MİLLİ EĞİTİM DERGİSİ |
Sayı 157 |
Kış 2003 |
Anneler ve Kızları |
Şaban ÖZÜDOĞRU |
Taze somun yumuşaklığındaki el, avcumun içinde kıpır kıpırdı. Onun elinden elime akan, ılık, ıslak ve rahatlatıcı bir akım parmaklarımdan ilerleyerek bütün vücuduma dalga dalga yayıldı. İşte şu elimin içindeki el, parmaklarımın ucundaki parmaklar benden bir parçaydı. O, bana aitti. Hem bana ait hem de benden bu kadar uzak... Kızımın yüzüne doğru eğildim. Yosun yeşili göz pınarları dolu doluydu. Gözün derinliklerinden sızan iri bir damlacık, kırpıştırılan kirpiklerin arasında dağıldı. Kirpik uçlarına yayıldı. Kavuniçi renkli ışık huzmeleri kirpiklerde yakamozlandı, renk renk yansıdı. Göz kapakları tekrar buluştuğunda, zerrecikler göz kenarlarından yanağına, yanağın ışığı yansıtan yuvarlağından gamze çukurlarına doğru süzüldü. O gün, orada, o saatte, o anda, avuçlarımın içindeki ellerde; kirpiklerinde yakamozlanan zerreciklerde hissettim o tanıdık kırılganlığı. Avuçlarımın içindeki o minicik parmakları titreten, çaresizce sıçtaran işte o mahrumiyet duygusudur. Bu ıslak, buğulanmış, bulgur bulgur göz yaşlarının arkasındaki duygu odur. Göz kapaklarının ince, pürüzsüz derisini buruşturan, kaşların ortasındaki tümseği ahenksiz tiklerle kımıldatan o duygudur. Onun gözlerine, yüzüne, şeffaf derinin altındaki hücrelere hâkim olan odur. Beyin kıvrımlarında dolaşan, oradan gözlerin arkasına yerleşen odur. Parmak uçlarını, kafeste çırpınan kuş çaresizliğiyle sıçratan odur. Geçtiği yerleri sarsan bu duygunun kaynağını düşündüm. Hangi bilinmezlikten gelip, olmadık zamanlarda en hassas ve en mahrem yerlerimize yerleşiveriyordu. Yerleşiyor ve kendini hemen kabul ettiriyordu. Mahiyeti belirsiz bu kırılganlık belki içimizde hep vardı da bir kıvılcım o çırayı tutuşturuveriyordu. Bilinçaltımızın dehlizlerinde dolaşan bu sinsi kırılganlık, zamanın ve mekânın ötesinden ışık hızıyla gelip ilişkilerimize, iletişim veya iletişimsizliklerimize hâkim oluveriyordu. Bir tuhaf oldum. Sanki akıp giden zamanın arkasında veya önünde, kızımın yaşadığı bu anı, hissettiğim bu duyguları yaşamış gibiydim. Edilgen bir tanık, buharlı bir gölge; ya da şekilsiz bir hayal üçgeninde benim yerim neresiydi? Bu mahiyeti belirsiz duygu ve hayallerden rahatsız oldum. Kızımın elini bıraktım. Eteğimi düzelttim. Çantamdan kâğıt mendil çıkarıp ayakkabılarımın tozunu aldım. Karşı mağazaya paralel uzanan, zemindeki iyi taklit edilmiş tropikal yapma çiçeklere, çiçeklerin ortasından aynalı tavana kadar sütun sütun uzanan yapma palmiye ağaçlarına baktım. Zihnimden o garip yaşanmışlık duygusunu atamadım. Banktan doğruldum. Sağıma dönüp, yürüyen merdivenlere doğru akıp giden uğultulu kalabalığı seyretmeye koyuldum. Zihnimi kemiren, hafızamı işgâl etmesinden korktuğum hâlâ o duygu... Parmaklarımın arasından kayan bir şey vardı sanki. Soğuk metalik bir eşya... Düştüğü beton zeminde tok bir ses çıkaran, çarptığı yerden etrafa dağılan küçük büyük parçalar... Gerçekle süslenmiş bu hayalden, hayalin ötesindeki gerçeklik duygusundan ürktüm. Tekrar banka yavaşça oturdum. Uğultular çoğaldı, çoğaldı... Hayır, hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Ne dünü, ne bugünü... Sadece kızımı... Evet gerçek olan bu. Biricik kızım, canım burada, yanımda. Onun göz yaşlarına ulaşmaktaki acziyetime inat yanımda öylece oturuyordu. Off yine başım dönmeye başladı. Gözlüklerimdeki bu buğulanma... Belki yine tansiyonum yükseldi. Ne âlâ bu yaşta tansiyon hastası.. Necla hanımın sesi kulaklarımda... “Kızım, sen ölmek mi istiyorsun?” Hayır ben ölmek istemiyorum. Yaşamak, şu birbirinin içine karışmış, geçmiş ve gelecek zamana inat yaşamak istiyorum. Yaşamak istiyorum, çünkü kızım, biricik Ayça’m var. İşte yanımda, yanı başımda... Benim kanımdan, benim canımdan... Ben, akıp giden zamana onunla direneceğim. Nerede olursam olayım onunla var olacağım. Sonra Selahaddin var. Ten buluşmasından, sevgiden, aşktan öte hislerle bağlandığım Selahaddin... Alışkanlıklarımın sıcacık sığınağı Selahaddin. Allahım şurada, şu bankın üzerinde bayılır mıyım? Hayır olmaz, olmamalı... Bayılacağım korkusuyla titremeye başlamıştım. Necla Hanımın söylediklerini hatırladım. Böyle anlarda kendimi dinlemekten vaz geçmeliymişim. Kendimi dinlemek, panik atakları kuvvetlendirirmiş. Dikkatimi dağıtmalıydım. Doktor Necla’nın tavsiyeleri işe yaramalıydı, yaramak zorundaydı. Onca muayene ücreti... Karşı mağazanın vitrinlerini incelemeye koyuldum. Yabancı markalı makyaj malzemelerinin üzerindeki yazıları birer birer okudum. İnsan boyutlarında güzel bir kadın resmi gülümsüyordu. Kendinden ve güzelliğinden emin mağrur bakışları altında ezildim. Ya o dudak kıvrımlarındaki ifade... Karşısındaki herkesle alay eden aşağılayan o ifade yoğunluğu nasıl sığar milimetrik kıvrımlara. Dilara Hanım da öyle bakardı anneme. Dudaklarının kenarında hep o istihzalı kıvrımlarla konuşurdu annemle. Bir kolunu yüksek ceviz masaya dayar, koltuğuna kurulurdu. O koltuk ve o ceviz masa neden o kadar yüksekte dururdu. Annem, niye elimi hiç bırakmazdı? Elim, sıcak elleri içinde yapış yapış olurdu. İçim daralır, kurtulmak isterdim. Ama nafile, her çırpınışımda annemin parmakları biraz daha kenetlenirdi. Uzun kanepenin önünde, ibadet saygısı ile sessiz sedasız oturur, Dilara Hanım’ın emirlerini dinlerdik. Onun, yüksek perdeden, üzerine basa basa hâkimane sorulan “tamam mı? Öyle mi?” gibi sorularına karşılık annem; uğultuya, iniltiye benzer kelimeler çiğnerdi. Ondan hatırlayabildiğim en belirgin söz; “Peki Hanımım” Hiç vazgeçemediği huyu ise, cendereye alınmış parmaklarım. Bu alışkanlığım annemden kalmış olmalı. Ay, Ayça da bundan rahatsız oluyor mu acaba? O sabah, hala derin hıçkırıkların kırıntılarını boğazımda hissettiğim sabah, o vitrinin önünde oturmuştuk. Dilara hanım, küçümseyen bakışlarını şöyle bir üzerimizde gezdirip yüzünü buruşturmuştu: - Emine, kızı da getirmişsin gene! - Evde kimse kalmadı da Hanımım. Şey eder diye... - Büyümüş büyümüş canım. Kocaman kız olmuş. Evde kalabilir artık. Değil mi kız? Sen kaça gidiyorsun bakiyim? - Dörde hanımım - Bak gördün mü Emine? Çocuklara sorumluluk vermiyorsunuz ki... El bebek, gül bebek... Senin adın ne kızım? - Binnaz hanımım. - Kız, Emine, nereden bulursunuz böyle alingirli isimleri... İsme bak Binnaz. Hadi oyalanma. İşin çok bugün. Mutfaktan başla. Kaytarma, göreyim seni, misafirim gelecek her yeri pırıl pırıl istiyorum. Annem temizlik yaparken o vitrinin önüne oturur saatlerce içindekileri seyrederdim. Süpürge hışırtıları birinci kata indiğinde, içime bir hüzün çökerdi. Hele annemi, bahçe duvarını kapatan mor leylâkların önünü süpürürken gördüğümde, gitme vaktinin geldiğine kanaat getirir, vitrinin ikinci bölmesindeki alçıdan yapılma, galiba kanaryadan biraz daha büyük kuşla vedalaşırdım. Biblonun iki iri nokta halindeki siyah gözleri hazin bakışlarla uğurlardı beni. Bir gece önce rüyamda görmüştüm kuşumu. Dilara Hanımsız bir konaktı. Kendi evimizmiş gibi rahattım. Vitrinin camını sıyırarak elimi uzatıp almıştım onu. Sıcacıktı. Annemin elleri gibi sıcak ama kuru... Nasılsa birden bire kanatlanıvermişti kanaryam. Konakta değil de gecekondumuzdaydık sanki. Evimizin penceresinden mavi gökyüzüne doğru birlikte süzülmüştük. Kanarya büyümüş büyümüş benim kadar olmuştu. Uçmak ne kadar güzeldi. Her şeyi böyle yüksekten seyretmek, herşeye tepeden bakmak ne güzeldi. Kanaryamın gagası mavi bulutları ikiye bölüyordu. Ah bir de şu telefon tellerine takılma korkusu olmasa... Uyandığımda annem, mutfakta tepsiyi temizliyordu. Her sabahki gibi telâşlı, telâşlı olduğu kadar da sinirliydi. Nefes almadan hiç dinlemediğim talimatlar yağdırıyordu: “Etrafı dağıtma. Sakın dışarı çıkayım deme, aşağı mahallede sapık varmış. Kapalı kuşenede gözleme var. Pekmezle yoğurdun yerini biliyorsun....” Her ayrılışta, detaylardaki ufak tefek değişikliklerle aynen tekrarlanan sözler bir kulağımdan girip öbüründen çıkıyordu. Yüreğimde tatlı bir heyecan, göğüs kafesim pıt pıt atıyordu. Yazmamı bağlayıp annemin karşısına dikilmiştim. “Ben de seninle gelmek istiyorum.” Annemin yüzü asılmıştı. Önce, bunun imkânsızlığını anlatmaya çalışmıştı herhalde. Ben ayak diredikçe sinirlendi. O bağırdıkça ben gizli gizli ağlamıştım. Sonra annem fena dövmüştü beni. Yazmam dış kapının önüne savrulmuş, saçım başım dağılmıştı. Yazmamı başıma takıp annemin peşine düşmüştüm. Boğazıma takılan kesik hıçkırıklara hâkim olamıyordum. O mahrum bırakılma korkusu... O terkedilmişlik hissi... Annemi beş on adım gerisinden takip ediyordum. Toprak rengi yapraklar ayaklarımın altında savruluyordu. Etraf puslu, gök içim kadar griydi. Otobüs durağına yaklaştığımızda annem geriye dönüp: “Katır inatlı hınzır, gel bakalım orada ne bulacaksın” diye paylamış, hışımla elimi avucunun içine hapsetmişti. Otobüste el ele ama dargın epeyce yol almıştık. Annemin uçları çatlak kalın parmakları yazmamın altından taşan saçlarımı okşamıştı. Ürkek ürkek yüzüne bakmıştım. Kızgınlığın yerini, duru, şefkatli ve pişman bakışlar almıştı. Dilara Hanımla kaçıncı karşılaşmamdı bilmiyorum. Adımı o sabah ilk defa sormuştu. Daha doğrusu iki senedir varlığımı o sabah farketmişti. Annem gürültülü elektrik süpürgesini açmış işine koyulmuştu. Zannederim bu konaktan çok, elektrik süpürgesine hayrandı o. Eve döndüğümüzde özelliklerini anlata anlata bitiremezdi. Arkadaşlarına böyle bir makineyi kullanıyor olmanın ayrıcalığını hissettirmek için olsa gerek, lüzumsuz ayrıntılarla süpürge için destanlar yazardı adeta. O sabah odada, hem de vitrinin önünde yapayalnızdım. Kanaryamla göz gözeydik. Bu sırdaşlık onu da çok memnun ediyordu, biliyordum. Gülümsemişti bana. Sanki kanarya sarısından grinin tonlarına doğru hafifçe koyulaşan kanatlarını açmış; kendisine dokunmamı, sevmemi istiyordu. Orada öylece donup kalmıştım. Kalbim göğsüme sığmıyordu. Ona hitabedecek söz bulamıyordum. Rüyadaki yakınlığımızı özledim. Onun minicik gagasına, kanatlarına dokunmalıydım. Elimi uzattım, yetişemedim. Yemek masasından bir sandalye çekip üzerine çıktım. Vitrinin camını sıyırdım. O, önümde, parmaklarımın ucundaydı. Dokundum. Herşey o zaman bitti işte. Belki de o zaman başladı Dünyanın katı gerçeklerinden hayallere sığınışım o zaman başladı. Hayallerle gerçeklerin birbirine karışması... Alçının serinliği parmaklarımdan bütün vücuduma yayıldı. Elime aldım. Rüyamdakinden ne kadar farklıydı. Birden bire herşey yıkıldı. Herşey birbirinin içine girdi. Zaman o zaman değildi. Kuş öldü, gözleri donuklaştı. Elimde soğuk bir kütle öylece duruyordu. Ruhu, ruhumla başka bir mekâna göç etmişti sanki. İrkildim. Ellerim titriyordu ve bütün uğraşlarıma rağmen titremelerine engel olamıyordum. Titreme, yavaş yavaş bütün vücuduma yayıldı. Ayaklarımın altındaki sandalye bile titriyordu. Elimdeki kütleyi yerine koymak istiyordum. Parmaklarımın arasından bir şey kaymıştı sanki... Soğuk, metalik bir eşya.. Düştüğü beton zeminde tok bir ses çıkaran, çarptığı yerden etrafa dağılan büyük küçük parçalar... Vitrinin camında çınlayan ve ayaklarıma devrilen sandalye... Annemin kucağında açmıştım gözlerimi. Dilara Hanım’ın perdesi yüksek tiz sesi anlaşılmaz-ama hakaret içerdiğinden şüphe duyulmayacak- cümleler sıralıyordu. Başımdaki yazma annemin elindeydi. Pijamamı sıyırmış dizime bakıyordu. Hafif doğruldum. Dizimden aşağıya kenarlarına beyaz deriler toplanmış yara uzanıyordu. Yaranın üst kısmında, soyulan derinin kırmızılıklarından nokta nokta kan sızıyordu. Daha aşağılarda üç şerit halinde ayağıma doğru kanlar akıyordu. Annem yazmamı yararın üzerine bastırmıştı. Beyaz yazmaya kırmızı renk hâkim olmuştu. Tuhaf, hiçbir acı hatırlamıyorum. İki yıldır, hayallerimde gezdirdiğim kanaryamın gövdesinden kopan başı, ayaklarımın ucunda bana bakıyordu. O günden sonra annem Dilara Hanım’ın evine hiç gitmedi. Belki de o istemedi, bilemiyorum. Yalnız annem, komşumuz, komşudan öte hepimizin sığınağı Mevhibe teyzeye sık sık “O çiyanın eşyası insandan bilem gıymetli. Çocuk korkudan bayıldı da o hâlâ biblosuyla, vitrinini düşünüyordu. İki gözüm önüme aksın sabiye bir su bile vermedi. Böyle kadının evine gidilir mi Mevhibe Abla...” diyordu. Dizimdeki izi, ilk hayal kırıklığımı, o gün bugün taşırım. O sabah, o güzel gecenin uğursuz sabahında sadece hayallerimi değil, ismimi de kaybettim. O günden sonra, nerde nasıl olursa olsun, ismimin her geçtiği yerde sanki: “Kız nereden bulursunuz bu alingirli isimleri? İsme bak; Binnaz...” deniverecekmiş gibi ya da öyle düşünüyorlar gibi gelir bana...Utanırım, içimde bir daralma, yüzümde ateş, parmaklarımın ucunda tuhaf bir karıncalanma hissederim. “Anne lütfen yaa.. O renklerin tatlılığını gördün mü?” Uğultuların arasından, çok derinlerden geliyordu kızımın sesi. Kızım, Ayça’m, sağ kolumu kavramış sarsıyordu. “Lütfen anne, gülkurusu renklisini bir daha bulamayız” Gözlerinde hâlâ o duygu sığanağından kalma buğulanmanın kırıntıları oynaşıyordu. “Sulu göz, sil gözlerini haydi. Yaparız bir şeyler” Yanağımda onun ılık, ıslak, nariçi rengi dudaklarını hissettim. “Yaparız bir şeyler” mi dedim? Neden, nasıl, niye sarfettim bu cümleyi. Gayrişuurî söylenmiş bir söz, baharın bütün yeşil tonlarını nasıl taşıdı kızımın gözlerine. Bunun geri dönüşü yok artık. “Bir şeyler yapmak” sözünü ne kadar sık kullanıyorum bugünlerde. Tiryakisi olduğum, şüphesiz beni çok etkileyen yazarın sözüydü bu. Belki bir ara başlık.... Dur bakayım ne diyordu? “Bir şey yap güzel olsun.... Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin....” Bir şey yapabilsem, dediklerin olacak. Huzur, şevk, rikkat orada... Ama nasıl olacak? Yoktan yonga kopar mı? Sen, gülkurusu eteğin üzerindeki sıfırları gördün mü? Selahaddin görseydi korkardı. Esmer rengi kırmızıyla karışır, esmerliğine esmerlik eklenirdi. Göz çukurlarında kaybolan zeytin karası gözlerini etikete sabitleştirip: “Aboo! Bu ne yahu?” der miydi? Selahaddin hep korktu buralardan. Bir adım daha ileri giderek söyleyeceğim; Selahaddin tantanalı ve büyük olan her şeyden korktu. Bir ucundan bir ucu görünmeyen bu mağazalara ürkek ürkek bakışı ondan. Dünya nimetlerinin vitrini bu koca koca marketlere düşmanlığı ondan... “Yemek yiyeceksen evinde ye çık canım. Ne lüzumu var masraf etmenin. Soğukta, kışta kıyamette gezilir burada. Parası çok olanlar başka...” Öyleyse ben burada, bu koca mağazada “bir şeyler yapma” ya niçin söz verdim? Ne yapacağım şimdi? Ömrünce hep başının dikine gittin temizlikçi Emine’nin kızı Binnaz! Önce ortaokul diye tutturdun. Lise masraflarına kapıcı Hilmi Efendi ile temizlikçi Emine’nin fedakârlıkları bile kâfi gelmedi. Sonra açık lise... Dört yıllık evlilikten sonra; “Selahaddin üniversite içimde ukde kaldı.” Diye diye Selahaddinin yüküne yük ekledin. O, cılız vücudu ile hiçbir yüke hayır demedi Nasıl hammallıktır ki bu, yüklen yüklen, yükün sonu yoktur. Selahaddin’in yaptıklarının yanında seninkiler ne ki? Şimdi yerinden doğrul. Waikiki mağazasına in. Çıkar cüzdanından VISA’yı ve kimliğini. Yükle Selahaddin’in sırtına. Taşımam der mi? Ne zaman dediki zavallı! Maaşı alışının en fazla dokuzuncu gününe kadar rahattır Selahaddin. Sonra hesap makinesi, faturalar... Kapanır küçük odaya. Yirminci günde, başı öne düşer. Aza kor dolmaz, çoğa kor almaz. Dardadır Selahaddin. Dünyayı omzunda taşır. Borç bulmak gereklidir. Ama kimden? Vedat Bey, artık dolar bile vermiyor. Abisine üç aydır ödenemeyen yüzelli dolar borç... Yüzü tutmaz ki, çıkamaz ki karşısına... Selahaddin kızını sever. Kızını karşısına aldığında devleşir Sehaladdin. Büyür karga cücüğü gibi adam. Kızına bir bakışı vardır ki Selahaddinin... Yarı şaka yarı ciddi: “Ankara’yı yakarım onun için”der. Yakar mı yakar. Bir eteğin sözü mü olur alıversem. Sesini bile çıkarmaz. Gel gör ki başı öne daha erken düşer Selahaddinin. Sonra... sonrası borç. Bu ay, açık öğretimin harç taksitleri de yatacak Selahaddin! “Ne işe yarar bu açık öğretim üniversitesi” diye düşünür mü Selahaddin. Düşünmeli... Ben ne işe yaradığını biliyor muyum sanki. Asgari ücretle çalıştığım işten atılmama engel olabildi mi uğruna onca didindiğim diplomalar? Hem diploma kimin umurunda. Yaptığım o ayak işleri diplomasız yapılamaz mıydı sanki? Kendini kandırma Binnaz. Yenildin. Yenildik... Hep birlikte yenildik anne! Bugün, burada sözümü tutmalıyım. Kızım hayata dimdik başlamalı. Hiçbir nesnenin gölgesi tortulanmamalı içinde. Marazi duygulardan uzak olmalı o. Bir şeyler yapmalıyım. Öyle bir şey ki herkes içinde kendine ait bir şeyler bulsun. Selahaddin akşam kızını dizlerine oturtup, o şefkatli, sevgi dolu küçük gözlerini onun gözlerine diksin. Faturalar, rakamlar ve hesap makinesi küçük odada hapis kalsın. Hava mı bozdu akşam mı oldu? İç karartıcı gri bir loşluk asıldı tavana. Alnıma dayadığım elim bankın üzerine düştü. Metalin metale çarpmasından doğan tiz bir ses çınladı kulaklarımda. İrkildim. Bu ne dikkatsizlik. Bileziğim çizilmiş olmasın. Düğünümüzden yadigâr, kalın, burma bileziğimi vitrinin ışığına doğru tutup inceledim. Şükür korktuğum olmamıştı. O anda içime bir şey doğdu. Sanki bir şimşek yalayıp geçti şuurumu. Mağazanın girişindeki kuyumcu levhası canlandı zihnimde. İşte yapılacak şey oydu. Bu bilezik, bu burmalı bilezik güldürecekti sevdiklerimin yüzünü. Evet, bir şeyler yapacağım. Kızım gülkurusu eteğiyle uça ese dolaşacak sokağımızda. Selahaddin’in küçük gözleri ışıl ışıl parlayacak. Şimdi kalkıp giriş kata ineceğim. Kolumdan bileziği sıyıracağım. Gramının ne kadar olduğunu soracağım o mız mız ihtiyara. Waikiki mağazasına girip, kızıma gülkurusu eteği alacağım. Ötesini de yapacağım.Çıkıştaki döviz bürosuna uğrayıp elli dolar alacağım. Eve varır varmaz, Selahaddin’e uzatacağım. “Abine borcumuzu epey uzattık. Şimdilik bu kadarını ödeyiverelim” diyeceğim. O, şaşıracak. Paranın kaynağını merak edecek. Endişeli gözlerle yüzüme bakacak. Kolumu yüzüne doğru uzatacağım. Her şeyi anlayacak. Yüzü biraz bulutlanacak. “Hatıraydı be karıcığım” diyecek. İçten içe karısının fedakârlığı ile gururlanacak. Belki hâlâ para artacak. Yavaşça eline sıkıştıracağım. Fısıltıyla, onurunu incitmeden “Taksitleri yatırıver” diyeceğim. O, nazlanacak, parayı almak istemeyecek. Cebine koyacağım. Boynuna sarılıp: “Selahaddin yarın akşam abinlere gidelim. İki aydır uğradığımız yok. Ayıp oluyor. Hem benim de Enise Abla’yı göresim geldi.” Diyeceğim. Sevinecek. Belki, ödeyemediğimiz borcumuzun utancından dolayı, abisinin davetinden kaçışımızı karşılıklı itiraf edip gülüşeceğiz. Karar verdim. Yerimden, Deli Dumrulcasına doğruldum. Sanki, ozon tabakası tamir olmuş, insanlık derin bir oh çekmişti. Kimse, iş, ekmek, özgürlük lafları etmiyordu. Yoksulluk; gecekonduların bacasından ruh gibi süzülerek ebedi istirahatgâhına çekilmişti. Doktorlara: -Hatta doktor Necla’ya bile- ihtiyaç kalmamıştı. Şu yürüyen merdivenlere hücum eden kalabalık, işi gücü, eğlenceyi bırakmış üst katta boynu bükük alıcı bekleyen kitaplara koşuyorlardı. Gün podyumdakilerin günü değil, kütüphanelerde ter dökenlerin, diplomalı işsizlerin günüydü. Sanatın; musikinin, şiirin, hikâyenin, romanın hatta tanburun ve tezhibin hükmü geçiyordu. Herkes bayağılığa, alaladeliğe sırt çevirmişti. Televizyonlar, çıkar çığırtkanlığını bırakmış, ağır başlı haberler veriyordu. Gazetelerde, köşe yazarları, patronun çıkarlarını değil, zayıfın güçsüzün hakkını savunuyorlardı. Her şeyin bir çözümü vardı. Yeter ki biz, bizler, bir şeyler yapmaya niyet edelim. Her zorluğun bir ek yerini, yumuşak karnını aramak yerine; onu sırtımıza alıp altında terlemesini bilelim. Bu dünya her şeye rağmen güzel ve yaşamaya değerdi. Ta içimin derinliklerinden, ses tellerime kadar yükselen nefesimi son anda tuttum. Yoksa; “Sen çok yaşa kahraman Selahaddin’im” diye çığlık atmam işten bile değildi. Kızımı iki yanağından şapırdatarak öptüm. Kolumdan bileziğimi sıyırıp çantama koydum. Kızımla kuyumcunun yolunu tuttuk. Ayaklarımın altında sanki beton zemin titriyordu.
|
|
[ yukarı ] |