Bu durumda akla gelen şey “millî kültür” olup, sadece millet hâlinde yaşayan insanların ortak bir tarihi, yani ortak bir hayat tecrübesine sahip olabileceği gerçeğidir.

Dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün milletlerin tek bir topluluk gibi hareket etmeleri, hep aynı ihtiyaçları, aynı tatmin ve zevk yollarına sahip olmaları imkânsız gibi görünmektedir. Tüm insanlığın aynı kültüre sahip olması insanlığı durgunlaştırır, kısırlaştırır. Yani sınıfsız ve tek düze bir toplumun yeryüzünde varlığını sürdürme şansının olmadığı söylenebilir. Bununla birlikte milletlerin kültür farklılığının insanlığa zenginlik ve çeşitlilik katacağı da bir gerçekliktir. Güngör’e (1996, 86) göre “Bazı hakikatleri çok acı tecrübelerden sonra da olsa artık anlamış olmalıyız. Hem Türklük adına yola çıkıp hem bu milleti kendi tarihi oluşumunun dışında bambaşka bir kültüre kaynatmaya çalışmak akla ve gerçeklere aykırıdır.” .

Üçüncü bini yaşamaya başladığımız bu günlerde artık toplumun geçmişte denemiş olduğu katı sınıflandırmalarla ve ayrımlarla kültürlü bir toplum oluşturulamaz. Yani eski durum şimdilik artık yok, bu nedenle ya yeni durum ve yaklaşımlar benimsenecek ya da kültürel çöküntü kaçınılmaz olacaktır. Önemli olan dengeli hareket ve düşünmedir. Evrensel düşünce kaygısıyla, uygar davranış endişesiyle bir millet özbenliğini yitirirse veya globalleşme ve evrensellik dürtüsüyle böyle bir kaosa itilirse o millet yok olmaya mahkum olabilir. “Kendi halkının türküsünü söyleyemeyen, bilmeyen, işlemeyen aydına yazık! Bir çiçek türünün kaybolması, bir hayvan neslinin tükenmesi tehlikesiyle özgün bir kültür çeşidinin kaybolması arasında ne fark var. Hepsi de ulusal ve evrensel düzeyde insanlığın ortak malı değil mi? İnsanlığın yitiği değil mi? Yalnız ekolojik denge mi bozulur? Kültürel denge bozulmaz mı?” (Boydaş, 1998, 8).

Kültür Değişimi:

Kültürün sınıflandırılmasında katı ve sert çizgilerin olamayacağı gerçeğinden dolayı kültürün, hangi açıdan ele alınırsa alınsın bu gruplandırmaların birbirleriyle alışverişleri ve etkileşimleri olacağı söylenebilir. Kültür alışverişleri beraberinde kültür değişimini de getirmektedir. Doğal olarak kültür her nesilde bir takım değişmelere uğrar; çünkü her nesil kendi hayat tecrübesiyle eskilerden işe yaramayan bazı şeyleri atar, kendi yeni bulduklarını kültüre katar ve bu sayede toplumda ilerlemeler sağlanabilir. En ilkel kabileler düzeyinde bile kültürlerinde değişiklik olmayan bir toplumun varlığı düşünülemez. Bu değişimler daha çok başka kültürlerle temas sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böyle durumlarda; toplumun siyasi yapısında, idari müesseselerinde ve toprağa yerleşme ve iskan biçiminde, inanç ve kanaatlerinde eğitim mekanizmasında, kanunlarında, maddî araç ve gereçlerinde ve bunların kullanılmasında, sosyo-ekonomik açıdan tüketim maddelerinde bir takım değişiklikler meydana gelir.

Kültür değişmeleri iki şekilde olmaktadır. Bunlardan biri serbest; diğeri zorunlu kültür değişimi olarak düşünülebilir. Serbest kültür değişimi, toplumların birbirleriyle olan ilişkilerinde kendiliklerinden yaptıkları kültür alışverişleridir. Zorunlu ve güdümlü kültür değişiminde ise, aynı kültüre sahip sosyal gruplardan biri, kendi kültürünü veya onun belli bazı unsurlarını kabul etmesi için diğerini etkilemeye çalışmasıdır. İdarî bir nüfuz ve iktidara sahip bir zümre, yabancı bir kültürü veya bunun belli bazı bölümlerini toplum çoğunluğunun arzusunun tersine kendi toplumuna zorla kabul ettirme girişimleri güdümlü bir kültür değişimidir.

Bu tarz değişim, daha çok bir toplumun herhangi bir biçimde -devrim, savaş, ihtilal gibi- yenilgisiyle sonuçlanan durumlarda görülür. Kültür tıkanmasını sonuç veren bu durum üç ögeye bağlı olarak şöyle açıklanabilir: ”a) Her ne sebeple ise, kültür kavramına eğilen kişinin düşünce yapısı, düşünce tarzı, bakış açısı, algılama gücü, bilinç düzeyi, b) Nesne olarak ele alınan kültürün ögelerinin kendi iç yasaları, bu ögelerin dirikliği, işlevsel derecesi, ögeler arasındaki düzen, c) Nesne ile öge arasındaki ilişkiye neden olan, sonra da bu ilişkiden çıkan amaç.” (Erinç, 1995, 50-51). Kültürel tıkanmanın varlığını gösteren birçok göstergeler vardır. Bunlardan dil, davranış, tutum ve inanç gibi.

Kültürel tıkanmanın objektif kanıtlarından dil konusunda şunlar söylenebilir. Kültür kavramı hangi bağlamda kullanılırsa kullanılsın, onu zaman ve mekân açısından aktaran, öğreten dil olduğuna göre, eğer bir toplumun sesli ve yazılı yayın organlarında duyulan ve okunan dil, o toplumun eğitim kurumlarında yasal olarak öğretilmesi beklenen dilden -dilbilgisi, söyleniş ve vurgu bakımlarından- sapmalar gösteriyor, asal olana benzerliğini yitiriyorsa, bu sapma üzerine eğilinmiyorsa, bu sapmadan kaygı duyulmuyorsa kültürde ciddî bir tıkanma var demektir. Artık bu, sağlıksız durumun kısa bir sürede toplumun her alanında ve biriminde belirgin sonuçlarını göstermeye başlayacağı anlamına gelebilir. Sonuç, bir kültürsüzleşmeye doğru gidişin işaretlerinin görülmüş olmasıdır. Dili Türk kültürünün üç ana kaynağının başında sayan Güngör’e (1980, 106) göre “Dilini kaybetmeyen milletler din değiştirse bile birliğini ve bütünlüğünü kaybetmeyebilir, fakat tatbikat bu iddiayı pek haklı çıkarmıyor. Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din dilden hiçte geri kalmamıştır, Türkler müslüman olmasaydı değişik isimlerde kavimler hâlinde dağılıp gidebilirlerdi, nitekim daha önce çeşitli dinlere girerek birbirlerine düşman olmuşlardı.”

Kültürsüzleşme, bir grubun başka bir kültürle kurduğu ilişki sonucu kendi kültürünü değiştirmesi, hatta tümüyle değiştirmesi veya kaybetmesidir. Kültürsüzleşmede toplumun kendi kültürünü terk etmesinden ve diğer kültürlere intibak edememesinden doğan sosyal ve kültürel huzursuzluklar görülür. Türkiye’nin Batı kültürüne yönelmeye başladığından beri içinde bulunduğu durum budur. Yani, ne tam Batı kültürüne dayalı bir toplum olunabilmiş, ne de kendi kültürüyle batının sentezi yapılabilmiştir. İki yönden kendisini gösteren bu kültür yozlaşması, Türkiye’nin kültürel istikrarsızlığına neden olmuştur. Bu istikrarsız durum, sonuç olarak kalkınma hamleleri içinde bulunan ülkemizde bazı belirsizlikleri de beraberinde getirmiştir. Yani “Kendi yürüyüşünü terk etti, başkasını da öğrenemedi”, yargısına layık bir garip nesil oluşmuş bulunmaktadır. Yahya Kemal’lerin, Mehmet Âkif’lerin farklı kültürlere bakış açısı ile ilgili söyledikleri görüşler, böylesi kararsızlık ve kaosların sonucunu dillendiren gerçeklerdir. Âkif’in Batı uygarlığından müsbet bilimler ve sanatı almayı önermesi bir farklı yaklaşımdır. Yahya Kemal’in “Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden” demesi, bir başka milletin keder ve tasasından ve onların millî değerlerinden bize pek fayda olmayacağının vurgulanmasıdır.

Günümüzde ağırlıklı olarak Batı kültürü ile yetişenler bile, Türkiye’de ve az gelişmiş doğu ülkelerinde, “Batı kültürünün soysuzlaşmış hâlde uygulama alanı bulduğunu” inkar etmemektedirler. “Türkiye’de her türlü sosyal yapı bozukluğu zorunlu bir kültür değişmesinin sonucu olmuştur. Kültürsüzleşmeye doğru görülen bu değişme olayı iki yüz yıldan beri süregelmektedir.” (Cem, 1973, 530-534). Gerçekten ülkemizin huzur dengesini bozan olayların temelinde, dış kültür değerlerinin toplum tarafından kabul edilmeyişinden gelen boşluk ve uyumsuzluklar yatmaktadır. Bu bakımdan istikrarlı ve mutlu bir toplum yapısına kavuşmanın kendi kültür değerlerimizin kaynağına inişle başlayacağını söylemek mümkündür.

Akılcı bir kültür değişimi düşüncesinin bazı esaslara dayandırılmasının gereği inkar edilemez. Aksi takdirde bilinçsiz ve toptancı bir anlayışla ortaya konacak tepkisel direnişin kimseye pek yararı olmayacağı açıktır. Bugün Batı kültürünün sağladığı başarıda da bu anlayışın büyük bir rolü olduğu görülmektedir. Bu konuda Atilla İlhan’ın “Hangi Batı?” adlı eserindeki şu görüşleri çok anlamlı görünmektedir. “Batılılar kendi ulusal bileşimlerini yaparken skolastik dönemlerden gelen ulusal görenek ve geleneklerini atmamışlar, onları aklın ışığında değerlendirip bileşimleri içerisinde eriterek kullanmışlardır.” (Atilla İlhan’dan aktaran: Mürsel, 1980, 213).

Görülen o ki, kültür değişimi her durumda gerçekleştirilebilir. Asıl olan kültürde ve onun değişiminde öze bağlı bir bileşim bilincinin korunmasıdır. Yoksa bir toplumun, kültür değişimi gerçekleştirmek pahasına millî ve manevî kişiliğini; kimliğini reddetmesi olumlu bir değişim olamaz. Kültür değişimine özellikle teknik eğitim ve bilim alanında büyük ihtiyaç vardır. Ünlü bir yabancı bir sosyolog olan Edward Sapir’in modern toplumun kültür değişiminine ilişkin görüşlerini değerlendiren Güngör’e göre (1980, 136), “Kendi mensuplarının temel istek ve menfaatleri etrafında kurulmuş olmayan, genel hedeflerden ferdi hedeflere doğru giden bir kültür dıştan (external) bir kültürdür; hakiki kültür ise içtendir, fertten hareket ederek gayelere gider.” Ali Fuat Başgil de yeni bir medeniyet hamlesi yapma  ve Avrupa kültüründen yararlanma adına millî geleneklerimize sırt çevirmenin gereği olmadığını söylemektedir. Avrupa’dan metod yönüyle ilim, fen ve sanat gelişmelerinin alınmasının yanı sıra kültür değerlerinin korunmasını belirtmekte ve Japonların Batı uygarlığını bu yöntemle bünyelerine kabul ettiklerini örneklemektedir (Ali FuatBaşgil’den aktaran: Mürsel, 1980, 218).

Avrupa kültürüne gelince bir bütünlüğünün olmadığı apaçık ortadadır. Böylesi dağınık kültür ortamına sahip bir topluma yaklaşımda çok özenli ve dikkatli olunması bu nedenle bir zorunluluktur. Son yıllarda sıkça kullanılmaktra olan  “Çok kültürlülük” terimi yeni gibi görünse de aslında eski bir geçmişi vardır. “Çokkültürlülük, kültür yönünden çokluk demektir, heterojen olmak demektir. Özellikle, 30 yıl içinde patlak veren iki dünya savaşının her şeyi allak bullak ettiği yüzyılımız Avrupa’sında önemli bir sorun. Avrupa’nın her yanında göçmenler, gergin işçiler, kaçaklar, sığınma istekleri ve devletsizler.. Avrupa’nın Batısında doğum, eğitim, gelenek açısından kendini çevreleyen kültürle temel bir uyumsuzluk içinde yaşayanların sayısı 15 milyona varmaktadır (Uygur, 1996, 22). Avrupa’nın bu manzarasını tarihimize bakarak düşündüğündüğümüz takdirde, bir çok farklı kültürün ahenkli bir mozaik oluşturduğu kültürel mirasımız gibi zenginliklerimizin önemini daha iyi anlayabiliriz.   

Türk Dünyasında Kültür Değişimi:

Kültür değişmesinin, hem kaçınılmaz hem de gerekli bir olgu olduğu artık bilinmektedir. Ancak bunun sonuçları, her zaman istendiği gibi olmamıştır. Zaten çoğu kez bir değişikliği benimseyen kimseler, bunun daha ileride ne gibi değişmelere yol açacağını kendileri de hesaplayamazlar. Daha önce de sözü edildiği gibi değişmenin kendiliğinden veya zorla olması farklı sonuçlar doğurur. Serbest kültür değişmeleri veya zorunlu kültür değişmelerinin bir bütün olarak ele alınması gerektiği ortadadır. Bu gereklilik zaman zaman farklı ifadelerle dile getirilmiştir. “Bizim için kültür değişmelerinin tetkikini zaruri kılan son bir sebep de, memleketimizin iki buçuk asra yakın bir zamandan beri bu muazzam içtimai proses içinde bilfiil bulunmasıdır. Bundan dolayı bu zaman zarfında kültür değişmelerinin hangi safhasına vardığımızı, onun bize neler kazandırıp neler kaybettirdiğini; bu hususta ne kadar başarılı olduğumuzu; nerelerde, neden ve nasıl bocaladığımızı; bütün bunların nedenlerini, sosyal-psikolojiye ait saiklerini bilmemiz, onları dünyanın diğer kısımlarında meydana gelen değişmelerinin sonuçlarıyla karşılaştırmamız, gelecekteki gelişimimiz hesabına inkâr edilmez bir değer taşımaktadır (Turhan, 1994, 32).

Türklerin geçirdiği kültür değişmelerinde, özellikle son yüzyılda millî kültüre uymayan etkilerden dolayı bazı uyumsuzluklar görülmektedir. Geçmişe baktığımızda  Türk milleti çok eski devirlerde Çin kültürü ile temasta idi. Bozkır hayatının güç şartlarından bıkan bazı Türkler, Çinliler gibi yaşamaya başladıkları zaman tembelleştiler, maddî zenginliklere daldılar, sonunda Çinlilerin idaresi altına düştüler. 8.yy’da İslâm kültürüyle karşılaşan Türkler, Araplarla ve İranlılarla bir arada yaşadıkları hâlde, kendi orijinlerinden pek bir şey kaybetmedikleri söylenebilir. Bu milletlerin kültürlerinden, kendileri için faydalı bilim, felsefe, edebiyat, sanat gibi şeyleri aldılar ve onları işleyerek kendileri de ortak medeniyete bir şeyler kattılar. Dillerini ve geleneklerini korudukları için birlikleri bozulmadı. Kısa sürede İslâm dünyasının idaresini ellerine almaları sonucu İslâm kültürü ile Türk kültürünün aynı şey gibi görünmesini sonuç veren  bir homojenlik oluşmasına da neden oldular.

17.yy’ın sonuna kadar Türklerin kendilerini her milletten üstün görmeleri ve gerçekten de o tarihlere kadar üstünlüklerini hep devam ettirmiş olmaları bağımsız tarihçiler tarafından da kabul edilen bir gerçekliktir. 18.yy’a kadar başka milletlerden sadece kendilerine çok gerekli gördükleri şeyleri alan Türklerin, bu dönemden sonra devletin zayıf düşmesiyle, daha çok askeri alanlarda Avrupa ülkelerini örnek almaya başladığı görülmektedir. 19.yy’a gelince ise hemen her alanda Avrupa kültürünün ülkenin içine girdiği görülmektedir. Bu zorunlu kültür etkileşimi döneminin kilometre taşlarının; II. Mahmut Dönemi, Tanzimat Dönemi, II. Abdülhamit Dönemi, Meşrutiyet Dönemi ve daha sonra köyde ve büyük şehirlerde meydana gelen kültür değişmeleri olarak belirlemek mümkündür.

Türk dünyasındaki kültür değişimi bağlamında tarihî kaynaklara ve gerçekleşen gelişmelere bakılınca, çağdaş Türk toplumunun tarımcılık-hayvancılık aşamasından sanayileşme-kentleşme aşamasına geçmekte olduğu yani “sanayi devrimi”ni yaşamakta bulunduğu söylenebilir. Bu bağlamda bazı sosyologların kültürümüzün tarihi kaynakları konusundaki çok farklı ve birbirleriyle çelişik görüşleri başlıca beş ana başlık altında toplanabileceği söylenebilir (Güvenç, 1985, 118). Bunlar; Anadolucu, Orta Asyacı, Türk-İslâmcı, Batıcı ve Kültür Sentezci (bilimsel) görüşlerdir. Bu konudaki diğer farklı görüşlerin de değerlendirilmesinin başka bir bilimsel analizi gerektireceği düşüncesiyle ayrıntılara girilmememktedir.

Kültür değişmeleri sürecinde hayranlıkla taklit edilen medeniyet mensuplarının dikkatini çekip onların hoşuna gidecek eserler ortaya konabilir. Önceden terkedilmiş sanatlardan ya da diğer kültür ögelerinden bazılarının yeniden geliştirilmesi durumunda bu değerlerin tekrar ihya, iktibas veya kabul edildiği bilinmektedir. “Filhakika bir vakitler ihmal edilmiş olan Türk çiniciliğinin, Avrupalıların hoşuna gitmesi sayesinde ihya edildiği hatırlardadır. Bazen de taklit edilmekte olan medeniyette de bulunduğunun, onun da körü körüne terk veya ihmal edilmiş faydalı sanatların, müesseselerin ve unsurların sonradan yabancı birer unsurmuş gibi biraz değiştirilmiş bir şekilde yeniden ithal  olunduğu görülmektedir” (Turhan, 1994, 206).

Kültür ve Sanat:

Öteden beri tartışılagelmekte olan kültür kavramı, ister istemez etkisi altında bulunan “sanat”ın da kültür-sanat ilişkisi bağlamındaki tartışma ortamına çekilmesine neden olmuştur. Bu iki temel kavramın tanımına girmeye gerek olmamakla birlikte, aralarındaki ayrımsamayı yapabilmenin toplumun bu kavramlara ilgi düzeyini öğrenme bakımından yararlı olacağı düşünülebilir. Sanat tanımı gereği; özgür, özgün, yeni, tek, eğitici, yönlendirici gibi çok niteliklerle bezendiği için ve belli bir manevî kültür anlayışına sahip birinin, sanatın bu niteliklerini nasıl kabul edeceği veya sanatı bu nitelikleriyle anlamasının muhtemel görülemeyeceği görüşünde olanlar vardır (Erinç, 1992, 14). Ancak buna karşın kültür-sanat ilişkisinin daha mantıklı bir zemine oturtulduğu değişik görüşlerin de varlığını bilmek gerekir.

“Sanatı sevmenin iki yolu vardır. Birisi onu sevmemek, ikinci onu mantıksal olarak sevmektir.” diyen Boydaş (1996), ben bir başka kültüre ait şarkıyı duyabilirim, yaşayabilirim, ancak onu mantıksal olarak beğenebilirim, demektedir. Evrensel kültür ve sanat içinde yer kapmak, yer tutmak onları taklit ederek değil, tersine onlara benzemeyerek, kendimiz olmakla mümkündür. Çünkü kültür de bir üsluptur. Ünlü düşünür Epiktetos’un şu sözü ne kadar anlamlıdır; “Zira, sığınmak için değil, keşfetmek için yabancı ordugaha girerim.” Bu sözden alınacak ders şudur: Sanat ve sanat eğitimi Batı estetiğine ve onun dümen suyuna gitmek değil, kendi mayamızın yoğurdu olan kendi sanat ve kültürümüzün doğasını, alanını, değerini ve köklerini araştırmak ve sorgulamaktır.

Yabancı kültür etkileriyle oluşan sanat ürünlerinden bir çok şeyler alınabilir. Önemli olan, bu kültürel ve sanatsal kazanımların aynen aktarımı değil, yorumlayarak alabilme becerisidir. Bireyin, kişisel kültür ortamında sürdürdüğü yaşamını yöresel ve evrensel kültür dünyasından edindiği değerlerle süsleyebilmesi, diğer bir ifade ile orijinal-özgün bir kişiliğe kavuşturabilmesi de önemlidir. Kültürün temelinde manevî veya millî kültür denilen kavramların varlığı evrenselliğe engel olarak düşünmeyi gerektirmez. Kültürü yansıtan farklı disiplinlerden olan sanatın ele alınması durumunda bu daha açık seçik görülecektir. Çünkü; “Sanat kültürü yansıtır. Bir kültür kendini eştikçe, derinliğine indikçe ancak evrenselin müjdecisi olabilir. Kendini tanımayan insan başkasını nasıl anlayabilir? Kendi böbreğini bilmeyen birisi, başkasının böbrek sancısını nasıl anlatır? Bundan şu noktaya gelebiliriz, kökünde gelenek olmayan hiçbir şey gerçekten yeni değildir... Evrensel kültür ve sanat içinde yer kapmak, yer tutmak onları taklit ederek değil, tersine onlara benzemeyerek  kendimiz  olmakla  mümkündür  (Boydaş,  1996, 8).

Eğitim, kültür ve sanat alanlarındaki sosyal etkinlikler, belki sonuçları çabuk alınamayacak çabalardır. Fakat unutulmamalı ki, sanat bir toplumun en olumlu tomurcukların, filizlerini belirleyen bir alandır. “Eğitim, insanın yeniden üretilmesidir. Kültür ise, bütün bunların birikimidir” (Kongar, 1994, 41-42). Sanat etkinlikleri bunların ürünleri manevî kültüre göre çok daha hızlı değişen kesimdir. Bu kesim, maddî kültür ögeleri kadar hızla gelişmese bile, inançlardan gelenek ve göreneklerden çok daha çabuk değişir. Üstelik, sanat, edebiyat ve düşün yapıtları, bir toplumun manevî kültür alanındaki en ileri değişim tohumlarını da içlerinde taşırlar. Bir başka deyişle, bir toplumun geleceği, maddî kültür ögelerinin etkisiyle, onun sanat, edebiyat ve düşün etkinlikleri çerçevesinde filizlenir. Sanat, edebiyat ve fikir insanları, bir bakıma günümüzün yargıçları, geleceğin habercileridir. Bu nedenle onlar gelecek toplumun en etkin mimarları arasında yer alırlar.

Sonuç

Sonuçta kültür ile ilgili olarak, kültürün akıl, ruh ve bilgi bütünlüğü olan tin tabakasında düşünülebileceği söylenebilir. Yani kültür ve tarih varlığımızın tinsel bir varlık olduğunu ileri sürülebilir. “Konuya ontolojik açıdan baktığımda varlık tabakasının üst katmanında kültür tabakası vardır.” diyen Tunalı (1984, 161), önemli bir gerçeği vurgulamaktadır. Milletleri mutlu kılan sadece teknoloji değil, aynı zamanda kültürdür. Tinsel varlık olarak kendisini hissettiren kültür olgusu, ortaklaşa oluşan bir gerçektir. Tinsel hayat büyüdükçe kültür hayatı da büyür.

Yakın çağlardan 17.yy’da Voltaire’nin kültür kelimesini kullanmasından günümüze, kültür hakkında çok farklı alanlarla ilgili olarak değişik tanımlar yapılageldiği bir gerçekliktir. Evrensel hafızamız olan kültürü, maddeci ve marksist açıdan insanın elinden çıkan ve doğaya eklenen değerler olarak nitelemeden ziyade, toplumun kollektif bir anlayışla ortak, tasa, kaygı ve inanışlar bütünü olarak tanımlamanın daha sağlıklı bir yaklaşım olduğu söylenebilir.

Kültürler arasında farklılıklar olabilir ve olmalıdır. Kültürel sınırlar coğrafik sınırlara göre çok daha derin olduğu artık herkesin bildiği bir gerçektir. Dilin kültür hayatındaki yeri de çok önemlidir. Çünkü dil, kültürün adeta indeksidir. Kültürde olup da dilde olmayan bir şey yok denecek kadar azdır ve bir homojenlik içerisindedir. Kültür dünyasının en sade ve katıksız temsilcilerinin sanatçılar olması nedeniyle, sanat da kültürün içindedir. Bu nedenle kültür ve sanat değerlerinin folklorik değerlerle iç içe olduğunu bilmekte yarar vardır. Sonuç itibariyle bu araştırmada literatüre dayalı olarak farklı birkaç açıdan incelenmiş olan kültürü, milletlerin en önemli varlık nedenlerinden ve temel ögelerinden biri olarak algılamaya günümüzde daha çok ihtiyacımızın olduğunu söylemek mümkündür.

 

Kaynakça

AKÇORA, Ergünöz (1989). “Atatürkçü Düşüncede Millî Tarih ve Millî Kültür.” Türk Dünyası Tarih Dergisi. S.3, s,35.

BOYDAŞ, Nihat (1996). “Sanat Kültürü Yansıtır”. Millî Eğitim (Temmuz-Ağustos-Eylül), S,131.

CEM, İsmail (1973). Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.

ERİNÇ, Sıtkı M. (1995). Kültür Sanat Sanat Kültür, Çınar Yayınları, İstanbul.

———— (1992). Sanat Giriş ve Estetik, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir.

GEL, H. Yücel (1996). “Eğitimde Temel Anlayış Anlaşılabilirlik, Uygulanabilirlik, Geliştirilebilirlik.”. Millî Eğitim (Temmuz-Ağustos-Eylül), S,131.

GÜNGÖR, Erol (1980). Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Töre Devlet Yayınevi, Ankara.

———— (1996). Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul.

GÜVENÇ, Bozkurt (1985). Kültür Konusu ve Sorunlarımız, Remzi Kitabevi, İstanbul.

KONGAR, Emre (1994). Kültür Üzerine, Remzi Kitabevi, İstanbul.

MALINOWSKI, Bronıslaw (1990). İnsan ve Kültür, Çev.Doç.Dr. M.Fatih GÜMÜŞ (1944), Verso Yayıncılık, Ankara.

MÜRSEL, Safa (1980). Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.

ÖZLEM, Doğan (1986). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, Ankara.

TANSU⁄, Sezer (1997). Çağdaş Türk Sanatına Temel Yaklaşımlar, Bilgi Yayınevi, Ankara.

TUNALI, İsmail (1984). Sanat Ontolojisi, Sosyal Yayınları, İstanbul.

TURHAN, Mümtaz (1994). Kültür Değişmeleri (Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Teknik), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul.

UYGUR, Nermi (1996). Kültür Kavramı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

   

AN ANALYSIS REGARDING DEFINITIONS OF THE CONCEPT OF CULTURE

Abstract

In this research, the concept of “culture” was studied according to literature data. The culture is one of the most significant fundamental elements of nations.

In the study, different definitions of culture have briefly introduced within its historical chronology and classification along with some comments. Also, the relationship between cultural change, culture and art has been discussed. 

Key Words: Culture, cultural change, culture-art


 

*    Dr.; Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. (aliosman@dicle.edu.tr)

 

 

İçindekiler...

 

© T.C. MEB Yayımlar Dairesi Başkanlığı
Teknikokullar, ANKARA
Tel. (312) 2128145
Fax (312) 2124668
med@meb.gov.tr

 

[ yukarı ]

Arşiv